Müziğin konfor değil, konfrontasyon alanı olduğu bir döneme ağıt: Everything, All At Once Forever
Röportaj: Ekin Sanaç
1980’ler sonu Londrası gibi merkezî bir ortamda yeşermiş bir müzik kültürüne bugünden bakarak sihir atfetmek büyük oranda naif ve belki de hiçbirimizin ihtiyacı olmadığı kadar romantik bir yaklaşım gibi gelebilir. Tabii, sihir kavramının neresinden tuttuğumuza da biraz bağlı. Sihir, bazen bulunduğu ortamda varlık gösterse de görünmeyen, fark edilmeyen, tanımsız kalabilen şey olabilir. Joe Dilworth’un geçtiğimiz ekim ayında yayımlanmış Everything, All At Once Forever adlı fotoğraf kitabı da aynı döneme buradan yaklaşıyor. Kariyercilikten uzak, distortionlara yakın, genç, öfkeli ve henüz tanımlara sığmayan bir scene‘in ortaya çıkış hikâyesini sihri bozmadan hatırlıyor.
Kitap, Everything, All At Once Forever (Her Şey Sonsuza Dek Aynı Anda) ismini, Joe Dilworth’un kurucuları arasında bulunduğu, 1980’lerden 1990’lara doğru sancılı bir geçişin yaşandığı dönemde Londra’da aktif olmuş Th’ Faith Healers grubunun ikinci albümünün son parçasından alıyor. Şarkının 20 dakika sürmesinin yegâne sebebi, o an stüdyoda üzerine kayıt yaptıkları bantın bu uzunlukta olması. Tek seferde, bant bitene kadar alınmış bir kayıt. Zaman kavramını hiçe sayan duygudaki bir şarkının beklenmedik uzunluktaki süresinin o anki koşulların ötesinde bir anlamı olmaması harika.
Th’ Faith Healers’ın 1980’ler sonu ve 1990’lar başında aktif olduğu kısa dönem süresince gürültülü müzik ve pop şarkısı evreninin kesişiminde bir yerlerde, karizmatik vokalist Roxanne Stephen’ın (Dilworth’un kitabının hemen aşağıda görebileceğiniz kapağında da kendisi var) da varlığıyla kendine özgü bir yer tuttuğu kesin. Joe Dilworth’un kitabı da (kendi ifadesiyle) Britanya’da kültüre sirayet etmiş 1980’ler ihtişamının “bayat bir tat vermeye başladığı”, dahası “onu destekleyecek paranın bile kalmadığı”, dolayısıyla “1980’lerin ona öğretmiş olduğu her şeyi unutması gerektiği” bu klostrofobik geçiş döneminde, arkadaşlarıyla takıldıkları ortamlarda çektiği kareleri bir araya topluyor. Fonda “terk edilmiş mülkler, işsizlik maaşı, müzik lisansıyla kalakalmış onca mekân” ve elbette etkileyici müzikler var. Sosyalleşme çoğunlukla çay eşliğinde birbirlerinin evlerinde takılarak yaşanıyor. “My Bloody Valentine gibi gruplar ‘güncel müzik’ olarak tanımlanmadığı için” henüz kimsenin dikkat çekmiyor. Müzik bir anlığına da olsa sanki sonsuza kadarmış gibi; zamandan koparak, ilerlemeye ilgi duymayarak, ortak bir yüzleşme alanıymış gibi yaşanıyor.
Joe Dilworth sonraki yıllarda Stereolab, Spiritualized, The Raincoats ve Add N to X gibi pek çok stil sahibi grupta da davul çaldı. Şu an Berlin’de yaşıyor ve hâlen de Cavern Of Anti-Matter’ın aktif bir üyesi olarak müzik yapıyor. Aynı yıllardan bu yana fotoğrafla da uğraşıyor. Gençliğinde yalnızca merkez Londra’da müzik fotoğrafçısı olarak çalışmamış, Doğu Bloğu ülkelerinde epey vakit geçirerek Demir Perde’nin ardındaki yaşantıları fotoğraflamış. Hatta sıradaki kitabı bununla ilgili olacak.
Ama şimdi Dilworth’la yaptığımız minik sohbette Londra dolaylarındayız.

