Karakter Galerisi: Jeff Nichols

Yazı: Utkan Çınar

Jeff Nichols son 15 yıldaki kariyeriyle Amerikan sinemasının auteur’leri arasında önemli bir yer edindi. Özellikle, Wener Herzog’un deyimiyle “kuşağının en iyi aktörü” Michael Shannon ile ortaklıkları gerçekten büyüleyici. Kendimizi yakın hissedebildiğimiz, karakterlerine dürüstçe yaklaşan, izleyeni kazıklamaya çalışmayan bir yönetmen. Eski ekol, 90’ların Hollywood’una hep selam çakan, o dönemin klişelerini ustalıkla filmlerine yedirebilen bir sinemacı. İlk iki filmi ve kanımca başyapıtları Shotgun Stories ve Take Shelter’dan sonraki filmografisinin biraz parçalı bulutlu olduğunu söylemeliyim. İlk büyük anaakım işi Mud güzel sinematografisi (bu konuda her filminde yanında olan Adam Stone’u da anmalı), akıcı diyalogları ve masumiyetiyle iş görürken; Spielberg-vari ve ketum bilim kurgu Midnight Special daha fazlasını bekletiyordu insana. 

Ardından gerçek hikâye uyarlamaları başladı. Önce Loving. Irklararası evlilik üzerine başat davalardan biri olan olan Loving vs. Virginia üzerine yapım saygın olsa da Nichols’ın manevra alanını kısıtlayan bir konuyu irdeliyordu kanımca. Sekiz yıllık aradan sonra gelen ve geçtiğimiz haftalarda gösterime giren The Bikeriders da gerçek karakterler, 60’ların özgür ruhları olan motosiklet çeteleri üzerine. Yine sağlam bir sinematografi ve sağlam bir oyuncu kadrosuyla ortalama üstü bir iş. Jeff Nichols dönem işlerindeki yeteneğini kanıtlıyor. Karakterlerini her zaman son derece takıntılı bir şekilde bir amaca kitlenmiş durumda buluyoruz. Bu amacın mantıklı ve doğru olup olmamasından bağımsız bir şekilde, kabullenilmiş çaresizlik içinde sessiz çığlıklar atarken buluyoruz onları. Kendisi de filmlerinin senaryolarının karakterlerinden yola çıktığını; karakterler geliştikten sonra onların konuyu dikte ettiklerini söylüyor. Okulu bitirdikten sonra ilk olarak bir Townes Van Zandt belgeselinde çalışan Nichols’ın müthiş başlangıcı her ne kadar bir miktar yavaşlamış da olsa son iki filminde de işindeki ustalığı net biçimde görülüyor. Son olarak da hep şehirleşmenin az gerçekleştiği coğrafyalara çevirdiğini kamerasını da vurgulamak lazım. Tüm filmlerindeki en istikrarlı karakter; “açık alanlar” olmalı.   

The Bikeriders vizyona girmişken, Jeff Nichols sinemasının akılda kalıcı karakterlerini bir hatırlayalım istedik.


BOY HAYES
Film:
Shotgun Stories (2007)
Canlandıran: Douglas Ligon

Bugünden baktığımızda herhalde Shotgun Stories’in Amerikan bağımsız sinemasının başat işlerinden biri olarak gücünü koruduğunu söylemekte sakınca yok. Hatta naçizane, gönlümde Kelly Reichardt’ın Old Joy’uyla beraber özel bir yere sahip. Shannon senaryo kendisine ilk ulaştığında hayatında okuduğu en iyi şey olduğunu söylemiş. Hatta neredeyse bedavaya oynamış. Nichols’ın tüm parası sadece “film” almaya yetiyormuş ve aktörleri, ekibi annesi doyurmuş. Film sonradan başkalarıyla mutlu bir aile kuracak eski alkolik babaları tarafından terk edilen üç kardeşi odağına alıyor. İçlerinde nefretle büyümüş, bu öfkeyi çeşitli şekillerde dizginlemeye çalışan üç kardeş. Bunların arasında bana ilginç geleni Boy Hayes ise bu nefreti taşımıyor aslında. Ama bir kabullenmişliği var. İşte bu kabullenme, hatta içselleştirme Nichols karakterlerinin ortak bir özelliği. 

