Üsküp Caz Festivali: Şopska salatası, rakija ve iyi müzik

Yazı: Berk Sayan - Fotoğraf: Tatjana Rantasha

Kuzey Makedonya’nın başkenti Üsküp’te 42 yıldır süren bir caz festivali olduğunu ve bu festivalin Avrupa’nın en iyi programlarından birini sunduğunu bilen pek yoktur sanırım. Açıkçası, bir arkadaşım Mats Gustafsson’un bu sonbaharda nerelerde çalacağını merak edip tur programını incelemese benim de haberim olmayacaktı. Gustafsson için çıkılan bu yolda bir vaha keşfedildi. Bundan sonra belki de her yıl takip edilecek kompakt ve çok etkili bir festival ve ona has karakterlerle tanışıldı. 

19-22 Ekim’de gerçekleşen festival iki ayrı salona yayılan 11 konser, film gösterimleri ve albüm dinleme partileri gibi yan etkinliklerden oluşuyordu. Bu 11 farklı konserde çalacak müzisyenlerin incelikle seçilmiş olduğunu söylemeliyim. Yenilikçi cazın başrolde olduğu, çağdaş müziğe temas eden isimlerin de yer aldığı, ancak ayaklarını spiritüel caz temellerine basan “eski okul” müzisyenlerin ve serbest doğaçlama esnasında gösterdikleri uyumla bu işin kitabını yazmışlar dedirten ustaların da yer aldığı bir program hazırlanmış. Akşam 20.00’de başlayan konserler gecenin ilerleyen saatlerine kadar sürüyor. Belirtmek gerek, konserleri zamanında başlatabilmek konusunda en az bizim kadar başarısızlar. Bu aksaklığın kaynağı festival ekibinden ziyade dinleyici kitlesi, tıpkı bizde olduğu gibi. 

Ben Lamar Gay

Konserler ve performanslara dair gözlemlerden önce, Mats Gustafsson’dan Barry Guy’a, Ben Lamar Gay’den Mary Halvorson’a caz sahnesinin aktif, etkili ve çoğu yeni nesil olan bu isimlerini bulan, takip eden, sahne açan festival ekibine ve bunlara ilgi gösteren izleyicisine değinmeli. Hepi topu 600 bin nüfusu olan bu kentte tüm bu tantana 40 seneyi aşkın süredir nasıl yaşanıyor? Geçmiş yıllarda Cecil Taylor’dan Hamid Drake’e Zeena Parkins’den Jon Hassel’a bunca efsanevi isim nasıl oldu da bu festivalde sahne aldı? Bu soruların cevabı birçok farklı temele dayanıyordur muhtemelen ama noktaları birleştirdiğimizde bir kişinin sureti çıkıyor karşımıza. Bu isim festivalin ilk yılından beri yöneticiliğini üstlenen Oliver Belopeta’dan başkası değil. Aslen mühendis olan, yıllarca müzik gazeteciliği ve radyoculuk yapan Belopeta, bu festivalin mimarı. Ayrıca bir dönem (2001-2005) Ljubljana Caz Festivali’nin de sanat yönetmenliğini üstlenmiş ve European Jazz Network (EJN) ve Forum of Worldwide Music Festivals (FWMF) gibi önemli organizasyonların üyesi. Neredeyse her konseri, 5-10 dakika civarı süren sunum konuşmalarıyla kendisi açtı. Işıklar kesilince sahnenin sol tarafına onun için konulmuş mikrofonun başına geldi ve kendisini aydınlatan ışığın altında konuşmasını yaptı. Bu bir ritüel gibi, onunla simgeleşen festivalin en huzur verici ânı belki de. Ne yaptığını çok iyi bilen, dingin ve emin bir ses tonuyla konuşuyor birazdan nelere tanık olacağımızı anlatırken. 40 yılı aşkın süredir verdiği bu mücadelenin haklı gururuyla, ilerleyen yaşına rağmen beliriyor sahnede. Hayatın ağırlığını sırtına yüklenmiş hafif kambur bir biçimde duruyor ve vücuduna oranla ince bacaklarıyla dikiliyor karşınıza. Defalarca ve usanmadan. Âdeta bir modern zaman sisifosu gibi.

Festivalin kitlesi günde üç konser takip etmenin verdiği yorgunluğa rağmen pek değişmiyor. Herkes kombine almış. Günler geçiyor ama aynı yüzler koltuklarına kurulmuş konserleri takip ediyor. Gece konserleri kalabalık açısından biraz zayıftı, o kadar. Sabahları işkembe çorbası içen ardından hemen öğle saatlerinde rakija sofrasına oturan ve bu sebeple yemeklerini tıpkı bizim meyhaneler gibi epey tuzlu, bol sarımsaklı, rayihası yüksek bir şekilde yapan, şopska salatasını (sirene peynirli bir çeşit çoban salata) bol tuzlu, yağlı ve sirkeli yiyen, yani bize pek benzeyen ama iş caz festivali düzenlemek olunca birkaç gömlek üstümüze çıkan bir kent ahalisi dolduruyor koltukları.

