35 Albüm: Kasım 2024 best of
Yazı: Cem Kayıran, Elif Öz, İlayda Güler, Öykü Naz Gümüş, Şevval Öztemur, Tuana Özcan, Utkan Çınar, Zeynep Naz Günsal
“Ne dinlesek?” diye soranlara, kasım ayından 35 albüm. Sıralama kronolojik.

1 KASIM: The Cure – Songs Of A Lost World
(Polydor Records)
The Cure, gizemli yeni albüm duyurusuyla heyecan yarattıktan sonra nihayet Songs of a Lost World ile karşımızda. Tam 16 yıl aradan sonra, sanki geçmişte kaybolmuş bir anıyı gün yüzüne çıkarıyor gibiler. Songs of a Lost World, dinleyeni melankolinin derinliklerine çeken, senfonik dokularla örülmüş bir masal gibi. Albüm, baştan sona soğuk bir hava estiriyor ama arada bir Robert Smith’in sakinleştirici sesiyle aynı anda karanlık ve huzurlu olabilen bir keşfe kapı aralıyor. Smith, “Alone”da “Bu söylediğimiz her şarkının sonu” diyerek daha ilk parçadan içimizde bir şeyleri harekete geçiriyor. Finalde ise on dakikadan uzun süren “Endsong” var; post-rock ve shoegaze gitarlarıyla oluşturduğu belirgin hayalperest atmosferle albüme uygun bir kapanış sunmuş. Albümde ölümlülük ve kayıp temaları ön planda; mesela Smith’in kaybettiği abisi Richard için yazdığı “I Can Never Say Goodbye” ve iç burkan “Nothing Is Forever” gibi hikâyelerle derinleşmiş. “All I Ever Am” parçasında Smith, “Olduğum her şey, bir şekilde hiçbir zaman tam olarak olduğum gibi değil” diyerek kendini arayışını ve The Cure ile özdeşleşen gotik, melankolik ruhun hâlâ ayakta olduğunu hatırlatıyor. Reeves Gabrels’in karakteristik gitarı ve Jason Cooper’ın vurucu davullarıyla uyumlu klavyeler ve yaylılar, The Cure’un köklerine bağlı kalırken gruba taze bir derinlik kazandırmış. Kim bilir, belki de The Cure, ruhumuzu bir kez daha sarmalarken bize şu mesajı veriyor: Kaybolsak bile ayakta kalmak mümkün.

1 KASIM: Anadol & Marie Klock – La grande accumulation
(Pingipung)
Bir süredir sabırsızca beklediğimiz albüm nihayet yayında. Anadol ve Marie Klock, başlangıç ve sonların silikleştiği, puslu ama ferahlatıcı bir girdap yaratmış La grande accumulation ile. Anadol’un vintage synth numaraları ve Fransız müzisyenin masal anlatır gibi icrasıyla her parçada yeni kapılardan yeni manzaralara açılıyoruz. Yeri geldiğinde “Bir Twin Peaks sahnesinde miyiz?” ya da “Onlarca yıl kimsenin elini sürmediği bir müzik kutusunu mu açtık az önce?” gibi sorular sordurabilir, yeri geldiğinde karşı koyması güç bir ıslık çalma isteği uyandırabilir; hepsinden öte size bir gündüş deneyimi yaratabilir. Son parça “La reine des bordels” bittiğinde nefes nefese kalacağınızı da garanti ediyoruz.

1 KASIM: Trust Fund – Has it Been a While?
(Tapete Records)
Bir gruptan Ellis Jones’un solo projesine dönüşen Trust Fund; bu versiyonuyla ilk ürününü verdi. Yaylılar ve akustik gitarın hüküm sürdüğü albüm için müzikal anlamda Nick Drake ve vokal olarak da Arthur Russell referanslarını vermekten kaçmak zor. Bilmeseniz, bu iki ismin ortak yayınladığı bir iş diye düşünebilirsiniz. Ancak bu benzerlik bir “taklit” etkisini beraberinde getirmiyor. Jones’un şarkıları folk stilinin zaman dışılığının güzel bir kanıtı. Gitar partisyonları da gayet güzel çalınmış akılda kalıcı rifflerle dolu. Solo macerasını merakla takip edeceğiz.

