Le Guess Who? 2023: Yeni, çarpıcı ve gizlenmiş olanın peşinde koştururken

Yazı: Berk Sayan - Fotoğraf: Tess Janssen

Le Guess Who?, 2007 yılından bu yana Hollanda’nın Utrecht kentinde çağın müzikal ruhunu gözlemlemek, ona kulak vermek isteyenler için bilfiil çalışmaya ve binlerce müzikseveri misafirperver bir biçimde ağırlamaya devam ediyor. Bu yıl 60 farklı ülkeden yaklaşık 20 bin ziyaretçi ağırlamışlar. Bunca insanı 16 yıldır (bunun son 10 yılı daha aktif olmak üzere) Hollanda’nın bu kendi hâlinde kentine getiren şey tabii ki dinleyicinin müzikle kurduğu derin bağ. Ancak bu bağın yanında festivalin kendisini pazarlamak ve çekici kılmak için epey çabaladığını, geliştiğini ve değiştiğini söylemek lazım. 

Festival gelişmeye çalışırken çeşitli sorular soruyor ve ortaya fikirler atıyor. Bu fikirlerin bazısı açıkça ortaya konsa da bazısı da birtakım kavramların ve seçimlerin arkasına gizlenmiş durumda. Le Guess Who? ekibinin sorduğu sorular, bulduğu ya da bulmaya çalıştığı cevaplar doğal olarak farklı perspektifler için başka soruları ve cevapları da beraberinde getiriyor. Geçmiş yıllarda festival deneyimini yüzeydeki hislerle anlatan, konserlerin kendi iç dinamikleri ve seyircide bıraktığı etkiyle ilgili izlenimleri bu sayfalardan okumuş olabilirsiniz. Bu kez biraz da festivalin kendine biçtiği kimlik, bu kimliği oluşturan konseptler, hazırlanan programın hangi kaygıları ve kriterleri dikkate aldığı gibi detaylarla ilgilenmek iyi olabilir.

SANAM
Fotoğraf: Lisanne Lentink

Festival programının farklı kimlikler açısından ne denli kapsayıcı olduğunu biliyoruz. Bu sahnede Siyah, Arap, Afrikalı, eşcinsel; günümüz dünyasında ötekileştirilen kim varsa hepsinin sesi çıkıyor. Bu durum festivalin kurduğu iletişim ağı ve “kurguladığı kimlikle” ilişkili. Bu konuda festival her zaman övgü aldı, ancak bu çok sesliliğin sürekli takdir edilmesine dönük pozisyonumuzun da sorgulanması gerekiyor artık. Çünkü sesini çıkaracak sahneye sahip olmak herkesin hakkı ve bunun sağlanması bir lütuf değil. 

Le Guess Who?’nun yıllar içinde şekillenen ilişkileri ve bu yöndeki tercihleriyle, İsrail’in soykırıma varan yoğun saldırısı karşısında inim inim inleyen Filistin’in yanında konumlanması, şiddete maruz kalanların sesinin yükselmesi açısından değer taşıyor. Ancak festival sahnesinden sesini yükselten Nihiloxica, Special Interest, Sereias, Irreversible Entanglements gibi isimler Filistin’le dayanışma çağrısında bulunsalar da şunu kabul edelim bunlar sanatçıların kendi görüşleri. Le Guess Who?, Arap, Orta Doğu ve dünyanın daha doğusundan yerlerden misafir ettiği Kamilya Jubran, SANAM, Heba Kadry, Khyam Allami, Faiz Ali Faiz, Ustad Noor Bakhsh gibi isimlerin varlığıyla da “ezilenin, ötekinin ve sesi duyulmayanın yanındayız” konumunu kuvvetlendiriyor. Fakat dediğim gibi kurulan bu ağ, ilişkiler, festivale bence artık itibar devşirmemeli. Bu alan zaten müzisyenlere açılmalı, bu işin normali bu olmalı, minnettar olma hâlinden vazgeçmeliyiz. Varlığımızı ve kimliğimizi inatla ortaya koymalı, sorgulamaya devam etmeli ve yenilenmek istiyorsak sistemi kökten değiştirmeye, piyasanın açık seçik koşullarına daha direkt bir biçimde saldırmaya gayret etmeliyiz. 

Festivale eğer bir itibar atfetmek istiyorsak bunu ancak kendi sayfasından bizzat festival kimliğiyle yaptığı açıklamaya ilişkin yapabiliriz. Filistinli prodüktör ve rap sanatçısı Al Nather’in ülkesindeki savaş şartları sebebiyle Le Guess Who? konseri iptal edilmek zorunda kaldı. Festival bu durumu duyurmak için Instagram üzerinden yaptığı açıklamada Filistin’in ve şiddet gören halkların yanında yer alarak sınıfı geçmiş gibi görünüyor. 