Bitmiş bir şopska (Fotoğraf: Berk Sayan)

Bu festivali özel kılan şeylerin en önemlisi ise bence şu: Ülkemizde çok dillendirilen “caz festivalleri artık eklektik festivallere dönüştü” safsatasını yıkıyor. Caza odaklanmış ve iyi programlar sunan bunun gibi birçok festival örneği bulabiliriz tabii ama bütçesi epey kısıtlı, nüfusu düşük bir kentin dinleyicilerine hitap eden bu festivalin başarısı bize bir şeyler anlatıyor sanki. Buna Türkçede şey diyoruz sanırım: “Demek ki isteyince oluyormuş.” Caz festivalleri eklektik bir noktaya kaydı evet, bunun dünyada iyi örnekleri de var, ancak programında numunelik caz müziği olan festivaller düzenlemek en hafif tabirle biraz gülünç ve biz birkaç senedir bunu yaşıyoruz ne yazık ki. Üsküp Caz Festivali ise tam tersi noktada konumlanıyor. Macerasever bir dinleyici kitlesi olduğuna inanan, cazla ve onun üzerine yapılan deneylerle dolu, yenilikçi ve cesur bir festival. Bu manada aslında Üsküp Caz Festivali’nin içeriği de eklektik, fakat gerçekten cazla ilişkili müziklerden oluşuyor sundukları yelpaze. Caza yenilikçi bir perspektifle bakan, geleneklere sıkışıp kalmayan ve denemekten korkmayan müzisyenlerden oluşan bir program yani. Misal Gustafsson’un RITE adını taşıyan yeni projesi synth kaynaklı bas müzik ile onun ve Zoe Pia‘nın üflemeli çalgılardaki üstün yeteneğini birleştiren bir işti. Ben Lamar Gay de bazı elektronik oyuncaklarıyla sahnedeydi, müziğinin önemli bir parçasıydı sampling. Festival boyunca özgür doğaçlamadan günümüze has hibrit türlere kadar farklı stil ve tarzlar deneyimledik ama dediğim gibi hepsi bir yerinden cazla ilişkiliydi. Lovechka (ya da sharska) adını verdikleri büyük köftelerini sarımsak, paprika, türlü türlü baharat, taze soğan, yeşil/kırmızı biber ve peynir gibi farklı malzemelerle nasıl oluşturuyorlarsa festivallerini de aynen öyle farklı seslerin bir bütünü oluşturması üzerine kurguluyorlar. 

Gard Nilssen’s Supersonic Orchestra

Bu eşsiz karışımın içinde en beğendiğim tat festivalin son günü sahnenin ilk konuğu olan üçlüydü. Zlatko Kaučič (davul), Barry Guy (kontrabas) ve Agusti Fernandez’den (piyano) oluşan ekip müthiş bir uyumla özgür doğaçlama sahnelediler. Duyguların, stillerin, müzikal yoğunluğun, gürültü ve sessizliğin ansızın değişiklik gösterebildiği bu macerada üç yaşlı kurdun birbirlerine çok iyi kulak verdiklerini ve büyüleyici bir ahenk içinde çaldıklarını söyleyebilirim. Onların hemen ardından gelen Gard Nilssen’s Supersonic Orchestra da üzerine çok çalışıldığı belli olan, doğaçlamalar ve tonal melodi döngülerinin iç içe geçtiği bir şovla karşımızdaydı. Norveçli davulcu Nilssen’in 17 kişilik orkestrasında saksafoncu Mette Rasmussen başta olmak üzere, geleneksel caza daha yakın bir stili olan bir diğer saksafoncu Fredrik Ljungkvist ile davulcu Hans Hulbækmo göz kamaştırıyordu. Bir diğer favori ise kesinlikle festivalin ikinci günü sahne alan piyano-gitar duo’su Sylvie Courvoisier ve Mary Halvorson’du. İkilinin çağdaş klasik müziğe yakın, hatta oda müziği denebilecek bir stille hazırladıkları besteleri rüya gibi. Zaten albümleri Searching for the Disappeared Hour da epey sükse yapmıştı 2021 yılında, her türden övgüyü sonuna kadar hak ediyorlar. İkilinin arasında çok güçlü bir uyum olduğunu söylemeliyim, kaş göz işaretleriyle anlaşıyorlar. Onların sahnesinde tek sorun, yeni bestelerin de eklenmesiyle, performansın biraz dağınık ve uzun bir set hâline dönüşmesi. Belki bir buçuk saat kadar uzun olmayan, hikâyesi biraz daha belirgin, daha akıcı bir sahne performansı sunsalar eminim etkileyicilik katsayısı artardı. 

Bunların yanı sıra Mats Gustafsson ve Fire! Orchestra’dan takım arkadaşı Zoe Pia’nın RITE adıyla sahnelediği ruhani ve yenilikçi sahnesini izlemek; Ben Lamar Gay’in tarihsel süreçte değişen ve gelişen siyah müziklerin bir çeşit potpurisini sunan, yeni Amerikan cazının nüvelerini gözlemlememizi sağlayan performansı çok değerliydi. Tüm bunları göz önünde bulundurunca şopska salatası, rakija ve iyi müzik vadeden Üsküp Caz Festivali sıkı bir müdavim kazandı gibi görünüyor.