1 KASIM: Beatrice Dillon & Explore Ensemble – Seven Reorganisations
(HI)
Elektronik dans müziğine akademik bir açıdan yaklaşan Londralı müzisyen Beatrice Dillon, yeni plak şirketi HI ile ilk yayınında özel bir iş birliğini belgeliyor. Seven Reorganisations, 2022’de Sheffield’daki No Bounds Festivali’nde modern klasik altılı Explore Ensemble tarafından canlandırılan besteyle başlamış; ardından hem stüdyo hem canlı kayıtlarıyla bu albüme evrilmiş. Dillon proje hakkında “Bu benim için büyük bir yön değişikliği, altılının yavaşça değişen akustik kalıplarını ve farklı enstrümanları keşfetmeye dalıyorum” diyor; anlayacağınız önceki işlerine kıyasla daha dingin bir ifade arayışıyla karşımıza çıkıyor. Yaratıcı fikrin ilham kaynaklarından biri ise W.R. Bion’un “Boş alanı tolere edememek, mevcut alan miktarını sınırlar” felsefesiymiş.

1 KASIM: Mount Eerie – Night Palace
(P.W. Elverum & Sun)
Phil Elverum, The Microphones’tan sonra Mount Eerie ismiyle devam ettiği kariyerinde, Night Palace ile ambiyans odaklı soyut bir ses evreni yaratıyor. Koleksiyon, hem meditatif hem de melankolik hisler uyandıran yapısında kısa ses kolajlarından 12 dakikayı aşan devasa şiirsel parçalara kadar uzanıyor, aralarda indie-rock tınıları da yer alıyor. İsmini 2017’de kaybettiği eşinin yasını işlediği A Crow Looked at Me albümünün kapağındaki şiirden alan koleksiyon, biraz daha aydınlık yüzü görüyor, yas temasından uzaklaşıyor ve hayatın daha olumlu yönlerini fark eden bir bakış açısı ediniyor kendine. Elverum, kişisel hikâyelerini daha geniş varoluşsal temalarla, şiirsel bir dile dönüştürerek 82 dakikalık, içinde kaybolmalık bir masal anlatıyor.

1 KASIM: Sarah Blasko – I Just Need to Conquer This Mountain
(MVKA)
20 yıllık kariyerindeki yedinci solo albümüyle karşımıza gelen Avustralyalı müzisyen ve besteci Sarah Blasko, piyano ve minimal bir davulun desteğiyle o güzel sesiyle yine “güzel” şarkılar söylüyor. Albümün “yas ve veda” temalı olduğunu söylese de aslında ferahlatıcı bir etkiye sahip. Daha 90’lardan, Beth Orton, Tori Amos gibilerden donelerini aldığını düşünüyoruz, hatta yeni dönemden Mitski’yi de hatırlatıyor biraz. Şarkılar biraz anaakım melodilerle fazla dans ediyor belki ama Blasko’nun vokalinin gücünü yadsımak zor.

8 KASIM: The Body – The Crying Out Of Things
(Thrill Jockey Records)
Kendine özgü, karanlık bir ses evreni yaratan deneysel ikili The Body, The Crying Out of Things ile kaosun eşiğinde bir yolculuk sunuyor. Albüm, Dis Fig ile son iş birlikleri Orchards of a Futile Heaven‘ın ardından aynı yıl içinde yayımlandı. Chip King’in boğuk vokalleri içsel bir çığlık gibi yankılanırken, Lee Buford’un ürpertici perküsyonları, noise rock ve deneysel estetiğin birleşiminden doğan yıkıcı bir atmosfer yaratmayı başarmış. Şarkılar arasında akıntıya kapılmış bir dalga gibi duraksamayan bir geçiş var. “Last Things” ile karanlık bir bilinmezlikten yükselerek kasvetli bir atmosferle başlıyor albüm, ardından hızla yükselen enerjisiyle duyuları sarsan bir hâl alıyor. İç içe geçmiş ritimler arasında gizli bir düzen bulmak neredeyse imkânsız. The Crying Out of Things, acının ve öfkenin yan yana geldiği, kaotik bir estetikle duygusal bir patlama yaratıyor. Her şarkı, çıkışı olmayan karanlık bir tünelin içinden geçiyormuşuz gibi, ama derinlerde bir bağımsızlık ve güç de taşıyor. The Body tasarımı ses dünyası huzursuz edici ve sarsıcı bir deneyim sunsa da her dinleyişte daha derine inmeye çağıran bir çekim gücüne sahip.

