Duygudurum: glass beach - plastic death

Yazı: Asena Büyük

Bir albümü ilk defa dinlemeyi mi yoksa üzerine sayfa sayfa hayaller kurduğunuz parçaları tekrar tekrar döndürürken aldığınız zevki mi tercih edersiniz, bilmem. Alışılmış olanın verdiği güvenli hissin her zaman çekici bir yanı olduğuna eminim ama bazı albümler, ilk defa dinlerken sizi öyle yerlere sürüklüyor, öylesine harekete geçiriyor ki kuytunuzdan çıktığınıza hiç pişman olmuyorsunuz. 

19 Ocak’ta Run For Cover Records etiketiyle yayımlanan ikinci glass beach albümü plastic death, epey iyi bir ilk dinleme deneyimi yaşattı bana. Lunaparka gidip bir hız trenine bilet almışsınız gibi düşünün; konforunuzu bir kenara bırakmalı, yüzünüzü rüzgârın estiği yöne doğru çevirmelisiniz. Sarsılacak, şaşıracaksınız ama bu inişli çıkışlı yolculuk sizi kendinize getirecek. Bir arkadaş tavsiyesi olarak: Emniyet kemerlerinizi bağlayın. 

Bir su altı melankolisi yaşatan plastic death’in his haritasını çıkardık.

J McClendon, açılış parçası “coelacanth”ı Thom Yorke-vari bir melankoliyle söylemeye başlamadan önce, grubun gitarlarından sorumlu Layne Smith çıkıyor karşımıza. Smith, kısacık açılış konuşmasında sanat eserlerinin, YouTube’un ve “sanat tüketicileri”nin yapıbozumuna uğramasından bahsediyor.

plastic death, sadece müzikal anlamda sürprizlerle dolu bir yolculuk vadetmiyor; insan ilişkilerine dair belki biraz paranoyak ama çoğu zaman gerçekçi bir melankoliyle gözlemliyor da çevresini. Bir çeşit zihin jimnastiğinin içinde, belki de nefes alabilmek için görmezden geldiğiniz karanlıklarla yüzleşiyorsunuz.

Paranoyanın bazı noktalarda, yaşamımın başkaları tarafından izlenerek gülünç bulunduğu o reality show kâbuslarından birinin eseri olup olmadığını sorgulatacak kadar sert olduğunu söyleyebilirim. Kendi Truman Show’umda başrol olduğumu hissettiğim bir yerden bakıyorum hayatıma, şarkılar arasında gezinirken. İkinci parça “motions”, bir panayırın içinde kaybolmuş gibi hissettiren ritimlerle dolu. Tuhaf bir şekilde, gülümseyen bir palyaçonun elinizden tuttuğunu fark ettiğinizde anlıyorsunuz kaybolduğunuzu: “I wanna find a way out!” (Bir çıkış yolu bulmak istiyorum!) 

plastic death ile ilgili sanırım en sevdiğim detay, bir şarkıdan diğerine geçişin çok doğal ve yumuşak olması. Bu durumun bütün albümü tek nefeste dinlemeyi kolaylaştıran bir yanı olması bir tarafa, anlatının organikliğine de katkısı olduğunu düşünüyorum. Enstrümanların gücüne dayanarak türler arası geçişlerin su gibi akıp gidiyor olması, bu albümde bana suyun altındaymışım gibi hissettiren bir şeyler olmasını açıklıyor gibi. 

Bozuk gitar titreşimlerinin ardından yükselen kuş sesleri, ben fark etmeden “slip under the door” ve albümdeki bana göre temposu en düşük olan “guitar song”u geride bırakmama yardım ediyor. Öfkeli ve oyuncu gitar riffleri arasından duyulan klavye ve yaylılar, gerçek dünya ile çizilen romantik sınırları berraklaştırıyor. “rare animal” ve “cul-de-sac”, tansiyonları yeniden yükseltiyor. 

Yarı uykulu bir çırpınış içinde, “whalefall”a geliyor sıra. Bu şarkı, distopik bir su altı şehrinde balinalarla seyahat etmek gibi. Çok kısa süre için “puppy” ve “whalefall”un sembolizminde yüzmek, melankoliyi üzerimden atmama yardımcı oluyor. Sıradaki parça “the killer”, hikâye anlatmayı seven bir kemanı seslendiriyor. Bir aşk şarkısı olup olmadığına emin olamadığım “the CIA”den sonra bence bir TOOL esintisi yaratan “200”ın karanlığı sızıyor kulaklıklarımdan. 

“commatose”, plastic death’teki en uzun kayıt ve aynı zamanda albüme ismini veren plastic death kavramını açıklıyor. Henüz koleksiyonun sonuna gelmeden, bir bakıma bütün bir temayı özetlemeye izin veren bu çok katmanlı parça; bozuk, rahatsız edici sesler aracılığıyla iletişimde yaşadığımız kopuklukları tasvir ediyor ve artık yalnızca bir dinleyici olmaktan çıkıyoruz. 

“Let me be as clay / In your coarse fingertips / Your plastic silhouette, I will lay / I am a human body / Do you know? / Do you remember?” (Kil gibi olayım / Hissiz parmaklarında / Plastik silüetinin ardında / Ben bir insanım / Biliyor musun? / Hatırlıyor musun?) “abbyss angel”, bu sözlerle albümü sonlandırıyor. 

plastic death sona ererken, bir müzik kutusunun içinde, balerinin elinden tutup sakince süzülüyoruz, gözlerimiz açık; gürültü ve pisliklerle dolu gökyüzünün altında hapsolmuşuz. Kişisel müzik tarihimin en iyi ikinci albümlerinin arasına giren plastic death, Shakespeare ile aynı fikirde: “Bütün dünya bir sahnedir!”.