Bu kervan geçmez, umudun uğramadığı kasabada Boy yalnız bir nerd olarak yaşamını sürdürmekte. Basketbol sever, köpeği vardır, karavanda yaşar, çocuklarla arası iyidir. Arabanın aküsüyle çalıştırdığı blender’ıyla kendine içki hazırlar. Dizlik takar. Hawaii gömlek giyer. Filmdeki tek cart renk de onun gömleği zaten. Kardeşleri ve üvey kardeşleri birbiriyle olan kan davalarında inatçıdır; kendi çaplarında da haklıdırdar. Boy ise umursamaz bunları, kavgalarına girmek istemez. Boy çoğumuzun etrafında da tanıdığı bir karakterdir muhtemelen; etliye, sütlüye bulaşmak istemeyen. Sonunda da işleri çözen o olur. Bir yandan ne kadar da iyimser bir son. 


CURTIS
Film:
Take Shelter (2011)
Canlandıran: Michael Shannon

Bu, Michael Shannon’ı tanımlayan rol olmalı. Nichols’ın şimdilik zirvesi diyebiliriz. Daha sonraki filmlerinde de göreceğimiz gibi yönetmenin karakterleri “onurlu” takıntılara sahip insanlar ve bu takıntıları hem onlara hem de yanındakilere, sevdiklerine zarar verse de prensiplerinden vazgeçmeyen, istese de istemese, belki biraz abartılı bir tabir olacak ama lanetlenmiş insanlar. 

Rüyalarında gördüğü ölümcül fırtınadan ailesini korumaya çalışan Curtis’in hikâyesini anlatıyor Take Shelter. Shannon bir röportajında eşinin her şeyin yolunda olduğu ve sığınak çıkabileceklerini söylemesine rağmen çıkamayacağını belirttiği sahneyi duygulanmadan anamadığını söylüyor. Gerçekten de hepimizin içinde farklı derecelerde de olsa böyle bir teslimiyet içerisinde olduğumuz bir takıntımız vardır diye düşünüyorum. Bu çaresizlik hâli ortak paydamız. 


NECKBONE
Film:
Mud (2012)
Canlandıran: Jacob Lofland

Nichols’ın en çok anaakıma yaklaştığı bu yapımdan seçilebilecek çok bariz karakterler vardı tabii. McConaughey’nin geri dönüşünü simgeleyen (ardından sırasıyla Magic Mike, Dallas Buyers Club, Wolf of Wall Street ve Interstellar’da rol aldığını düşünürsek) filmde onu seçmek biraz kolaycılığa kaçmak olurdu. Sam Shephard, Tye Sheridan’ın Ellis’i de güzel seçimler olabilirdi. Ama ben biraz ters gösterip Neckbone’u seçmek istiyorum. 

İlk oyunculuk deneyimiyle Jacob Lofland’ın karakteri, adı gibi filmin omurgasında önemli bir yer teşkil ediyor. Ellis’in saf, meraklı, ahlaklı ve en önemlisi seyircinin yanında duran kişiliğine karşı; serseri amcası (yine harika bir Shannon) ile yaşayan süper gerçekçi, uyanık ve komik var oluşuyla çok şey katıyor. Özellikle Ellis, McConaughey’e posta koyup ağladıktan sonra son derece olgun bir tavırla “konuşayım onunla” diyerek peşinden gidişi harikaydı. Tip olarak da Stand By Me dönemi River Phoenix’i andırması da cabası. Lofland’ın IMDb sayfasına göre bu sene gösterime girecek Joker: Folie à Deux’de de bir rolü var. 


MILDRED JETER LOVING
Film:
Loving (2016)
Canlandıran: Ruth Negga

Gerçek bir olay ve gerçek karakterlerden esinlenen Loving; Nichols’ın ilk dönem filmi denemesi. Ayrımcılığın ayyuka çıktığı dönem ABD’sinde beyaz bir erkek ve Siyah bir kadının evliliklerini resmileştirme mücadelelerini konu alıyor. Bu filmde aslında Mildred ve Richard’ı ortak da alabilirdik. Nichols ilk başta Negga’nın karakter için çok ufak tefek olduğunu düşünmüş ancak Mildred’ın olan bitenler karşısındaki sağlam duruşuyla oluşan tezat kanımca filmi yükseltiyor. 