8 KASIM: claire rousay – The Bloody Lady
(Thrill Jockey)
Alan kayıtlarıyla şekillendirdiği deneysel ve soyut kompozisyonlarıyla tanınan claire rousay’in bu yılki ikinci albümü. The Bloody Lady, Slovak animasyon sanatçısı Viktor Kubal’in 1980 tarihli ve aynı isimli filmine yeni bir soundtrack hayal etme girişimiyle ortaya çıkmış. Zaman zaman filmdeki karakterlerin ahlaki değerlerini sorguladığı şarkı yazım sürecinde, ses paletini sınırlamamayı tercih etmiş rousay. Dipsiz bir düş kuyusuna dalmak gibi.

8 KASIM: Good Sad Happy Bad – All kinds of days
(TEXTILE RECORDS)
Kolektif yaratıcılık ve doğaçlama, Good Sad Happy Bad’in temel yapıtaşlarından biri. Mica Levi, Raisa Khan, CJ Calderwood ve Marc Pell’ten oluşan dörtlünün, her birinin vokal katkısıyla bir armoni oluşturan ikinci albümü All Kinds of Days, ürkütücü nefesliler ve nostaljik elektroniklerle donanmış bir ses paletine sahip. “Tüm günlerin aynı olmadığı” mesajı etrafında şekillenen koleksiyonda “Twist the Handle” ironik anlatısı ve titreşimli synth dokunuşlarında günlerin tuhaflığını yakalarken, “DIY” daha enerjik ama minimalist düzenlemeleriyle kaotik bir akışa sahip. “Find My Way” ise albümün tematik odağı olan bireysel yolculuk hissini içsel monologunda yansıtıyor. Bir yanda dağılmış melodiler diğer yanda ise güçlü bir ritmik temel üzerine oturan parçalarıyla Good Sad Happy Bad günümüzün en büyük heyecan sebeplerinden biri olmaya devam ediyor.

8 KASIM: Primal Scream – Come Ahead
(BMG)
Her yeni Primal Scream albümü haberini aldığımızda “buna ihtiyacımız var mı?” diye düşünmekten kendimizi alamasak da albüm gelince keyiflendiğimizi itiraf etmeliyiz. 40 yılı deviren İskoç grubun 8 yıl aradan sonra gelen ve prodüktör David Holmes’un ön ayak olmasıyla hayata geçen yeni işi; 70’lerin funk ve soul sounduna ağırlık veren ama rock öğelerini de ihmal etmeyen, Primal Scream’in her zaman iyi becerdiği eklektikliğe sahip bir çalışma. En son 2022’de Martin Duffy olmak üzere eski üyelerini bir bir kaybeden grubun azmine hayran olmamak elde değil. Ev partilerin şenlendirecek bir albüm olduğu da kesin.

8 KASIM: Reverie Falls On All – Live at Yeldeğirmeni Sanat Merkezi
(Bağımsız)
Replikas ve Pitohui gruplarının üyeleri Barkın Engin ve Burak Tamer’in uzun soluklu ortaklığı Reverie Falls On All, senenin başlarında Yeldeğirmeni Sanat’ta gerçekleşen konserinin kayıtlarını albümleştirdi. İkilinin bugüne dek yayımladığı tüm EP ve albümlerden, bir başka deyişle her döneminden seçilmiş parçaların yer aldığı performansta Sub Rosa’nın An Anthology of Turkish Experimental Music toplamasında yer alan “Eta Carinae”nin canlı peformansı da var. Kapanışı ise seçkinin en eski parçası olan “All of Them Are Memories Since Now”ın yoğun ve derinlikli synth blokları yapıyor.

8 KASIM: Cass McCombs – Seed Cake On Leap Year
(Domino / GRGDN Müzik)
2010’ların ortasındaki albümleriyle indie folk türünün en güzel örneklerine imza atan yetenekli gitarist ve şarkı yazarı Cass McCombs; henüz albümler yayımlamaya başlamadan önce, 1999-2000 yıllarında San Francisco’da müzisyen dostu, Papercuts’tan bildiğimiz Jason Quever’in evinde kaydettiği demoları Seed Cake On Leap Year adıyla bir araya getirdi. O dönem henüz 20’li yaşlarının başlarındaki müzisyenin doğal olarak hamlığı belli olsa da Sparklehorse-vari lo-fi yaklaşımıyla ne istediğini bilen bir kulak olduğunu da kanıtlıyor. Şarkılar da hiç fena değil hatta yayınlamakta neden bu kadar geç kaldığı sorusunu da sorduruyor.

