Irkçılık öldürür!

Yazı: Müge Turan

Berlinale‘nin Filistin’de yaşanan soykırım gerçeği karşısında geçen sene takındığı İsrail yanlısı tutumu ve talihsiz açıklamaları, bu seneki festivale yönelik haklı boykot gündemini belirledi. Festival, Onursal Altın Ayı almak üzere törene katılan Tilda Swinton ile açılış yaptı. İsrail’in saldırılarına karşı Filistin halkına desteğini açıkladığı konuşma Berlinale gündeminin kafasını karıştırırken, festivalin son gününe denk gelen seçim sonuçları adeta bir haber niteliğindeydi — geçmişin, geleceğin aynası olduğunu kanıtlarcasına. Kurmacadan belgesele uzanan bazı filmler, sağın dünden bugüne önlenemez yükselişine işaret ederken, toplumun yüzleşmekten kaçındığı konuları sinema salonlarına taşıdı.

Die Möllner Briefe

Örneğin, Panorama bölümünde yer alan yapısal ırkçılığa dair duygusal bir belgesel olan Martina Priessner’in yönettiği Die Möllner Briefe / Mölln Mektupları. Geçtiğimiz yıllarda olaylı Filistin belgeseli No Other Land / Gidecek Yer Yok ve Cem Kaya’dan Aşk, Mark ve Ölüm gibi filmlerin kazandığı İzleyici Ödülü’ne layık görülen bu belgesel, izleyicide güçlü bir empati duygusu yaratmayı başardı.

Film, 1992 yılında Mölln’de gerçekleşen ırkçı kundaklama saldırısının ardından hayatta kalan İbrahim Arslan’ın hikâyesine odaklanıyor. O dönem yedi yaşında olan İbrahim, saldırıdan sağ kurtulsa da kız kardeşini, kuzenini ve kendisini kurtarmaya çalışırken hayatını kaybeden büyükannesini kaybetti. İbrahim için bu travmayla başa çıkmak, ırkçılığa karşı mücadele etmek ve anma kültürünü, kurbanların bakış açılarını merkeze alacak şekilde savunmak anlamına gelirken; kardeşi Namık ise ortak yaşadıkları travmayla ancak yeni yeni yüzleşmeye başlıyor. 

Filmin çıkış noktası ise saldırının ardından Mölln kentinin 30 yıl boyunca İbrahim Arslan ve diğer kurbanlara yazdığı yüzlerce dayanışma mektubu. Priessner’in filmi, İbrahim’in yıllar sonra keşfettiği bu mektuplardan üçünü yazan kişilerle buluşmasını takip ederek, kundaklama saldırısının kurbanlarını kolektif hafızanın merkezine yerleştiriyor. Hem mağdurlar hem de izleyici üzerinde geçmiş ile bugün arasında duygusal bir köprü kuruyor. Sanıyorum izleyen herkes benim gibi derin bir üzüntü, öfke ve sevinci aynı anda hissetti. Mölln’e gönderilen mektuplar, çocukların çizdiği resimler ve zarfın içine sıkıştırılan utançla karışık empati kelimeleri ekrana yansıdığında gözyaşlarını tutmak zorlaşıyor. Film, yalnızca kurbanların ve hayatta kalanların perspektiflerini öne çıkarmakla kalmıyor, aynı zamanda onların varlığından bile haberdar olmadıkları güçlü bir dayanışma duygusunu da gözler önüne seriyor. Bu arada sadece İbrahim ve ailesinin değil, saldırının diğer mağdurların tanıklıkları da var. 

Die Möllner Briefe, belediye yetkilileriyle yapılan toplantılar, gün yüzüne çıkmış taze arşiv görüntüleri ve bilgilerle, ırkçılığa karşı mücadelenin ne kadar önemli olduğunu, devlet tarafından nasıl engellendiğini, tarihsel hafızanın bürokratik ihmallerle nasıl ele alındığını ve 30 yılı aşkın süredir devam eden kuşaklar arası travmayı derinlemesine inceliyor. Derya Yıldırım’ın müziğiyle beslenen film, hafızayı diri tutmanın ve hatırlamanın hayati önemini vurgularken, travmanın bugünkü hayatlardaki etkilerini hassasiyetle ele alıyor. Mektuplardaki resimler ve yazılar aracılığıyla dönemin empati duygusunu hissetmek çok dokunaklı ve kıymetli. Tıpkı ölen ve mağdur olanların isimlerinin dile getirilmesinin değeri gibi.

Das Deutsche Volk

Beyaz Almanya’nın ırkçılığına dair diğer bir belgesel de Marcin Wierzchowski’nin yönettiği Das Deutsche Volk / Alman Halkı. 2020’de Hanau’da bir Neo-Nazi tarafından gerçekleştirilen ırkçı saldırıyı ve sonrasında yaşanan süreci ele alıyor. Saldırıda dokuz genç hayatını kaybetmiş, saldırgan daha sonra annesini ve kendini öldürmüştü. Olay özellikle Almanya’da büyük bir şok yaratsa da pandemi kısa bir süre sonra gündemi gölgelemişti.

Das Deutsche Volk da tıpkı Die Möllner Briefe gibi saldırıda hayatını kaybedenlerin ardından kalan yakınlarının yaşadığı yas, adalet mücadelesi ve yetkililerin ihmallerine odaklanıyor. Polisin ve diğer devlet kurumlarının olay günü yeterince hızlı müdahale etmemesi, soruşturmadaki eksiklikler, ırkçı söylemler ve yapısal önyargılar eleştiriliyor. Ayrıca saldırıyı gerçekleştiren kişiyle bağlantılı olabilecek aşırı sağcı polis memurlarının varlığı da tartışılıyor.