Sessiz, sakin ama gerçekçi bir karakter Mildred. Sportif cüssesiyle Richard’ın naif duysallığına karşı ayaklarının yere basmasını sağlıyor. Ruth Negga’nın en büyük gücü gözleri. Kaygı, karamsarlık, korku, öfke, mutluluk, özlem, utangaçlık sırayla belirip yok oluyorlar gözlerinde. Fazla kalabalık bir diyaloğa sahip olmaması da çok yerinde. Filmdeki çokça sessiz ânı varlığıyla taşıyor. Hikâye önemli olmasına rağmen fazla nüanslı değil. Bunun için de boşlukları doldurabilecek bir isim gerekiyordu. Negga bunu fazlasıyla yapıyor. 


LUCAS
Film:
Midnight Special (2016)
Canlandıran: Joel Edgerton

Takıntılılık müessesinin artık ayyuka çıktığı yapım Midnight Special. Buradaki tüm karakterler Alton’ın onlara gösterdiği dünyayla büyülenmiş hâlde, kendilerini düşünmeden hedeflerine odaklanmış durumdalar. Adam Driver, Bill Camp ve tabii ki Michael Shannon âdeta birer Terminatör gibiler. Joel Edgerton’ın karakteri de çok farklı değil tabii. Ancak Edgerton’ın diğer filmlerinde de artık markası hâlne gelmiş düşük tonlu, içine kapanık agresyonu burada da gereken dengeyi sağlıyor. 

Onun rollerini “mağrur mağdur” olarak tanımlamayı seviyorum. Shannon daha sonradan Edgerton’ın bir meslektaşı olduğunu öğrendiğimiz polisi vurduğundaki tepkisi ve sonrasındaki posta koyuşunun kıvamı, filmde nüanstan yoksun karakterler arasındaki gerçeğe dönük anlardan biri. Kirsten Dunst’ın karakteriyle ilk tanıştığında bu olaya nasıl bulaştığını anlatırkenki yarı pişmanlık yarı çaresizlik soslu tonu da gayet etkileyici. 


JOHNNY DAVIS
Film:
The Bikeriders (2024)
Canlandıran: Tom Hardy

Film başladığında bu dosya için Jodie Comer’ı seçmeyi düşünüyordum. Ancak hem Austin Butler ile tutmayan kimyaları hem de film boyunca giderek anlatıcıya dönüşmesi beni bu fikirden vazgeçirdi. Sonraki en iyi fikir de Tom Hardy’ydi tabi. Kendisini de özletmişti zaten. Enteresan bir şekilde oynadığı karakterler ne kadar sivri köşeli olsa da bir güven duygusu yaratır içimde. 

Filmde ulaştığı mertebeler de, sonunu hazırlayan da prensipleri oldu Johnny’nin. Bu karakterler ilgi alanları çevirisinde ne kadar “güçlü” insanlar olarak betimlenseler de aslında bir şekilde prensiplerinin, hayata karşı edindikleri dogmaların esiridirler. Johnny’nin eşi ve çocuğuyla sakince televizyon izlerken; Marlon Brando’nun The Wild One’daki; “Neye isyan ediyorsun?” sorusuna “Elinde ne varsa” cevabını verdiği muhteşem sahneyi görmesiyle yaşantısını değiştirmesi hâlen geçerli bir fenomen. Evcil hayatın konformist öforisine karşı, vahşi hayatın çağrısı. Faydacı olarak değil altıncı hisle hareket etmek. Johnny’nin ölümü masumiyetin, idealizmin de ölümüydü bir bakıma. Karamsar gözükmek istemem ama güzel niyetlerle başlayan çoğu işin sonu da böyle oluyor değil mi?  


Yazar notu: Geçtiğimiz ay Nichols’ın Cormac McCarthy’nin 2023’teki ölümünden kısa bir süre önce yayımlanan son iki romanını (The Passenger ve Stella Maris) sinemaya uyarlayacağı haberini de aldık.