“Bu kızı yeniden büyütmeliyim”: Levan Akin ile Crossing’e dair

Röportaj: İlayda Güler

Bulutlu bir cumartesi sabahında Eminönü İskelesi’nden Karaköy’e doğru yürüyorum. Etraf epey tenha. Turistlerin yüzleri gülüyor; yerlilerinki pek gülmüyor. Galata Köprüsü’nü geçerken yağmur çiselemeye başlıyor; damlaların nezaketinden şemsiyemi açmak aklıma bile gelmiyor. Hava serin ama üşütmüyor. Buraları özlemişim; belki de ondan olacak ki şehir, gözüme bir başka güzel görünüyor. Gün akşam olduğunda; az önce adımladığım bazı yollara Crossing’i izlediğim sinema koltuğunda otururken yeniden rastlayacağımı da gündüz açmaya tenezzül etmediğim şemsiyemin aradan geçen saatlerde şiddetlenen rüzgâra dayanamayıp, film bittikten yalnızca yarım saat sonra yönetmeni Levan Akin ile yapacağımız röportaja giderken beni sırılsıklam olmaya terk edeceğini de bunu tahminimden daha neşeli karşılayabileceğimi de henüz bilmiyorum.

Tünel’e biniyorum. Ben Tünel’in girişine ulaşmak için karşıdan karşıya geçmenin en kolay yolunu yıllardır bulamadığımı düşünürken, turistlerden “Bu kadarcık mıydı?” sesleri yükseliyor. Valla öyle, geldik bile. Yağmur pek çoklarını caydırmış belli ki; İstiklal Caddesi’nde dahi tek tük insan var bu cumartesi öğlesi. Yakındaki bir kafede mola verip, yıllardır hırpalanan Beyoğlu’nun kuytularında saklanmış gerçek ruhunu hissetmeme fazlasıyla yeten kısa bir yürüyüşle Pera Müzesi’ne varıyorum. Nefesimi sıkıştıran ağır bir dram filminin hemen ardından izlediğim Crossing’in birleştirici hissiyle dışarı çıktığımda, önümdeki kaldırımdan geçen turistlerin yüzleri gülüyor; bu kez yerlilerinki de gülüyor. Müze kapısında filmi ayaküstü kritik edenlerin yüzleri yani. Festivaller bize iyi geliyor. Fırtınaya karşı Minoa Pera’ya ulaştığımda ise Levan’ın gülümseyen yüzüyle buluşuyorum. Ve sohbetimiz böylece başlıyor. Ona gelmeden önce, size hızlıca birkaç bilgi vermem gerekiyor.

O’na giden bir yol

Gürcü asıllı -kökleri Türkiye’ye de dayanan- İsveçli yönetmen Levan Akin’in ilk kez 2019’da Cannes Film Festivali’nde gösterilen bir önceki filmi And Then We Danced, tıpkı bizdeki gibi muhafazakâr görüşlerin baskın olduğu Gürcistan’da patriyarkanın sembollerinden biri hâline gelmiş geleneksel halk danslarını icra eden iki erkek arasında filizlenen aşka ve sonunda hem sevdiği hem de yetiştiği kültür tarafından yalnız bırakılan Merab’ın kendine sahip çıkma öyküsüne odaklanıyordu. 

Prömiyerini geçtiğimiz şubatta Berlin Film Festivali’nde yapan Crossing ise trans kadın olduğu için ailesi tarafından reddedilip Gürcistan’dan Türkiye’ye kaçmış yeğeni Tekla’dan yıllar sonra af dilemek isteyen emekli öğretmen Lia ve boğucu yaşamından özgürleşme hayaliyle ona katılan Achi adındaki gencin Tiflis’ten İstanbul’a uzanan yolculuğunu takip ederken, İstanbul’da avukatlık yapan bir başka trans kadın olan Evrim’in dünyası üzerinden seçilmiş ailelerin içindeki güven ve dayanışmayı kutluyor. Gürcüce ve Türkçenin cinsiyetsiz diller olduğu hatırlatmasıyla başlayan film; kültürler, kimlikler, kuşaklar ve duyguların çizdiği hatlardaki geçişlerle inşa edilmiş, umudu yitirmeyi aklından bile geçirmemiş bir anlatı koyuyor seyircisinin önüne.

Başrollerini, performanslarıyla ışıldayan Mzia Arabuli, Lucas Kankava ve Deniz Dumanlı’nın paylaştığı, İstanbullu kuir komünitenin parçası olan pek çok tanıdık simanın da seyirciye tatlı sürprizler yaptığı Crossing, bugünlerde 43. İstanbul Film Festivali kapsamında perdede; sıradaki gösterim 27 Nisan’da Beyoğlu Sineması’nda. 31 Mayıs’ta vizyona girecek film, ardından MUBI kataloğuna eklenecek.

