İnsanın dünyadaki izlerinin peşinde: Kacper Kowalski
Kacper Kowalski fotoğraf çekmek için uçmuyor, uçabilmek için fotoğraf çekiyor. Onu diğer hava fotoğrafçılarından ayıran ve ödüllere boğan da galiba tam olarak bu. Yere bastığında aile fotoğrafı dışında ne çekeceğini bilmediğini söylerken, irtifa kazandığında bize dünyayı bambaşka gösteriyor.
Röportaj: Yetkin Nural
Polonyalı Kacper Kowalski için hava fotoğrafçılığı aslında ikincil bir üretim olarak başlamış. İlk tutkusu, saplantısı ve bağımlılığı olarak bahsettiği uçmak için aile mesleği olan mimarlığı terk eden Kowalski uçma macerasını hem maddi hem de manevi olarak destekleyecek bir “bahane” ararken fotoğrafçılıkla tanışmış. 1996’dan bu yana göklerden dünyaya bakan ve insanlığın dünya üzerindeki izlerine dair hikâyeleri kendi yaşam bölgesinde gördükleri üzerinden anlatan Kowalski’nin fotoğrafları dokuları, renkleri ve kompozisyonları ile bakanı yaşadığımız dünyaya dair yepyeni perspektifler içinde düşünmeye itiyor. Fotoğraflarıyla sık sık World Press Photo, Grand Press Photo, POYi gibi prestijli ödüllere layık görülen Kowalski ile uçmak, değişim, deneyimler, dronelar, bakmak ve görmek üzerine konuştuk.
Uçmaya ilgin nasıl gelişti? Fotoğraf işin içine nasıl girdi?
Sanıyorum keşfetme ve görüntüleme dürtüsü her zaman kanımda vardı. Uçmayı 1996’da keşfettim. Fırsat yakaladığım ilk anda küçüklüğümden beri var olan uçma hayalimi gerçekleştirdim. Polonya ilginç bir dönemden geçiyordu, komünizm birkaç yıl önce yıkılmıştı, (havacılıkta o dönem yeni bir spor olan) yamaç paraşütü Polonya’ya yeni gelmişti ve ben gençtim. Daha üniversiteye bile başlamamıştım.
Uçarken büyülü bir bahçe keşfettim. Benden başka kimse oraya nasıl gidileceğini bilmiyordu. O ağaçların üzerinden ilk uçuşumu hatırlıyorum. Gördüklerim beni büyülemişti. Ufuk çok yakın gözüküyordu ve ben orada ne olduğunu keşfetmek için uçmaya devam ettim.
Birkaç sene sonra uçmak benim uyuşturucum haline geldi. Hava ne zaman müsait olsa işten veya evden sıvışıp bitap düşene kadar havada süzülüyordum. Dünyaya geri döndüğümde işime konsantre olamıyordum, çünkü hep gökyüzündeyken gördüğüm görüntüleri düşünmekle veya bir sonraki uçuşum için hava durumunu takip etmekle meşguldüm.
İşimi de arkadaşlarımı görmeyi de bıraktım, evde hiç zaman geçirmez oldum. Ancak zamanımı sürekli uçarak geçirmek için bir nedene ihtiyacım vardı. Fotoğraf o zaman işin içine girdi. O zamanlar dijital kameralar veya hava droneları henüz yoktu. Yeri geldiğinde havada kameranıza yeni bir film makarası takmak zorundaydınız. Evimin yakınındaki bir meradan gökyüzüne süzülüyordum ve 150 metre yüksekliğin büyülü, rengârenk dünyasına giriyordum. Geriye getirdiğim fotoğraflar bir korsanın hazinesi gibiydi benim için. O fotoğraflar sayesinde yaptığım işin bencil bir heves olmadığına kendimi ikna ettim. Benim misyonum bu bilinmeyen ve görülmeyen dünyayı insanlara göstermek, bir medeniyetin portresini gökyüzünden kaydetmek haline geldi. Kendimi eğitici ve aydınlatıcı hissettim. Ödüller kazandım, sergiler yaptım ve fotoğraf kitaplarımı imzaladım.
Gökyüzündeyken çekmek için ne gibi manzaralar ve görüntüler arıyorsun?
Bazen bir yer veya konu hakkında bir öykü anlatmak için manzara arıyorum. 2010’da Sandomierz’de gerçekleşen sel felaketi sırasında güney Polonya’da sel altında kalmış bir bölgenin üzerinde uçuyordum. Bu felaket hakkında bir belgesel çekimi projesiydi. Bakanların duygularını harekete geçirmek için bulabildiğim en sembolik yerleri kullandım. Mezarlıkların, tren istasyonlarının, çocuk parklarının, okulların ve bu gibi yerlerin fotoğraflarını çektim. Hepimizin bildiği ve evrensel mekânlar…
Başka zamanlar, çok iyi bildiğim yerlerin üzerinde uçuyorum. Uçuyorum ve uçarken gördüklerimin gerçek olup olmadığını merak ediyorum. Altımdaki manzaranın ve hareketlerin doğasını merak ediyorum. Aynı yer üzerinde tekrar ve tekrar uçuyorum. O zaman benim en sevdiğim konu olan değişiklikleri net bir şekilde görebiliyorum. Gördüklerim doğanın insan tarafından yerleşilmiş hali mi? Yoksa doğaya benzemesi için bizim yarattığımız alanlar mı? Bu bakış açısının sonucu Side Effects projemde ortaya çıktı. Aslında bu bir fotoğraf serisinden ziyade görsel bir hikâye anlatıcılığı.
Kimi zaman ise bir yerden, o yerin kendine has yapısından çok etkileniyorum. Çocukluğumu deniz kenarında geçirdim. Plaj benim doğal mekânım ve bu nedenle fotoğrafçılığımın da bir parçası haline geldi.
Son olarak, OVER projesi ile benden başka kimseye ait olmayan bir dünyayı keşfetmeye çıkıyorum. İçeriği sadece hissettiren bir form arıyorum. Tanımlamadan rehberlik eden bir form. Bu forma bakarken ne gördüğüm değil ne hissettiğim önemli. Manzaranın kendisini bir araç olarak kullanmak için kendime izin verdim. Korkuyu, heyecanı, coşkuyu, saplantıyı, yorgunluğu ve daha başka pek çok duyguyu gösterebilirim. Bu duygular doğru manzarayı bulmam için bir anahtar görevi görüyor. Bazen sonsuza uzayan manzaralar içinde neden bir kareyi seçtiğimi, bilinçaltımın bu karede bana ne demek istediğini merak ediyorum. Yamaç paraşütüyle uçmak, aynı zamanda hem pilotluk yapıp hem de fotoğraf çekmek benim için bir meditasyon görevi de görüyor.
Röportajın tamamını okumak için buraya tıklayark Bant Mag. No:62’ye ulaşabilirsiniz.