Festival son birkaç yıldır programını konuk sanatçılardan ve iş birliği yaptığı sektör insanlarından kürasyon desteği alarak hazırlıyor. Bu yıl Heba Kadry, Nala Sinephro, Stereolab, Slauson Malone1 gibi isimler festivalin programında pay sahibiydi. Küratörlük misyonunun festivalin paydaşlarıyla bölüşülerek organizasyona eklenmesi kadar Le Guess Who?’nun kimisi yeni kimisi artık köklü diyebileceğimiz yan projelerinin de festivalin başarısında payı büyük. Yıllardır devam eden Hidden Musics serisi, dünyanın farklı yerlerini festivalin bir çeşit üssü olarak tanımlayıp oralardan çıkan seslerin dinleyiciye ulaşmasını sağlayan COSMOS, sanatçının bir küp içerisinde asla görünmeden müziğini yaptığı The Anonymous Project ve festivalin ücretsiz etkinlik serisi U? da yine Le Guess Who? deneyiminin cazibesini artırıyor. 

Bu konseptler neredeyse her yıl elden geçiriliyor, kimi yerini korurken kimileri miadını dolduruyor, bazıları modifiye edilirken bazıları kızağa çekiliyor. Geçmiş yıllarda Lombok Festival, 12 Hour Drone, Le Mini Who? gibi birçok farklı konsepti ve başlığı festival kapsamında görmüştük; şimdi hiçbiri yoklar. Festival bu anlamda bitmeyen bir devinim içerisinde, kurgu ürünü olan kimliğini sık sık yeniden makyajlamak gayretinde. Bu girişimlerin çoğu kulağa pozitif gelebilir, kabaca ve yüzeyden göründüğü kadar öyleler de. Ancak zamanın ruhuna kapılıp gitmek hususunda festivalin bu koşturmacası da farklı bakış açılarıyla okunabilir. Şimdilerde modern insan nasıl koştur koştur bir bilinmezliğe yetişmeye çalışıyor, yeniyi yakalamak, taze kalmak, zamanı avucunun içine almak için çabalıyorsa; Le Guess Who? ekibi de kurumsallaşmasına rağmen bu tip insani edimleri festival bünyesinde yaşatıyor. Biliyorsunuz kimse “out of date” olmak istemiyor, son kullanma tarihini ambalajı değiştirerek uzattıkça uzatmak peşinde herkes. Festival de öyle. Öz değişmiyor ama isimler ve suretler pazara farklı sunuluyor. Ne yazık ki bu, çağın ruhu. Bundan ne denli kaçılabilir, nasıl korunulabilir emin değilim. Farklı, çarpıcı ve yeni olmak varoluşsal gelişmiyor da bir çabaya bağlanıyorsa bazen işler ters gidebiliyor işte. Özgün olma çabası, yeni olarak kalmak konusundaki ısrar nerede başlamalı ve nerede bitmeli, buna dair kesin yargılara sahip değilim. Hatta bunlar çabayla gelişir mi, ona da emin olmak zor. Festivalin özgünlük ve yeni kalma çabası makul bir aralıkta mı salınıyor, bu yoğun çaba tüm gösterişinin sonrasında çıkardığı gürültü kadar etki yaratabiliyor mu, hepsi tartışmaya açık.

Sadece Le Guess Who? için değil, tüm dünyamız için konseptler, prömiyerini yapan dev projeler, dahiyane fikirler kısa bir süre sonra toz bulutuna dönebiliyor, böyle olunca da sahiciliğini sorgulamak kaçınılmaz hâle geliyor. Bunlar heyecan ve merakın güdümünde eylemler olarak başlayıp yavaş yavaş sönümleniyorlar. Bir şeye öncülük etmek, değişimi amaçlamak gibi gerçek birer gayeleri yok bana kalırsa, ömürleri de o sebeple bu kadar kısa oluyor. Kimse ve hiçbir girişim bu denli iddialı olmak zorunda değil. Denemek ve yanılmak tabii ki her işin doğasında var ancak prömiyerler, projeler, konseptler havada uçuşunca ve bunlar “radikal” eylemler olarak taçlandırılınca bu fikirlerin ciddiyetle hazırlandığını düşünmek ve beklenti içine girmek çok doğal değil mi? 

