İranlı Kadınlar Konuşuyor, hafızalar aktarılıyor, duygular direniyor

Hazırlayan: Ekin Sanaç, Esin Çalışkan

Kadınları örtünmeye zorlayan yasa başta olmak üzere, dinî rejime yönelen iktidarın baskılarına, rejim güçlerinin hayatın her alanında uyguladığı insanlık dışı dayatmalarına, sokağın direniş alanını görmezden gelen sınırsız güvenlik tedbirlerine karşı duruyor; kısaca baştan aşağı bir varoluş reçetesi sunuyor İran’daki özgürlük mücadelesi. Sinematek/Sinema Evi, halk hareketini ateşleyen feminist direnişi başka bir toprakta büyütmek ve farklı kuşaklardan sinemacıların İran’ınkiyle iç içe geçen sinemasal-kültürel üretim alanlarıyla dayanışmak adına bir seçki gösteriyor: İranlı Kadınlar Konuşuyor: Tarih, Sanat, Direniş.  

Kadın ve non-binary sinemacılar tarafından çekilmiş dört uzun metraj belgesel ve altı kısa filmden oluşan seçkiye, küratörlüğünü Saliha Yavuz’un üstlendiği Buradayız Ayaktayız sergisi eşlikçi. Sergiyi 25 Haziran’a dek ziyaret etmek mümkün. Seyirci olarak bir hikâyeye tanık olmanın gücü ve etkisi hakkında söylenecek her söz biraz eksik belki; zihinlerimizin her nöronunda ışımayı büyüten, ilhamını kendi kökünden alan direnişleri en derinlerimizde hissetsek de. Bu düşüncelerle, Füruğ Ferruhzad’ın dizeleriyle mekânda dolandığı sergiyi Saliha Yavuz’la konuştuk ve filmlerin paylaştığı öfkeyi, itirazı ve ayak seslerini yazının kutup yıldızı belledik.  

Yoldan Görüntüler
Aktarımlar, tarihi de yanında taşır

Kuşaklararası Aktarımlar, Daniella Shreir’in “İran İçin, İran’dan Filmler” programı için hazırladığı kısa film seçkisi. Seçkinin ilk filmi Doğmamış Çocuğa Mektup, dört dakikalık süresiyle anlatması hiç kolay olmayan duygulara vurgun yaşatıyor, ne de olsa yönetmeni Sepideh Farsi’nin deyişiyle “geçmişe inen bir kuyu”. Yahut filmden kaldığı şekliyle “hayat gibi, gerçek bir hikâye değil kurgu”. 

Ardından cızırtılı bir ses, sürekli bir yansıma geliyor. Parastoo ve Faraz Anoushahpou tekil bir anlatıcının otoritesini alt üst etmenin bir yolu gördükleri için işbirliği kurmuş iki yaratıcı. Yoldan Görüntüler’i, neredeyse 30 yıl sonra aile izlerini keşfe çıkan kişisel hikâyeleri. Film sırasında -gördüğümü tekrar edercesine- çeşitli çerçeveler çiziyorum defterimin kenarına. Bir annenin hayatla derin bağlantılarını, olağanüstülük – sıradanlık arasında gezinirken böylesine ince duyumsamak hipnotize edici çünkü.

İçimdeki Ses, Hakikatin Parçaları

Tekinsiz bir rüzgâra kapılmışken Katayoun Jalilipour’un, göğüs kafesine derin bir nefes alma hakkı tanıyan işi ile karşılaşıyoruz sonra: İçimdeki Ses, Hakikatin Parçaları. İran’ın, Prenses Qajar olarak da bilinen kadın hakları aktivisti, anı yazarı Taj al-Saltaneh ile hayalî bir konuşma yaparak doğduğu yerde kuir yaşamı filizlemeye yönelik bir tahayyülün peşine düşüyoruz. 3D animasyon, GIF’ler ve meme’ler gibi çeşitli hareketli görüntü formatlarını kullanan film, sıkça yanlış tanıtılan ve alaycı yorumların gölgesinde kalan bir idolü ışıklar altında yeniden canlandırıyor. 80 yılı aşkın bir süre önce hayattan kopan birine sesli mesaj ve smiley atabilme ihtimalinin tuhaflığı bir yana, “nasıl görünmek istediğimiz” böylesine büyük bir mesele değildir belki?