Wierzchowski, belgeselinde ailelerin son dört yıldır devam eden öfkelerini ve adalet arayışlarını siyah-beyaz bir estetikle aktarıyor. Bu ailelerin uzun soluklu çabalarına rağmen sonunda yine de taleplerinin tümünün karşılanmadığını vurguluyor. Örneğin, saldırı kurbanları için Hanau’nun merkezinde bir anıt dikilmesi talebi onca toplantıdan sonra yine de reddediliyor. Ve o tartışmalarda ırkçılığa dair emareler yine dile geliyor. Das Deutsche Volk, bu insanların Almanya toplumunun ayrılmaz bir parçası olduğunun altını çizerken soğuk ve mesafeli anlatımıyla izleyiciyi derinden etkileyen bir öfke uyandırmayı başarıyor. Almanya’da yükselen aşırı sağ tehdidine ve toplumun bu konudaki duyarsızlığına dikkat çeken belgeselin gösteriminin sonunda aile yakınlarının sahneye çıkmasıyla izleyiciyle aralarında müşterek bir duygudaşlık yaşandı.

Hysteria

Panorama programında yer alan ve ilk filmi Oray ile adını duyuran Mehmet Akif Büyükatalay ise Hysteria ile Almanya’nın Solingen kentindeki saldırıya farklı bir açıdan yaklaşıyor. Hysteria, diğer iki filmden farklı olarak bir kurmaca ve yönetmenin göçmen bir Türk olması da anlatıyı daha kişisel bir boyuta taşıyor. Bir film setinde yaşanan Kuran yakma olayının ardından ekibin içine düştüğü kaosu ve stajyer Elif’in (Devrim Lingnau) bu süreçte sırlar ve yalanlarla dolu tehlikeli bir oyuna çekilmesini anlatıyor. “Film içinde film” motifini kullanarak izleyiciyi beklenmedik sürprizlerle dolu bir yolculuğa çıkarıyor.

Film, bir yönetmen ve asistanıyla başlıyor. Platoda inşa edilmiş, zifiri karanlıkta yanmış bir ev cephesine monitörden bakıyorlar. Bu ev, 1993 yılında Solingen’de aşırı sağcılar tarafından gerçekleştirilen kundaklama sonucu beş Türk göçmen kadın ve kız çocuğunun hayatını kaybettiği evin birebir replikası. Çekimlerin ardından evin kalıntıları arasında (sözde kazayla) yanmış bir Kuran bulunur. Bu olaya tanıklık edenler ise filmde çalışan, çoğunluğu mülteci merkezinden gelen figüranlardır. Bir film uğruna Kuran’ın yakılması, figüranlardan Majid (Nazmi Kırık) için kabul edilemez bir günah. Ona göre bu saygısızlığın sorumlusu ise filmin yönetmeni, Solingen saldırısı sırasında çocuk olan, Türk kökenli ancak Alman kimliğiyle sürekli bir çatışma yaşayan Yiğit.

Hysteria bu girişten sonra anlatımının direksiyonunu kırarak daha karakter odaklı bir anlatıma evriliyor. Uzun soluklu bir gerilim-macera aracılığıyla Almanya’nın Müslüman nüfusu ve mültecileriyle süregelen ilişkisini yansıtsa da Büyükatalay, “Almanya’nın süregelen mücadelesi” söylemini tersine çevirmeyi amaçlayan taze bir bakış açısı sunuyor. Öncelikle hikâye, her karakteri bilinçli bir belirsizlik içinde konumlandırıyor. Her karakterin suça yönelik potansiyel bir motivasyonu, kaçınılmaz önyargıları ve kendine özgü bir adalet anlayışı var. Film, 2010’lardan bu yana göçmen ve mülteci krizleriyle şekillenen Batı Avrupa’nın sosyopolitik arka planını doğrudan temsil etmese de filmin olay örgüsündeki kıvraklık ve hassasiyet izleyiciyi içine çekmeyi başarıyor. Elif’i baş karakter olarak konumlandırırken, seyircinin kendisini farkında olmadan politik eğilimleriyle örtüşen karakterlerle ittifak kurarken bulmasına da olanak sağlıyor.

Hysteria, bu tür incelikleri ustalıkla yönetirken, küresel faşizm karşıtı direnişin meşru bir parçası olduğu dönemde “woke” terminolojisini kullanarak, her karakterin ten rengini ve dini aidiyetini farkındalık ve konfor alanı açısından bir spektrum içinde sunuyor. Film, medyada Müslümanların temsili ve sinema endüstrisindeki güç dinamikleri gibi konulara da değiniyor. Düşük bütçesine rağmen Hysteria yoğun ve sürükleyici bir gerilim sunarak iyi filmin her zaman büyük bütçe demek olmadığını kanıtlıyor. Mizahi yönüyle provokatif; hatta sanatın, yönetmenin kibrinin de altını çizerek iğneyi kendine de batıran bir yapıya sahip. Film, festivalde En İyi Avrupa Filmi dalında Europa Cinemas Label Ödülü’nü kazandı.

Berlinale’de yarışan ve bazıları Hollywood’dan ihraç bazıları Alman sinemasının daha ana akımı filmlerinin içindeki bu üç yapım, Almanya’nın güncel toplumsal ve politik dinamiklerini sorgularken; son seçimlerde muhafazakâr siyasetin zaferi ve aşırı sağcı AfD’nin ikinci sıraya yerleşmesi, bu tartışmaların ne denli güncel ve kritik olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor.