Yaşasın duyguların iş birliği: Inside Out 2
Yazı: İlayda Güler
Pixar’ın en sevilen animasyonlarından Inside Out, tam dokuz yıl sonra devam filmiyle yeniden sinemalarda. Türkçe seslendirme kadrosunda Aysun Topar, Aslı İnandık, Gupse Özay, Ercan Demirel ve dahasıyla…
*Bu yazı, henüz Inside Out 2 filmini izlememiş olanlar için bazı sürprizleri bozabilir.

Nerede kalmıştık?
2015 yapımı Inside Out’ta, babasının yeni işi sebebiyle ailesiyle birlikte Minnesota’dan San Francisco’ya taşınan 11 yaşındaki Riley’nin, bu radikal değişimi duygu dünyasında nasıl işlediğini büyük bir zevkle izlemiş; zihnindeki Kontrol Merkezi’nde yaşayan Neşe, Üzüntü, Öfke, Korku ve Tiksinti’nin maceralarına tanık olmuştuk.
Yeni filmde ise 13 yaşına girerek ergenliğin kurdelesini kesmiş bir Riley ile karşılaşıyoruz. Bedeninde tuhaf değişimler oluyor, zihnindeki dağınıklık odasına da yansıyor, annesine babasına daha sık öfkeleniyor. Hayat bugüne kadar sandığı şey değil galiba. Offf, içinde bir huzursuzluk var işte, anlasanıza.
Yaz tatilinde, en yakın arkadaşları Grace ve Bree ile birlikte bir hokey kampına katılmak üzere yola çıktığında, onların seneye farklı bir okula gideceğini öğreniyor Riley. Olamaz! Ya yapayalnız kalırsa? Lise takımının yıldız oyuncusu Valentina da kampta; saçındaki kırmızı parçayla, öncü duruşuyla falan çok havalı biri. Galiba onun dünyasına uyumlanmak tek seçeneği. Ne yapsın yani, o zaman Grace ve Bree de onu terk etmeseydi. Artık kampın sonundaki seçmeleri ya geçmeli ya da geçmeli. Yoksa her şey mahvolacak!
Tabii ki mahvolmayacak.:) Ama önce, Kontrol Merkezi’ne el koyup bugüne dek bildiği bütün duyguları sürgüne gönderen yeni duyguları tanıması, onlarla ne yapacağını öğrenmesi gerek.

Meraklısına notlar
*Serinin ilk halkasında yönetmen koltuğunu; Ratatouille, WALL·E, Up, Soul gibi nice Pixar yapımında çeşitli sorumluluklar almış Pete Docter ile Ronnie Del Carmen paylaşmıştı. Bu kez reji ve hikâye, Pixar’la yolu The Good Dinosaur ile kesişen Kelsey Mann’e emanet edilmiş (kendisinin ilk uzun metraj yönetmenliği!); Pete Docter da yapımcı kadrosuna geçiş yapmış. Senaryo ise ilk filmde de aynı işi üstlenen Meg LeFauve ve Jim Carrey’li Kidding dizisinin yaratıcısı Dave Holstein’ın zihninden çıkmış.
*Yönetmen Kelsey Mann, Inside Out 2 üzerinde çalışmaya başladıklarında, akıllarında dokuz yeni duygunun canlandığını söylüyor. Bir sadeleşme kararının ardından Suçluluk, Kıskançlık, Schadenfreude (başkasının talihsizliğinden zevk almak) gibilerinden vazgeçilmiş; yeni film için Kaygı, Gıpta, Utanç ve Bıkkınlık vücuda gelmiş.
*Elenenler sadece duygular değil; Riley’nin mental coğrafyasında da gizli köşeler kalmış. Son düzlükte kesilen “Daima Yapım Aşamasında” sloganlı “Erteleme Ülkesi” gibi.
*Filmi hazırlayan kişilerin ergenlik dönemleri pek de yakında olmadığından, dört ayda bir stüdyoya gelerek izlediklerini değerlendirmekle görevli dokuz genç kızı buluşturan “Riley’s Crew” adlı bir takım toplanmış.