Fotoğraf: Jelmer de Haas

Misal festivalin bu yılki en çok dikkat çeken başlığına, “The Anonymous Project”e bakalım, zaten tüm bu tartışmanın fitilini onun üzerine düşünmek ateşledi. Bu proje festivalin birkaç ayrı salona ev sahipliği yapan müzik kompleksi TivoliVredenburg’un en yüksek kapasiteli salonu Grote Zaal’de dinleyiciyle buluşuyor. Sahnenin ortasına konmuş dev bir küp, bu küpe yansıtılan birtakım ışık ve imajlarla görsel bir şova dönüşüyor. Küpün içerisinde bir ya da birkaç müzisyen var ve çalıyorlar. Müziği icra edenlerin kim olduğunu bilmeden dinliyoruz ve bu isimler asla açıklanmıyor, performanstan sonra dahi. Bireylerden ve dolayısıyla kimliklerden sıyrılan bu müzik deneyimi başta kel başımıza ilaç olabilir gibi geliyor. Ancak üzerine biraz beyin jimnastiği yapınca bu etki kaybolup gidiyor. Çok da derinlikli bir fikir olmadığını fark etmekle başlıyor her şey. Çalan müziğin türü, bu tip işlerle son zamanlarda karşılaşma sıklığımız vs. dikkate alınınca dinleyici deneyimi açısından anonssuz bir internet radyosu dinlemekten pek farkı yok. Tabii radyoda dinlediğimiz müziklerin çoğu (hatta neredeyse tamamı) biz o an isimlerini duysak da duymasak da sahipli eserler. The Anonymous Project’te ise müziğin gerçekten anonim olarak kalmasını amaçlıyor festival. Sahnelenen eserin besteci ve icracısının dinleyicisi tarafından bilinmemesi, bizi anonimliğe ulaştıracak şeklinde bir ön kabul var. Fakat bunun üzerine de bir süre düşününce, sahneyi ve gizemli şovu bir kenara bırakırsak, duyduğumuz şeyin anonimlik hâli de sorguya açık. Dinlediğimiz müziğin sahipleri var en nihayetinde değil mi? Kimlikleri bir kutuyla gizlenmeye çalışılan müzisyen(ler) ve bunun siparişini geçen festival bu müziğin sahibi. Bu müzisyen kişi(ler) ve festival ne kadar üstü örtülse de kimliklere sahipler ve onları gözardı ederek yapmıyorlar işlerini. Bu kutu numarası bir göz yanılsaması yani sadece, kimlikler bu kutuyla buharlaşmıyor. Üstelik çok yüksek ihtimalle telif ve gizlilik anlaşmaları yapılmış bu ürünün ticari olarak anonimliği de tartışmalı.

Müzisyen içinse kimliklerden sıyrılabildiği, mevcut işlerine ve kariyerine bakarak yapılan değerlendirmelerden uzak bir üretim imkânı sunduğu iddia ediliyor. Fakat piyasa taleplerinin bu kadar açık seçik ve içimize işlemiş olduğu bir ortamda sadece bir maske takmak, bir küpün içine saklanmak üretim motivasyonlarımız ve metotlarımız üzerinde ne kadar fark yaratabilir? Piyasa taleplerini bir sanatçı gizlenerek ne denli görmezden gelebilir, onların varlığını unutabilir mi suratı gizlenince? Bu küp, sanatçının kimliğini silikleştirerek çevresinde birkaç adımlık daha alan açabilir en fazla, bu alanın da söylendiği kadar radikal bir değişim yaşatma imkânı gerçekten tartışmalı. Zaten o an dinlediğimiz müziğin yenilik sunmaya dair yetersizliği bunun pek de olası olmadığını gösteriyor. Durum böyle olunca da projenin radikal olma hayali suya düşüyor.