8 KASIM: Melike Şahin – AKKOR
(Gülbaba Records / Day Dreamer)
Melike Şahin diskografisinin ikinci uzunçaları, kıtalararası yayılan bir maceranın ve içeride kopan fırtınaların bir çıktısı. Martin Terefe prodüktörlüğünde, farklı zaman dilimlerinden üç şehirde kaydedildi AKKOR. Sinematik ve hayli çarpıcı bir açılış yapıyor; sonra yolu fiyakalı diskoteklerden, Yeşilçam setlerinden, uçurum kenarlarından, gri sabahlardan geçiyor. Her durakta çeşitleniyor manzara, her biri başka zamanlardan duyguların şarkıları ne de olsa.

8 KASIM: V.A. – The Shape Of Punk To Come Obliterated
(Epitaph Records)
İsveçli grup Refused’un 1998 tarihli albümü The Shape of Punk To Come, punk janrının belki de en önemli ve çığır açıcı anlarının arasında sayılabilir. Grup, albümün 25. yılı kutlamalarının kapsamında daha önce yayımlanmamış şarkılar, demolar ve sınırlı sayıda basılan plaklar çoktan dolaşıma girmişti. Şimdi de Fucked Up, Ho99o9, Cold Cave, Touché, Amoré, Snapcase ve Quicksand gibi grupların remiks ve coverlarıyla dolu The Shape Of Punk To Come Obliterated‘a kavuştuk. Bu ikonik albümün çeyrek asırdır bizlerle olmasına da yaraşır bir punk çılgınlığı sizi bekliyor.

8 KASIM: BaBa ZuLa – İstanbul Sokakları
(Glitterbeat Records)
BaBa ZuLa’yı İstanbul’dan bağımsız düşünemeyeceğimiz gibi; bu dev şehri düşünürken kulaklarda birtakım BaBa ZuLa ezgilerinin çalması da olası. Ekibin son numarası İstanbul Sokakları, kaosla özdeşleşen bu şehre ve geleneklere günümüzden bakıyor. Dub groove’u ile sırtımız yine yere değmiyor, araya şehir hayatından sesler de karışıp manzarayı canlandırıyor. En doğrudan ve muhtemelen en politik BaBa ZuLa koleksiyonu bu.

15 KASIM: Elektro Hafız – Style is Prison
(Bağımsız)
Köln’de yerleşik müzisyen Elektro Hafız, Style is Prison albümüyle “tarz” kavramını farklı bir perspektifle ele alıyor. Albümde her şarkı, birbirinden farklı dünyalara kapı aralarken, müzisyenin psikedelik Anadolu müziği köklerini modern elektronik / funk ritimleriyle buluşturduğu yenilikçi tınıyı korumuş. Almanca, Yunanca ve Türkçe sözlere sahip parçalar, albümün çok katmanlı kültürel yapısını yansıtıyor. Balkan esintilerinden punk’a, dub’dan deneysel kurgulara kadar geniş bir yelpazede gezen Style is Prison; KARDELEN, Grup Ses, Gökalp K ve Eleni Vratti gibi isimlerle yapılan iş birlikleriyle de kolektif bir ruh taşıyor. Yunan müzisyen Nefeli Fasouli’nin duygu yüklü vokaliyle “Chorismos”, albüme neşeli bir açılış yapmış. Style is Prison sadece müzikal bir deneyimden ziyade farklı kültürlerin ortak bir hayali gibi; tarzların ötesine geçen, kendine özgü bir ifade biçimi.

15 KASIM: Xeno & Oaklander – Via Negativa (in the doorway light)
(Dais Records)
Neredeyse 20 yıldır birlikte üreten Liz Wendelbo ve Sean Mcbride, sekizinci stüdyo albümünde elektronik müziğin fütüristik atmosferine nostalji hissini aşılamayı başarıyor. Drum machine ve analog synthlerin temelini oluşturduğu proje dans pistlerinde büyüyebilecek parçalarla dolu. Spot ışıklarını çalmayan, parçaların içine eriyen kesik kesik cümleler hâlindeki ve Wendelbo’nun yer yer Fransızca sözlerinin cazibesiyle albümün vokalleri, synth-pop harikalarını en iyi şekilde tamamlıyor.

15 KASIM: V.A. – Super Disco Pirata: De Tepito para el Mundo 1965-1980
(Analog Africa)
Super Disco Pirata hakkında söylenecek, sevilecek, düşünülecek çok şey var. Karşımızda korsan müziği kutlayan bir derleme duruyor. 1980’lerde Mexico City’de plak perakendecilerinin bir araya gelerek Kolombiya, Peru, Ekvador gibi ülkelerdeki popüler dans hitlerini kaçak derlemelerle bir araya getirerek oluşturdukları plakların adı olan “Pirata”lar, hit şarkıları ve dans pistinin parıltısını kentin her köşesine taşımış. 23 parçalık bu koleksiyon ise o yılların üretilen en meşhur parçalarını içeren bir akışla Pirata kültürünün, sokakların, birlikte eğlenmenin ve müziğin ışıltılı bir özeti niteliğinde.