*Riley’nin hâlâ gizlice sevdiği, favori çocukluk programından fırlayıp bastırılmış duygulara yardım eden Bloofy ve Pouchy, Pixar’ın ilk 2D karakterleri. İlk görüşte yadırgayabilirsiniz. Bloofy ve Pouchy’yi, Riley’nin hafızasındaki gibi tutma fikriyle yapılmış deneylerin sonucunda ortaya çıkan bu sahnelerle ilgili Kelsey Mann şöyle diyor: “İyi bir çalışma olmadığı anlamına gelmiyor. Bu sadece farklı bir estetik.”
*Orijinal seslendirme kadrosu bir harika; yeni transferler şöyle: Kaygı’yı Maya Hawke, Gıpta’yı Ayo Edebiri, Utanç’ı Paul Walter Hauser ve Bıkkınlık’ı Adèle Exarchopoulos konuşuyor.

İlk intiba
Hikâyenin ve ona zemin oluşturan atmosferin gelişiminde gözetilen incelik ortada; dolayısıyla bence “devam filmi”nden beklentiyi yeterince karşılayan, duyguların işlevi ve birbiriyle ilişkilerine dair zihnimizde oluşan karmaşık yapıları olabildiğince sadeleştiren, zekice esprileriyle çok eğlendiren ve tüm sahiciliğiyle Riley üzerinden kendimize şefkatli bir biçimde bakmamızı sağlayan bir iş olmuş Inside Out 2. Henüz ergenlikten bihaber çocukların alacağı mesaj daha sınırlı olacaktır muhtemelen, yetişkinlere ise çok daha fazlasını vadediyor. Uzundur yüzü gülmeyen Pixar takipçilerine de bir oh çektirmiş diye duydum.
Bu defa öykü, Benlik Algısı ve İnanç Merkezi etrafında örülüyor. “Ben iyi biriyim.”den “Ben yetersizim.”e giden yolu neyin açtığı ve neyin kapattığı var izlekte. Riley, içinden gelip geçen duyguların ona nasıl hissettirdiği ve onu hangi davranışlara yönelttiğini keşfetmek; bir duyguya kendine ya da bir başkasına zarar verecek kadar teslim olduğunda yaptığı hataları görmek ve daha da değerlisi telafi etmeye çalışmak; böylece kim olduğuna “karar vermek” ve sevilmek için mükemmel olması gerekmediğini anlamak gibi duraklara uğruyor, biz de onu takip ediyoruz. Bu arada izleyiciyi Riley’nin ebeveynlerinin kontrol merkezlerine konuk etmek de bence çok iyi bir fikir.
Seyahat boyunca Riley’ye en çok çelme takan (istemeden de olsa) Kaygı oluyor. Dünya döndükçe var olmuş ve olacak bu duygunun pandemi ve kapitalizmin karşı konulması çok güç dayatmalarıyla birlikte bugün yeniden bir altın çağ yaşadığı söylenebilir. Bu yönden izleyen herkesi yakalayacak pek çok replik barındırıyor Inside Out 2. Kaygı pek fırsat vermese de tüm karakterlerin tasarım detaylarını incelemek epey eğlenceli. Kaygı’nın tüm bedenine sirayet etmiş titrekliği, Gıpta’nın ısrarlı hevesini taşıyan kocaman gözleri, Utanç’ın saklanmasına yetmeyen sweatshirt’ü, Bıkkınlık’ın pelte gibi akmaya hazır hâli ve tatlı bir şakayla oyuna dâhil olan Nostalji’nin krepeli saçları gibi.
Ve tabii, mimari. Hem doğal hem de yapılı çevresiyle Riley’nin zihin mekânlarında dolaşmak aşırı zevkli. Özellikle İnanç Sistemi’ni kuran yaratıcılıkla karşılaşmaktan mutlu oldum. Anılara dair görüntüleri taşıyan küreler, durgun suda köklenerek parlak teller hâlinde yukarıya yükseliyor. Deneyimlerin biçimlendirdiği inançlar, teller titreştikçe kişinin sesinden dinleniyor. Tel ormanından enstrüman! Orada birkaç saat geçirebilmeyi isterdim.