The White Horse 1990

Londra 1989

Battersea 1985
Kitabın, grubun Th’ Faith Healers ile müzik yaptığınız günlerin bir anlamda yeniden yazımı. Th’ Faith Healers sanki hep belirli tanımlamalara sıkışmaktan hoşnut olmayan, asi bir gruptu. O dönemde esasen nelere karşıydınız? Sizi en çok neler öfkelendirirdi?
Bu biraz zor bir soru. Sanırım 1980’lerin o noktası bizim için, pazarlanmış bir rüyanın büyük çoğunluğumuz için başarısızlıkla sonuçlanmasını ifade ediyor. Öfkelenecek hedef belirlemek açısından ortam oldukça zengindi. Bizi öfkelendiren o kadar fazla şey vardı ki spesifik olma ihtiyacında bile değildik.
Hâlâ aktif olmandan yola çıkarak, bir müzik grubunda çalmak / olmak senin için ne ifade ediyor? Biraz açabilir misin?
Londra’da büyüdüğümüz için müzik bizim için bir ölüm kalım meselesi. Kendimizi ifade etme biçimlerimizin merkezinde yer alıyor. Ne dinlediğin ya da ne çaldığın kimlerle takıldığını da belirleyen bir deneyim oluyor. En nihayetinde özünde de bir ekip olma, kolektif davranma hâlinin olduğunu düşünüyorum.
Kendini ifade etme biçimleri bakımından müzik ve fotoğraf senin için nasıl ayrışıyor?
Müzik diğerleriyle ortak kurduğum bir ifade, fotoğrafta ise tekilim. Ben her zaman ikisine de ihtiyaç duydum.
Kitabına adını veren Th’ Faith Healers şarkısına dönecek olursak, şarkı bir manifestoyu andırıyor. O zaman, “Everything, all at once forever” (Her şey sonsuza dek aynı anda) sözcüklerini defalarca kez tekrar ederek söylemenin size nasıl hissettirdiğini biraz açabilir misin?
Aslında kitapta da belirttiğim gibi bu bir içe dönüşün dışa vurumuydu. Çok yüksek sesle ve birbirimizle karşılıklı olarak. Açıklama yapma ihtiyacı duymamak, Birleşik Krallık’ta gençlerin yarattığı kültürlerin bence her zaman temelinde oldu. Yani dinleyicinin kendi yolunu ve ona neler hissettirdiğini keşfetmesi önemli olan. Bir manifestodan bahsedeceksek, onun çok önemli bir parçası da bu oldu bizim için.

The Underworld 1990

Camden Rd 1990

Camden St 1989
Peki şarkının bu sözleri şu an sana, bu kitabın başlığı olarak neler hissettiriyor?
Benim için tam anlamıyla şimdiki zamanda yaşayabilmeyi ifade ediyor. Ama biraz yoruma açık olduğunu da düşünüyorum.
Th’ Faith Healers’ı ve esasen o dönemi anlamlandırmak senin için bir süreç gibi mi oldu? Geriye dönüp o günlere bakma deneyimi nasıldı?
Bu konuda düşüncelerimin netleşmesini sağlayabilmek epey vaktimi aldı. Çünkü 1990’lı yıllar boyunca o günlerdeki her şey sonrasında gelenlerin gölgesinde kalmaya mahkûm olmuştu.
Böyle bir kitap hazırlama fikri ilk ne zaman aklına düşmüştü?
Ben bu dönemin, özellikle de içeriden bakınca, gerçekten yeterince temsil edilmediğini hissediyordum. Oysa bu bizim punk’ımızdı. Erken punk döneminin tüm nüanslarını ve yenilikçi yaklaşımlarını taşıyordu.
O dönemde (1980’ler sonu, 1990’lar başı) Britanya’daki indie müzik sahnelerine dair bazı yanlış kanılar nelerdi sence? Kitapta da o günlerin ne kadar klostrofobik hissettirdiğini vurguluyorsun.
1990’ların ortasında her şeyin kodifiye olmasından önce, gerçek anlamda bir çeşitlilik söz konusuydu. Muhafazakâr Parti üçüncü kez seçimi kazanmıştı ve ciddi bir ekonomik durgunluk içerisindeydik. Londra’da ortam öfkeli ve şiddetliydi. Sanırım biz de bunların karşısında kendi içimize çekildik.

The Falcon 1991

Belçika 1993

Camden St 1990
Çok farklı ve çeşitli fotoğraf işlerin var. Melody Maker dergisi için fotoğraf çekmeye başladığında bu işle geçimini sağlayabileceğini düşünüyor muydun? Bir fotoğraf sanatçısı olarak bugüne kadar nasıl aşamalardan geçtin?
Açıkçası geçimimi sağlayabildiğim bir dönem oldu. Karşılığı az olsa da iş bulmak zor değildi. Aynı dönemde Doğu Avrupa seyahatlerimi de kendim karşılayabiliyor, orada fotoğraf çekiyordum. Bir sonraki kitabımın teması da bu olacak!
Güzel! Peki bu aralar neleri fotoğraflamaya ilgi duyuyorsun?
Beni heyecanlandıran her şeyin fotoğrafını çekiyorum. Bu aralar çoğunlukla portre çekmek ilgimi çekiyor.
Hangi ekipmanları kullanıyorsun?
Her zaman aynı ekipmanları kullanıyorum aslında. Bir Rolleiflex 3.5F, bir Nikon f2, bir Olympus Mju2 ve bir Rollei 35.
Peki son olarak, müzik üzerine ve çok sevdiğin bir fotoğraf kitabı var mı?
Aslında Bildband Berlin adında bir fotoğraf kitabı dükkânı işletiyorum. Yani fotoğraf dünyasının epey içinde olduğum söylenebilir ve bu dünyada başlıca ilham kaynağım müzikle ilgili şeyler olmuyor. Daha ziyade mekân ve zamanla ilgili kitaplara ilgi duyuyorum. İşte birkaç örnek: Bruce Davidson’dan Brooklyn Gang, Ed van der Elsken’den Looking for Love on the Left Bank ve Gary Green’den When Midnight Comes Around.


Finsbury Park 1989



Camden Rd 1988

Fulham Greyhound 1988

Leeds 1993