Özgür Serçe

Bir büyükanne, kahkahasını ve yalnızlığını nasıl geri kazanır sorusu üzerine düşünen Özgür Serçe; ödenen büyük bedelleri şimdilik öteleyerek bir ayrılık ve yeni bir hayat kurma macerasına uzanıyor, Niki Kohandel’ın rejisiyle. Kohandel, kıymeti bayalığında yatan nice eşya üzerinde gezinen kamerasıyla mesafeleri eziyor. Kurduğumuz dijital yakınlıkları, uzak mesafelerin yalancı banyosuna sokuyor sanki. Serinin son filmi olan İpekten Hayaller’in, süresi ve diyalog anlatımı ile diğerlerinden farklılaşan bir yanı var. Nahid Rezai de kolektif hafızanın sisli görüntülerine, en iyi bildiği yerden yani kendi geçmişinden bakıyor elbette; 20 yıl önce okuduğu lisede, onlarca kız öğrenciyle sohbetini kayda alırken. Her biri umudun romantik yanını bir bıçakla kesip, korkularını birbirleriyle biledikleri isyanla sustururken; “mutluluğu hayal etmek” de mümkünleşiyor. 

Ne Cüretle Bunu İstersin
Mania Akbari duyuruyor, Ne Cüretle Bunu İstersin

Programın konuğu olarak hem İstanbul’a hem de 26. Uçan Süpürge Film Festivali kapsamında Ankara’ya uğrayan Mania Akbari; kabaca devrim öncesi sinemaya dair arşiv çalışması denilebilecek Ne Cüretle Bunu İstersin’de büyük ekranlardaki kadın imgesi-bedeninin hafızasını kurcalıyor. 2011’den beri İran’dan fiili sürgün yiyen yönetmen, kadın cinselliğini performatif bir videonun özü yapan bir önceki işine benzer şekilde, burada da kendi bedenine yön veren kadınlarla diyalog kuruyor. Rejim tarafından yok edilen bir arşivden, gün yüzü görebilen yaklaşık 100 adet klip, bir çiçek dövmesinin etrafında sonsuzluğa taşınıyor. 

Akbari, ilk sahnede ölçülü bir sakinlikle “bedenimi geri almak istiyorum” diyor; “bir film yapmıyorum, bakışınıza bakıyorum.” Klipler, çoğunlukla muazzam bir kirlilik içinde. Sanki eski nesillere ait bir yakınınızın, çekmeyen bir kanalla inatlaşması gibi. Girdiğiniz ayarlar, görüntüyü yenilemeye yetmiyor. Görüntüler birkaçı dışında siyah-beyaz veya renkli değil, daha çok kendilerine ait bir renk paletinde yer alıyor. Bunun izleme deneyimini yer yer zorlaştıran, yer yer homojenleştiren bir tarafı olsa da her biri ekrandaki yerini biliyor. Elbette kaba saba, inatçı, şehvet düşkünü erkeklerin neredeyse ağzının suyu akarken kadraja giren kadınlar; “başta cinsel bir obje olarak kullanılsa da sonrasında buzlanıp yok sayılarak” hızla manevra değiştiriyor. Hikâyede bilinmez bir boşluk bırakan kimi anlaşılması zor alıntılar, Akbari için filmin kişisel izleklerinin sadece yarı çıplak vücudu üzerinden yansıyan dövme sahnelerine değil; kalemine de sızdığının işaretçisi. 

Akbari, 3 Haziran’da İstanbul’da gerçekleşen söyleşisinde özellikle filmini konuşmak istese de kimi erkek seyircilerin buna izin vermediğini söylemek boynumuzun borcu. Ataerkil ideolojinin böylesi bir film sonrasında bile gövde gösterisini sürdürerek sinir harbi yaşattığı anlarda, Abbas Kiarostami’yi intihal ve cinsel şiddetle suçlayan ifşa metni hatırlatıldı. Sistematik erkek şiddetinin yıllara yayılan, derin etkilerini bir magazin malzemesine çeviren saldırı karşısında durmak, cesaret verici olduğu kadar epey yorucuydu da şüphesiz. 

Sessiz Çoğunluk Konuşuyor

Maryam Tafakory’nin, kadınla erkeğin birbirine dokunmasının gösterilmesini yasaklayan devrim sonrası İran sinemasında bir “nesne”ye sinemasal motif perspektifiyle bakan video makalesi İran Çantası; bir evin gerçekliğini İran’a tuttuğu toplumsal röntgenden geçiren Firouzeh Khosrovani imzalı Bir Ailenin Röntgeni; Bani Khoshnoudi’nin 2009’daki cumhurbaşkanlığı seçimini çerçevesi sayan, çoğunlukla cep telefonlarıyla kaydedilen protesto görüntüleri toplaması Sessiz Çoğunluk Konuşuyor ve 1979 yılını takip eden hafta İran’da bulunan Fransız feminist kadın komitesinin çektiği gösterileri harmanlayan Milat 20-21 Haziran’da son kez Sinematek/Sinema Evi’nde. 