En çok neyi sevdin?
Neşe’den duyduğumuz “O bizim kızımız.” sözüne ulaşan panik atak sahnesini. Tehlikelere karşı alarm vermemizi sağlayan işlevli bir duygu olan Kaygı kendini kaybettiğinde; Neşe ise çözümü, kontrolü tamamen ele geçirmekte bulduğunda işler sarpa sardı. Çünkü onlar bir takımdı ve kurtuluşları iş birliği yapmaktaydı. Riley’nin sağlığı üzerinde hepsini sorumluluğu vardı; o birinin değil, hepsinin kızıydı. Kim olduğuna, ona ancak böyle bir ortam sağladıklarında karar verebilirdi. Bu sahnedeki duygu geçirgenliği kadar görüntü yönetiminin de oldukça etkileyici olduğunu söylemeli. Filme dair en çok sevdiğim şeylerden bir diğerinin ise o masum inşa hâlini güzelce taşıyan tema müziği olduğunu da.

En az neyi sevdin?
Temel çatışmasını. Filmin rotasını; ergenlik döneminden itibaren hayatımızda kapladığı alanı genişleten, bazen ailemizden daha yakın hissettirebilen, hangi yaşta olursak olalım birlikte büyümenin, bir takım olmanın tadını almamızı sağlayan arkadaşlık bağı ekseninde çizmiş olmasını çok anlamlı buldum. Ancak Valentina aksıyla diğerlerine göre daha az bağ kurabildim. O sırada ergenlikte yaşananlara dair başka olasılıklar da aklımı çelmedi değil.
Bir yandan, izleyici tarafından bile bu kadar uyarlanabilir bir sistem kurulmuş olması harika bir şey. Zira ilk filmden biliyoruz ki Riley anne babası konusunda şanslıydı; güvenli bağlanan bir çocuk olarak büyüdü. Ama ya öyle olmasaydı? Ya da biraz daha katmanlı, yetişkin zihnindeki dertlerin, belki birtakım bozuklukların yönetilmeye çalışıldığı kontrol merkezlerinde yaşananları görebilseydik? O zaman çocuklar izleyemezdi ve Inside Out bir gişe canavarına dönüşmezdi elbette ama insan işte; merak ediyor. Ben bir anlığına kendimi, İlker Çatak’ın The Teachers’ Lounge’unda Leonie Benesch’in tüm salonu panik atağını paylaşmaya ikna ettiği o anlara gidip, öğretmen Carla’nın zihnindeki kaosu hayal ederken buldum mesela.
Nasıl hissettirdi?
Çok iyi hissettirdi. Çıkışta uzunca bir süre gülümseyerek yürüdüm. Bir de en son ne zaman bu kadar dolu bir salonda film izlediğimi düşündüm; bunu böyle kalabalık yaşamamıza sevindim. Çocuk, yetişkin fark etmeksizin, izleyiciler arasında oğlan popülasyonu çok azdı; “Yine en çok olmaları gereken yere iştirak etmemişler.” dedim kendi kendime. Şaka bir yana, duygularımızı tanımayı öğrenememe ve ifade edememe, kendimiz kadar sosyal ilişkilerimizi de baltalayan çok büyük bir sorun. Patriyarkal yapılardaki yazılı olmayan toplumsal cinsiyet yasalarına göre, bir tür zayıflık paketinde sunuluyor olsa da kadınlara duygular görece daha serbest; bu anlamda erkekler oldukça dezavantajlı. Dolayısıyla filmin, seyir zevki dışında yarattığı soru işaretleri ve verdiği şefkatli güçle de gençler başta olmak üzere izleyen herkese kendini iyi hissettireceğini, hepimizi yumuşatacağını düşünüyorum. Lütfen görün Inside Out 2’yu. Sevgiler.