Etrafımızda yüzlerce kitap, tepemizde sıcak bir ışıkla upuzun bir masanın ortasında karşı karşıya oturuyoruz Levan’la. Yarı Türkçe yarı İngilizce selamlaşmamızın ardından ondan ilk ricam, And Then We Danced’in hazırlık sürecinde düşüncesine ekildiğini öğrendiğim Crossing tohumlarının neler olduğundan ve onları nasıl büyüttüğünden bahsetmesi. Önce, And Then We Danced’de de yer alan Gürcü seks işçileriyle tanışmasını işaret ediyor. Onlarla vakit geçirirken, çalışmak için sık sık İstanbul’a geldiklerini duyunca, mirasını aldığı bu iki ülkeyi aynı hikâyede birleştirme fikri aklını çelmiş. Bir diğer karşılaşma da trans torununa destek veren yaşlı bir Gürcü dede hakkındaki gazete yazısını okuması olmuş. Son derece dar görüşlü bulduğu Sovyet jenerasyonundan birinin çıkıp “Ama o benim torunum.” diyebilmesini çılgınca bulmuş. Bunun, “hayatı istediğince yaşamak” etrafındaki benzer temalar üzerinden biçimlenen sineması için üzerine düşünmeye değer bir malzeme olduğu aşikâr.

İstanbul’u onun için çekici hâle getiren başka sebepleri kurcalıyorum. Çok farklı şeylere ev sahipliği yapmasının, barındırdığı çeşitliliğin kenti özel kıldığını düşünüyor Levan: “Çocukluğumda da burada çok vakit geçirdiğim için 80’lerden bugüne kadar İstanbul’u gördüm. Nasıl değiştiğini gördüm ve açıkçası buradayken araştırdığım şey, İstanbul’da yaşayanlardı. Türkiye sosyoekonomik açıdan o kadar karmaşık bir yer ki; çok sınıflı bir toplum. Bir çeşit laik beyaz üst orta sınıf insan var ve onlar için İstanbul’un oldukça Batı merkezli olduğunu hissediyorum. Araştırmalarımda, onların Doğu’ya özgü olduğunu düşündükleri şeylere karşı neredeyse bir kızgınlığı olduğunu fark ettim. Ama bu benim İstanbul’um, benim bakış açım. Bana göre İstanbul, insanlarından ve onların görüşlerinden daha büyük. İşte İstanbul’un sevdiğim yanı da bu.” 

Apayrı kıyılar, denizaşırı anılar

Hazır İstanbul’a derin bir dalış yapmışken, bunca ziyaretin ve seyirciyi vapurlara, kedilere, rakı masalarına, baklavacılara, tarihi binalara, Beyoğlu’na doyuran Crossing serüveninin ardından şehirde en sevdiği yerin neresi olduğunu merak ediyorum. Bir en seçmenin onun için zor olduğunu ama aslında herkesin bir favori çocuğu olduğunu söylüyor gülümseyerek; hak veriyorum. Aklından bazı noktalar geçiyor. Hmmm… Mesela Kadıköy bölgesi, denize bakan Moda Çay Bahçesi. Onu şaşırtıcı bir yanıt izliyor. Akrabaları oralarda yaşadığı için kentin periferisini de ziyaret etmiş Levan. Bir işçi semti olan Sefaköy’ü beğenirmiş. Anlayacağınız, burayı baya iyi biliyor.

Levan’ın İstanbul’a ilk gelişi, tahminlerine göre 1 yaşına rastlıyor. Babasının, zamanında şehirde bir evi varmış, annesininse İstanbul’da ve Ankara’da bir sürü kuzeni. Anne ve babasının ailesinde, evlerde çok fazla Gürcüce konuşulurmuş ama torunların artık Gürcistan’ı unuttuğunu söylüyor. Büyükannesinin kız kardeşi İstanbul’da yaşarmış. “Ona çok yakındım. Büyükannem ben çok küçükken öldü; sonra o benim büyükannem gibi oldu. Karadeniz lehçesine sahip çok tatlı bir Gürcü kadınıydı. Onu çok seviyorum.” diyor dudaklarını büzerek. 

Fakat Türkiye’yle bağlantısı yalnızca İstanbul’la sınırlı değil. Sinop’ta, Samsun’da, Fatsa’da da epey bulunmuş. Üvey annesi Fatsalıymış; dolayısıyla bütün bir yazı orada geçirdiğini hatırlıyor. “Deniz kenarında, biraz hoş, biraz da sıkıcı bir yerdi.” diyor Fatsa için. Anıları bizi geleceğe ışınlıyor ve bir sonraki olmasa da ilerleyen zamanlarda çekmeyi düşündüğü filmlerden birini anlatırken buluyor kendini. Hikâye şöyle:

“90’lı yıllarda İsveç’ten ya da Almanya’dan, her neyse, küçük bir Karadeniz kasabasına gelip, yazı orada geçiren çocukları konu alıyor. Bu bir aşk öyküsü çünkü biri kız, diğeri erkek olan iki kardeş kalbini aynı oğlana kaptırıyor. Aman tanrım, bunu hiç söylemedim. Bir tür sürtüşme gibi olacak.” Sanki biraz otobiyografik tınlıyor, değil mi? 