Fotoğraf: Metehan Özcan 
Ata Kam – Here and Now, 2014
Pelur kağıt üzerine serigrafi baskı 35×50 cm
Fotoğraf: Metehan Özcan 
Direnen duygular: Buradayız, Ayaktayız sergisi

Program kapsamında 25 Haziran’a kadar görülebilen, Saliha Yavuz küratörlüğündeki Buradayız, Ayaktayız sergisi, Sinematek / Sinema Evi’nin alt katındaki galeride İran halkının mücadelesine selam verirken, bambaşka zamanlar ve coğrafyalardan direnişlere el uzatıyor ve talepleri şiirsel bir dille ortaklaştırıyor. İranlı sanatçı Bahar Samadi’nin Assembly, 2017 başlıklı videosu ve enstalasyonu tam da bu niyeti açık eder şekilde, direnen özneleri bir araya getiren bir iş.

Kate Millett ile Sophie Keir ve Claudine Mulard’ın 12 Mart 1979 tarihli Tahran kadın yürüyüşünden arşiv fotoğrafları da Ata Kam’ın Gezi Parkı protestoları sırasında çektiği bir fotoğraf da sergide yerini buluyor. Sıkıştıran zamanlar ve daralan alanlardayken güç ve umut bulmak adına güncel zaman ve koordinatlardan kopmak sanki hep iyi gelir. Sergideki tüm işler de bize bunu fısıldamak (bazen de haykırmak) için bir araya gelmiş gibi ve aralarında gezinen etkileyici Füruğ Ferruhzad dizeleri belki tam da bu yüzden insanı canlandırıyor.

Serginin küratörü Saliha Yavuz’a sergiyi gezerken hissettiklerimiz doğrultusunda sorularımızı yönelttik, onun bu sergiyi hazırlarken neler hissettiğini merak ederek.

Serginin ismi en başından beri aklında net miydi? Yolda mı bu sergiye ilişti? Biraz bu sergideki işleri bir araya getirmek için yola çıkarken aklında beliren çerçeve ile ilişkisi bağlamında yanıtlayabilir misin?

Sinematek/Sinemaevi’nde mayıs ayında başlayan İranlı Kadınlar Konuşuyor: Sanat, Tarih, Direniş başlıklı film seçkisine eşlik edecek bir sergi olarak kurgulandı Buradayız Ayaktayız. Serginin ana çerçevesini belirlemeden önce programdaki filmleri izledim, İran tarihi üzerine okudum, zaten güncel durumu takip ediyordum ama İran’dan arkadaşlarımla daha yakın temas içinde olarak aslında biraz daha konunun içinde yaşamaya çalıştım. Film seçkisinde Claudine Mulard yönetmenliğindeki İranlı Kadınların Kurtuluş Hareketi: Milat başlıklı belgesel yer alıyor. Humeyni’nin kadınlar için örtünmenin zorunlu olacağını açıkladığı 7 Mart 1979’u takip eden hafta boyunca kadınların gerçekleştirdiği sokaklardaki yoğun protestolara dair bir belgesel. Hatta sergide fotoğraflarını da gördüğümüz yürüyüş bu. Araştırır okurken, bu eylemde kullanılan sloganları not ediyordum. Kullanılan sloganlardan biri de “uyandık, ayaktayız” anlamına geliyor. Sevgili Azadeh Remazani ve serginin görsellerini kurgulayan Amir Jhamsidi’nin de önerisi ile Buradayız, Ayaktayız olarak sergi ismini buldu. 

Sergide yer alan işlerin hepsi dünyanın farklı yerlerinden direniş hareketlerine, adalet ve hak talebindeki halkların iktidara karşı duruşuna dair. Yeşim Paktin’in işlerindeki görseller hangi ülkeden hangi protestodan bilmiyoruz, Ata Kam’ın Here and Now işi direkt sergi ismine selam çakıyor, Bahar Samadi’nin video enstalasyonu bu uzak ama niyette birleşen bütün olan insanlara dair. Herkesin ortak söylemi bence buradayım ayaktayım, uyandım…

Sergiye dair İran’dan izleyicilerden / sanatçılardan nasıl paylaşımlar ya da dönüşler geldi / geliyor?

Direkt bildirim çok az aldığımı düşünüyorum. Bir kesim serginin çok yumuşak, hafif bir yorum olduğunu söylüyor; bir kesim ise şiirselliği ile şu andaki eylemler karşısında güçlü duran halklara, İran halkına dair güçlü bir duruşu olduğunu düşünüyor.

Özellikle Amir Jamshidi’nin yaptığı hareketli afiş ile “sol yumruk havaya hadi sokaklara” gibi sert ve heyecanlı bir his bekledi sanıyorum bazı izleyenler. Ama sergi tam tersine alışık olduğumuz ajite ya da öfkeli bir yerden değil; dertlerin ortak olduğu, direnişin çıkış noktası farklı olsa da ortaklaştığı bir şey olması dolayısıyla ve küratör olarak benim de bakış açımla poetik bir dil ile kurgulandı. Bu noktada film seçkisinde Radiography of a Family / Bir Ailenin Röntgeni filminden de etkilendiğimi ifade etmeliyim. Medyum olarak geçirgen kumaşın olması, Füruğ’nun dizeleri, Fulya Çetin ve Can Ünlü’nün GIF işi o şiirsel dili destekliyor. 