15 KASIM: Adamlar – Kahırlı Merdiven
(Sony Music Türkiye)
Geçtiğimiz yıl Harekete kimse mâni olamaz ile yeni sulara doğru kulaç atan Adamlar, 10. yıl albümlerinde rotalarını klasik rock seslerine eklemledikleri gitar soloların yükseldiği yöne kırmış. Tolga Akdoğan’ın ironik ve derinlikli söz yazımı, bu sefer daha kirli bir vokal üslubu eşliğiyle koleksiyonun havasını derinleştiriyor. Albümün ismini aldığı “Kahırlı Merdiven”den bir kuple bırakalım buraya: “Gölge bende gizlenir, karanlıkta süslenir. Bu da geçer yaz telefona, aratıp görselleri. Sen kimin kopyasısın kartondan kanatlarınla. Baktın sevgi satmıyo’, dramlarla üz beni.”

15 KASIM: GOSS – Olası Kazalar
(Bağımsız)
Gözde Oktaş ve Serkan Serter’den oluşan GOSS, 2020’deki kuruluşundan bu yana synth pop ve elektronik rock hatlarında mekik dokuyan parçalar yayımlamıştı. İkilinin ilk uzunçaları olan dokuz parçalık bu koleksiyonun her bir durağı; içsel ve toplumsal söylemler, isyanlar ya da aydınlanmalarla şekillenmiş. Örneğin yeni parçalardan biri olan “Ama Biri Var”, şu soruyla açılıyor: “Bir tek ben miyim içinde bin bir kişi besleyen?”. Bitmeyen bir sorgulama hâlinin çıktısı olan Olası Kazalar, ülkedeki alternatif müziğin yeni neslinin çeşitlenen yönelimlerini de gözler önüne seriyor.

15 KASIM: Warmduscher – Too Cold To Hold
(Strap Originals)
Londra merkezli Warmduscher, beşinci stüdyo albümleri Too Cold to Hold ile her parçada farklı hikâyeler ve mizahla iç içe geçmiş bir toplumsal eleştiri sunuyor. Albüm, Güney Afrika house müziği ritimlerinden evrilen gqom’un poliritmik yapısından hip hop, caz ve punk-funk unsurlarına uzanan farklı türler arasında dolaşıyor. Trainspotting’in yazarı Irvine Welsh’in kozmik şiiriyle açılan albüm, “Fashion Week” ile dans pistlerine göz kırparken, diğer yandan modanın görünmeyen yüzüne ayna tutar nitelikte. Confidence Man’den Janet Planet’in vokalleriyle zenginleşen “Pure at the Heart”, albümün daha rahat adımlar atan bir diğer parçası. Albüme ismini veren “Too Cold to Hold”, Londra’nın soğuk sokaklarından yükselen bir hayatta kalma hikâyesi anlatıyor. Kapanışı yapan “Weeds in Your Garden” da vazgeçmeyenler, geceyi sanatla dolduranlar ve bahçede sonsuza dek büyüyecek yabani otlar için yazılmış bir marş. Too Cold To Hold müzik, mizah ve özgünlüğün çok yönlü bir birleşimi.

15 KASIM: Seda Erciyes – Bataklığımda
(Bağımsız)
Bu albümde perspektifimizi, kodlandığımızın dışında, başka bir yöne çeviriyor; zihnimize yerleştirilmiş “güzellik” ölçütlerini ilk bakışta karşılamayan, “garip” görünüşlü canlıların seslerini dinleyerek, içlerinde sakladıkları cevherleri keşfediyoruz. Onların dikenli, yabani doğasına adım adım yaklaşırken; kendi dışlanmış, kırılmış, kıskanmış hâllerimizi, güçlü olma baskısıyla oluşturduğumuz savunma mekanizmalarımızı, yaşamlarımızı oyan güvensizliklerimizi, kabuk bağlamasına izin vermediğimiz yaralarımızı, karanlığımızı, gölgemizi de kabul ediyoruz.