Kimlikle özdeşleştirerek müziği yüceltmek de yermek de mümkün, bunu hepimiz biliyoruz. Bir müzisyenin etnik kökeni, eğitimi, geçmiş başarıları, politik duruşu gibi farklı parametreler sanatla ilişkilenirken kararımıza etki ediyor. Bunlardan uzaklaşarak müzik dinlemenin farklı bir değeri olabilir. Fakat kimliklerin müzik dinleme deneyimimizde yarattığı etki pek basit çalışan bir konu değil, kimlik üzerinden yaptığımız ayrımcılığa nasıl katkısı olur bu projenin anlamak zor. Çünkü sanatla ilişkilenirken kimliklerle olan temasımız ve sonrasında aldığımız pozisyonun nasıl şekillendiğini formüle etmek inanın çok çetrefilli bir mesele. Bu tip basit bir maskeleme yöntemiyle aşılacak bir mesele kesinlikle değil. Önyargılar her zaman beklendiği biçimde gelişmeyebiliyor. Nice sağcının bağıra çağıra Ahmet Kaya söylediğini hatırlatmak isterim. Ve bu örnekten yola çıkarak yine The Anonymous Project’e bakarsak, Ahmet Kaya’ya kimliği yüzünden mesafelenen dinleyicinin önyargısını yok etmek sanatçıyı gizleyerek olabilir mi? Bu, çoğulculuk ideallerimizin tam tersine düşmez mi? Burada festivalin kendine bir imaj inşa ederken bireylerin, müzisyenlerin imajını silikleştirdiği ortaya çıkar ve bu da epey sorunlu. 

Saygın sanatçıları kayırmak, eşcinsel ve kadın müzisyenlere fırsat eşitliği tanımamak gibi sorunların önüne geçmeye çalışmak, bunun için çabalamak çok değerli fakat fırsat eşitliğine sahip olmayan birilerini bir küpe hapsetmek ve kimliklerinden bağımsız, isimsiz karakterler hâline getirmek de makul gelmiyor kulağa. Hatta makul olmayı bırakalım sorunlu bir tarafı var ve proje bu tip sorunlarla yüzleşmeye gebe durumda. Kısacası bu konsepti neresinden tutmaya çalışsak elde kalıyor ve iyi niyetli bir yaklaşım olarak manasını tam olarak kavramak güçleşiyor. Sonunda tüm bu kavramlardan sıyrılınca merak duygusuyla seyirciyi salona doldurmanın pazarlama faaliyeti olarak iyi çalıştığı gerçeği kalıyor bize.

The Anonymous Project’in zihnimize üşüşmesine vesile olduğu ve cevapsız bıraktığı sorulara yanıt ancak piyasaya yönelik gerçekçi eylemlerle bulunabilir. Biz bireysel olarak pratiklerimizi ve alışkanlıklarımızı değiştirmekle başlayabiliriz, sonrasında ise sektörün dinamik ve pratiklerine saldırmamız gerekiyor. Önyargılarımızı bir kenara bırakmanın yolu önyargılı yaklaştığımız çeşitliliği ve kimlikleri ortadan kaldırmak olamaz. Üstelik bu tip sembolik değeri olan maskeleme / gizleme gibi eylemler ihtiyacımız olan değişimin ancak ikamesi olarak hacim kaplıyor dünyada ve bu hâliyle bir illüzyon yaratıp kafamızı karıştırıyor. Bir maskeyle müzisyenin dinleyici karşısındaki otorite rolü değişiyor mu? Piyasanın ve medyanın bize ulaşma biçimlerinin, kullandığı araçların müzik üzerindeki etkisine ne gibi bir fayda sağlıyor yüzümüzü gizlemek? Ne yazık ki bu eylemin bunlara faydası yok. Ortada değişen bir şey yok, değişime öncü olabilecek bir şey de yok, sadece bir ilüzyon var. Bir Sermet Erkin numarası, bir el çabukluğu bu. Belki de sadece bir kelime oyunu, süslü cümlelerin uçucu etkisi hissettiğimiz.

Moin
Fotoğraf: Jelmer de Haas
Nala Sinephro
Fotoğraf: Lisanne Lentink

Son olarak festivali tüm bu kavramları ve fikri takibi bir yana bırakıp hazcı bir yerden deneyimlemek tabii ki mümkün ve biliyoruz ki daha olağan. Çok iyi konserler izlemek, çok fazla ismi birkaç güne sığdırmak, yepyeni isimler keşfetmek için cazip bir festival Le Guess Who?. Nala Sinephro, Slauson Malone1, Caterina Barbieri & African Science, ESG, Tom Skinner, Nihiloxica, Ustad Noor Bakhsh, Faiz Ali Faiz, Bill Orcutt & Zoh Amba, Kali Malone ve Moin gibi isimler izlediklerim arasında en dikkat çekici olanlardı. The Necks, Ak’chamel ve Sophie Nzayisenga izleyemediğim ama etkileyici olduğunu birinci ağızdan duyduğum performanslar. Bakalım seneye bizi neler bekliyor. Festival ekibi heybesinden bizim için ne gibi konseptler çıkaracak, göreceğiz. Bundan sonra yaratılan imajlara pek takılmadan festival sahnesinde fiilen çıkan sese odaklanmak en mantıklısı olacak sanırım.