İran’da şu anda olan şey çok sert. Her gün bir ya da daha fazla infaz gerçekleşiyor, devlet tarafından halka şiddet uygulanıyor. Buna dair bir sergi yapıyor olmak bile aslında garip. Hatta bu konuda, İran gündeminin kültür sanat alanında tüketiliyor, bunun üzerinden fonlar alınarak projeler yapılıyor olmasına dair tartışmalar da var; İran dışında yaşayan İranlılar tarafından başlatılmış.

Şunu biliyorum nacizane; İran’dan arkadaşlarımla konuştuğumda çok güçlü bir tavır sergiliyorlar. O yüzden de o güçlü hâlin ortaya konulmasını önemli buluyorum.

Sophie Keir & Kate Millett – Devrimin cesur kadınlarını hatırlamak, İran, 1979
Fotoğraf: Metehan Özcan

Sergideki işler İran halkının direnişine selam veriyor. Ama bir yandan da o küçücük alanda, bambaşka zaman ve coğrafyaların hafızalarına uğruyor. Bizi en çok etkileyen de bir araya gelmiş bu işlerin değişen teknikleri aracılığıyla ortak taleplere karşı ses çıkarması ama bunu farklı desibellerdeki seslere kulak vermemizi sağlayarak yapması oldu. Yeşim Paktin’in cyanotype baskılarına yakınlaşmanın romantizmini iyi geldi, Füruğ Ferruhzad’ın eşlikçi dizeleriyse gerçek anlamda tutkalı oldu bu hislerin. Ferruhzad’ın şiirle direnişiyle feminizme köklenir; serginin kendini sadece zamanlar ve mekânlarla değil, belirli duygularla sınırlanmadığını da deneyimlerken merak ettik: Sen bu dizelerini nasıl seçtin? Nasıl duygular içindeydin? Nerelerde durdun? Neler geçti aklından?

Ne güzel özetledin aslında. Füruğ tam da her şeyi birbirine bağlıyor benim için. Sergiyi kurgularken sözün de olmasını en başından beri hayal ettim. Tabii ilk aklıma gelen Füruğ oldu, İran edebiyatını düşününce. Şiirlerini sergiye davet ettiğim sanatçılar, işler, direniş kavramı üzerinden tekrar okudum. Romantik bir yerden direnişin aşkın bir hâli olduğunu da düşünenlerdenim.

Füruğ okurken bir yandan İran filmleri izliyor, İran okuyordum. Hatta arkadaşıma, “Türkiye’nin toplumsal dertleri, kalbimdeki sıkışıklık yetmedi İran’a daldım” demiştim. Füruğ’nun umut veren, en azından umuda yer açan dizelerini seçtim özellikle. Yeşim Paktin’in işlerinin altındaki “Biz öğlenlerin sıcağında tozlu sokaklarda aşkımızı haykırırdık” dizesi mesela, bana Gezi’deki hâlimi, âşık olduğum zamanlardaki heyecandan ve umuttan ötesi hislerle Gezi’deki hâlimi hatırlatıyor. Pegah Derakhsan Rokni’nin İran’ın Kürt ve Lur aşiretlerinde hâlâ süregelen bir yas ritüeli olan saçları kesme geleneğinden hareketle yaptığı deseni “Rüzgar Saçlarımızı Uçuracak” altındaki “Rüzgar bizi kendisiyle götürecek” dizesi ya da sergi salonuna inen izleyicinin, ofisten çıkan Sinematek ekibinin “yarın beyaz kaygan bir boşluktu” dizesini görmesi, düşünmesi, boşluğun olasılıkları ve belirsizliğinde biraz kalması fikri iyi geliyor. Sokakta yürürken de alakasız bir yerdeki bir detayı görüp hislenen biri olarak, sergi salonunun dışında ve içinde görenin gördüğü, dikkat ettiği Füruğ dizeleri, bizi politik, ekonomik, toplumsal dertlerin dışında bunlara eşlik eden duygularımızı da fark ettirsin istedim.

Fotoğraf: Metehan Özcan 
Pegah Derakhshan Rokni – The Wind Will Blow Our Hair Away, 2023
Sanatsal baskı kağıdına renkli baskı 16 x 21 cm
Fotoğraf: Metehan Özcan 
Claudine Mulard Tahran Yürüyüşü, 1979
Fotoğraf: Metehan Özcan