22 KASIM: Kim Deal – Nobody Loves You More
(4AD)
40 yıla yakın zamandır Pixies ve ikizi Kelley ile kurduğu The Breeders’la bizleri keyiflendiren Kim Deal, 2010’ların başında Pixies’den ayrıldğından beri bu ilk solosuyla uğraşmakta. Prodüksiyonun, iyi yazılmış ve aranje edilmiş şarkıların kalitesine ulaşmakta zorlandığı görülse de Deal’in pozitif, kendi güvenli yaklaşımı ve vokali bu geç solo debütü yılın en ilgi çekici işlerinden biri kılmaya yetiyor. Yer yer üflemeli ve yaylı kullanımın biraz çiğ kaçtığını düşünmekle beraber hem türden türde geçişlerindeki rahatlık hem de yılların tecrübesinin getirdiği yakınlık hissini de yadsıyamayız. The Dandy Warhols’un boşuna “Cool as Kim Deal” diye şarkısı yok! Steve Albini’nin de geçen yılki zamansız vefatından önce kaydettiği son işlerden.

22 KASIM: Michael Kiwanuka – Small Changes
(Polydor Records)
Her şeyin bir mesaiye dönüştüğü şu uzun, baskıcı, koca, kalabalık günlerde Michael Kiwanuka’dan yayılan yumuşak ve sakin hisler bütünü Small Changes’i sürekli başa sarıp dinleyeceğiz gibi. Tüm seslerin hafif hafif, acelesiz, mütevazı ve dinlenerek 70’ler soul tınısı üzerinden yol aldığı bu koleksiyonun en güzel bileşeni ise minimal davulları kesinlikle. İçe dönük lirik dünyasıyla 40 dakikalık koleksiyon, dinlemeye kıyamayacağımız biçimde zarif, düşünceli ve sıcacık.

22 KASIM: V.A. – TRAИƧA
(Red Hot Org)
Kâr amacı gütmeyen yardım kuruluşu Red Hot’ın yeni toplama albümü, transların sanatını ve varoluşlarını kutlamayı amaçlayan bir koleksiyon. En büyük sürprizi, şüphe yok ki akışında yeni bir Sade Adu şarkısı barındırıyor olması. Grammy ödüllü müzisyenin altı yıl sonra yayımladığı ilk kayıt olan ve geçtiğimiz haftalarda dinlemeye açılan “Young Lion”, müzisyenin trans oğlu Izaak Theo Adu’ya ithaf ediliyor. Gökkuşağı bayrağından ilhamla sekiz bölüme ayrılan albümde toplam 46 şarkı yer almakta. Sade adu dışında Jlin & Moor Mother, Adrianne Lenker, Beverly Glenn Copeland, Yaya Bey, L’Rain ve Moses Sumney gibilerinden parçaların da yer aldığı derleme için hazırlıklar 2021’den bu yana sürüyormuş.

22 KASIM: Warhaus – Karaoke Moon
([PIAS] / GRGDN Müzik)
Kafa karışıklığına eşlik eden ama “her şey yolunda” diyerek omuz silkip geçmeyen bir sığınak mı arıyorsunuz? İyi haber: Balthazar grubunun kurucularından Maarten Devoldere, solo projesi Warhaus’un yeni albümü ile kırılgan bir üslupla güç veriyor. Albümün adı, Maarten’in katıldığı bir hipnoterapi seansında zihninde beliren bir düşünceden şekillenmiş: Maarten, şarkılarını aslında kendisinin yazmadığı, bir “karaoke ayı” tarafından yönlendirildiği fikrine kapılmış. Albümde, romantik duyguların karmaşıklığı ve özlemin yorgunluğu, Maarten’in karakteristik bariton vokali ve şiirsel sözleriyle hissettiriyor kendini. Maarten, geçmiş şarkı sözlerindeki üslubunu Karaoke Moon ile tersine çeviriyor ve arada bir gülümsetmeyi başarıyor. Mesela “Jim Morrison” şarkısında erkekliğe dair modern görüşlerimizle, bir nevi kendisiyle dalga geçiyor. Şarkının sözlerinde sanatçı kimliğine alaycı bir gönderme de yapıyor: “David Bowie’nin benden yıllar önce aklına gelen bir fikir üzerinde çalışıyorum.” Karaoke Moon, bilinçaltı keşiflerinin getirdiği özgürlükle şekillenirken kendini serbest bırakmaya cesaretlendiriyor.

22 KASIM: Kendrick Lamar – GNX
(pgLang/Interscope)
Hâlâ şaşırtmaya devam eden spontanlığıyla gnx teaser’ını çıkartıp, biz ardından “Çıkıyor o zaman bu aralar, hadi bakalım.” deyip belki mutfağa çay demlemeye filan gittiğimiz o 10 dakika sırasında aynı adlı sürpriz albümü salıvererek yıl içinde kim bilir kaçıncı kez yürekleri hoplattı Kendrick Lamar. Kimi eski arkadaş ve idollere hem kıyamayıp hem de yarın yokmuşçasına çarmıha gerdiği, böylesine acımasızken alabildiğine zarif kalabildiği literatürünü destekleyen uğursuz ve narin keman partisyonları, kemiklere çarpıp omuriliği titreten baslar ve belki de duyulabilecek en derin kick’lerden bazıları donatılmış kupleleri fazlasıyla 90’lar/2000’ler desenlerinde aranjmanlara oturtuyor. Bir yandan da müzisyenin bu dönemlerden kahramanları Tupac, Biggie ve Nas’ın saklı kimi parçalarına apaçık ve niyetli göndermeler var. Dot’un albümde parçalık destek atan yakınları arasında pgLang’in onunla ortak kurucusu ve eski dostu Dave Free, SZA -!!!-, Kamasi Washington ve “Not Like Us”taki işçiliğiyle yılın adı en çok zikredilen prodüktörü olmuş Mustard gibileri var. Jack Antonoff ve Soundwave’in ise stüdyoda başı çektiği GNX, Lamar’ın Top Dawg Ent. etiketiyle çıkmamış ilk stüdyo albümü.

22 KASIM: Papa M – Ballads of Harry Houdini
(Drag City)
David Pajo bir indie rock ve post-punk efsanesi. Gitarıyla Slint’ten Tortoise’a, Interpol’den Yeah Yeah Yeahs’e türün başat gruplarına önemli destekler atmış, bu aralar da Gang of Four’un bir üyesi olan Pajo’nun en istikrarlı solo mahlası Papa M’le yaptığı işler de aşağı kalır değil. Bu isimle altı yıl aradan sonra yayımladığı yeni solosu Ballads of Harry Houdini de onun külliyatına gayet başarılı bir ekleme. Elektroniğe göz kırpan ritimler ve improvize hissiyatlı gitarlarla Pajo’nun mekânındayız. Arada folk ve Stones-vari tatlara bile göz kırpıyoruz. Vokalini de bol bol duyuyoruz. Günümüzün özellikle sound bakımından en yenilikçi ve özgün gitaristlerinden birinden gelen bu etkileyici müzikleri pas geçmeyin deriz.

22 KASIM: Father John Misty – Mahashmashana
(Sub Pop)
Father John Misty, “büyük mezarlık” ya da “ölülerin gömüldüğü büyük yakma alanı” anlamına gelen Mahashmashana ve bu ruhunun en derinlikli soluk alışverişi. Neşesi, kaygıları, huzuru, modern dünyanın çirkinlikleri, gündelik yaşamın güzellikleri yani tüm karşıtlıkları ile bilgece bir hikâye anlatıcısı olarak var Father John Misty bu kayıtlarda. Ruhun yaşam ve ölüm ile yapısökümüne uğramış hâli olan koleksiyon, kesici ve onarıcı yaylıları, elektronik ve psikedelik sesleri, zengin melodik yapısıyla giderek dünyadan uzaklaşıyor ama ona bakar vaziyette.

28 KASIM: ALBÜM: Sami Baha – Mistarget
(Amel)
Altı yılın ardından yayımladığı yeni işinde Sami Baha bir kez daha hayrete düşüren bir ses işçiliği örneği sergiliyor. Derin bas hatları, girift ritmik kurguları ve farklı zamanlara referanslar barındıran yapısıyla hem kulüplere hem derin dinleme seanslarına temas ediyor Mİstarget. Kısa akışına rağmen ayrıksı renklerden dolu dolu bir manzara koyuyor önünüze. Örneğin “Sato”, koleksiyonun en yüksek anlarını barındıran, keskin bir techno numarası. Onu takip eden “Passage”, sanki hatlar karışmış bir Basinski albümüne varmışsınız hissi uyandıran muğlak bir kayıt. “Dogru”, Sami Baha usulü sampling oyunları ve gitar kullanımlarıyla kir pasa buluyor. Mısırlı vokalist Almaazz’ın eşlik ettiği “Bafakar Feek”in kibar groove’u ânında eklemleri ele geçiren türden.

29 KASIM: Ben Lukas Boysen – Alta Ripa
(Erased Tape Records)
Hecq mahlasıyla başladığı müzikal yolculuğunda noise, breakcore ve techno türlerinde kendini keşfettikten sonra, 2012’den bu yana üretimlerine kendi adıyla devam ediyor Ben Lukas Boysen. Yeni albümü Alta Ripa, Boysen’in Aphex Twin ve Autechre gibi isimlerden esinlendiği yaratıcı dürtülere bir dönüş niteliğinde. 2000’lerin başından beri yaşadığı Berlin, Boysen’in son yıllardaki işlerine nabız atan enerjisini aşılamıştı. Alta Ripa, müzisyenin Almanya’nın Altrip kasabasında geçen gençlik yıllarından ilham alan, kırsalın içe dönük melodileri ile Berlin elektronik müzik sahnesinin seslerini buluşturarak Boysen’in müzikal yolculuğunun izlerini taşıyor. “İçimdeki 15 yaşındaki çocuğun duymak isteyeceği ama yalnızca yetişkin hâlimin yazabileceği bir şey” olarak tanımlıyor albümü Boysen. Klasik müzik geçmişini, Alta Ripa’daki elektronik palet içinde incelikle işlemiş. Modüler analog synthesizerlarla çalışan Boysen, kontrollü kaos yaratma yaklaşımıyla parçaları organik bir şekilde büyümeye bırakıyor.

29 KASIM: Ulver – Liminal Animals
(House of Mythology)
Baştan söyleyelim: Dokuz basamaklı ve çıkışı 50 dakika süren bu merdivende atılan her adım karanlığı arıyor, sonu da tahmin edeceğiniz üzere aydınlığa varmıyor. Kendilerini kalıplara dair görmeyen, tam anlamıyla kendi hâllerinde takılan 90’lar metalinin öne çıkan seslerinden Ulver, Liminal Animals aracılığıyla daha elektronik, daha atmosferik ve melankolik bir çehreye bürünüyor. Sınırsız bir buhran, gizem ve bilinmezlik sızmış koleksiyona. Kasvetli synth dokusuyla albüm başında, ortasında, sonunda veya sonrasında yatağınıza geçip kulaklıkları taktığınız yerde sizi yalnız bırakıyor; düşüncelerinizle, ki onlar da hayli bir gölgeli hâlde.

29 KASIM: The Innocence Mission – Midwinter Swimmers
(Bella Union)
Eskileri karıştırmayı bırakın, bu kış hangi albümü döndüreceğimiz belli oldu: 80’lerden beri beraber müzik yapan Pensilvanyalı ekip harika melodileri ve Karen Peris’in sakinleştiren vokalleriyle imdadımıza yetişti diyebiliriz. 11 şarkı boyunca akustik enstrümanların yardımıyla karlı bir yolda eve dönmek veya sevdiğimiz biri tarafından sırtımızın ovalanması gibi hissettiriyor bütün albüm. Sözlere kulak verirseniz duygusal olarak yüklü bir yolculuk sizi bekliyor ama yalnızca melodilerin narin atmosferinde de kaybolmak mümkün.

29 KASIM: Mark Barrott – Everything Changes, Nothing Ends
(Reflections)
Gün batımını anımsatan melodileriyle tanınan İngiliz prodüktör Mark Barrott’un yeni uzunçaları Everything Changes, Nothing Ends, bu defa yaşam ve ölümle yüzleşiyor. Barrott, albümü kaybettiği eşinin hastalığının sürdüğü 11 haftalık süreçte yazmaya başlamış. “Her gece beste yapmaya başladım; hastanede onun yanında geçirilen bir günün ardından, karanlık ve soğuk bir eve dönmenin yalnızlığını hafifletmek için terapi gibiydi,” diye anlatıyor. Alıştığımız balearic beat ve downtempo tarzından uzaklaşarak senfonik, ambient ve caz seslerine ağırlık verdiği Everything Changes, Nothing Ends, Barrott’un geçirdiği hüzünlü süreci anlatan sesli bir günlük gibi.

29 KASIM: Jono McCleery – Reconcile
(Sonar Kollektiv)
2008’den beri yayımladığı sekiz albümde folku farklı türlerle başarıyla bir araya getirmiş İngiliz müzisyen ve besteci Jono McCleery, yeni albümünde de bu eklektik tarzını sürdürüyor. Basit gitar riffleri üzerinden dallanıp budaklanan şarkılar; albüm boyunca baş aktör olan perküsyonların yanı sıra yaylılarla, elektronik beatlerle kendilerini buluyor. Blues’dan bossa novaya, cazdan R&B’ye esinlerini alıyorlar. Biraz John Martyn, biraz Nick Mulvey referansları verilebilir ve belki de biraz ağdalı bir prodüksiyon eleştirisi yapılabilir. Türün sevenlerini tatmin edecektir.