Türkiye’deki uzun zamana yayılan deneyimleri, Levan’ın ülkeye dair fikirlerini dönüştürmüş elbette. Çocukluğunda ziyaret ettiği ailelerde, evlerde pek çok ataerkil yapıyla karşılaştığını, Türkiye’yi birçok açıdan çok muhafazakâr bir yer olarak gördüğünü, bir yandan da buradaki genç jenerasyonu çok merak ettiğini söylüyor. “Nüfus burada çok genç; onların gerçekten çok çok farklı olduğunu hissediyorum. Sizin parlak bir geleceğiniz olduğunu hissediyorum. Onu siz devralacaksınız.” sözleriyle paylaşıyor dileklerini.

Hatırlatıcı olarak film yapmak

Crossing bir bakıma And Then We Danced ile tanıştığımız Merab’ın hikâyesinin devamı niteliğinde. Bu kez varoluşu inkâr edildiği için ülkesi Gürcistan’ı terk etme kararı vermekle kalmayıp, bunu bizzat uygulamış olan Tekla’nın kaçışının izini sürüyor. Ancak geldiği yer olan Türkiye de aslında onun için bir o kadar güvensiz. Peki her iki ülkedeki kuir topluluklarla da çokça vakit geçirmiş biri olarak Levan, onların bireysel ya da kolektif direniş yöntemleri arasında ne gibi benzerlikler ve farklılıklar buluyor? Şöyle yanıtlıyor:

“Mücadelenin çok benzer olduğunu düşünüyorum. Ama örneğin trans kadınların durumunun Gürcistan’da buradan çok daha farklı olduğunu düşünüyorum. Yani en azından İstanbul’dan. Çünkü İstanbul’da her zaman kendi küçük köşenizi bulabilirsiniz; o alanın dışında güvende değilsiniz. Ama sanki Gürcistan’da kendi köşelerinde bile güvende değillermiş gibi geliyor. Yani mücadele çok benzer olsa da buradaki topluluk çok daha çeşitli, Gürcistan’da ise çok daha homojen.”

Levan Akin, sette oyuncu olmayan kişilerle, LGBTİ+ toplulukların gerçek üyeleriyle çalışmaya And Then We Danced’den alışık. “Bu biraz belgesel etkisi yaratıyor gibi.” dediğimde beni onaylıyor. “Bu kez onları nasıl buldun?” diye soruyorum. “Yapım şirketi aracılığıyla. Kırmızı Şemsiye, Pembe Hayat gibi LGBTİ+ topluluklarla iletişime geçtik. Sonra onlarla tanıştım, röportajlar yaptım. Onlar vasıtasıyla başka insanlarla da tanıştım. Efruz adında, ilham perisi gibi bir kızla tanıştım mesela. Bana çok yardımcı oldu. Kırmızı Şemsiye sayesinde röportaj yaptığım Evrim adında bir kız daha vardı. Yani filmde gördüğünüz her şey aslında buradayken yaşadığım sahneler.” diyor.

İki yapımın tematik paralelliğinin yanı sıra üretim metotlarındaki benzerlikten ötürü de And Then We Danced’i sıkça anıyoruz. Onun hem çekimleri hem de gösterimlerinde çeşitli tatsızlıklar yaşanmış; film, Gürcistan’daki radikal sağcı grupların yıkıcı tepkilerine maruz kalmıştı. Acaba bu sefer nasıl geçti set? Engellerle karşılaştılar mı? “Tek engel İstanbul’du. İstanbul’da çekim yapmak çok zordu. Ama harika bir ekibim vardı. Türkiye takımı inanılmazdı.” diye yanıtlıyor. Crossing yolculuğu boyunca onu en çok etkileyen şey ise çalışırken uzun uzun gözlemleme fırsatı bulduğu, topluluktaki dayanıklılık olmuş. Detaylandırıyor Levan: “Bunu filmde Evrim karakteriyle göstermek istedim. Filmde tüm engellere rağmen yoluna devam eden tek kişi o. Bana göre bu çok ilham vericiydi. O inanılmaz biri. (Evrim’i canlandıran) Deniz Dumanlı’yı çok seviyorum.”

Şimdi ben de sözü sevgiye getiriyorum. Varlığında ihya, yokluğunda perişan olduğumuz; gerçeğini arayıp durduğumuz; bulunca sıkı sıkı sarıldığımız, bazen de taşıyamadığımız sevgiye. Sevgi, hele ki beklenmedik zamanlarda geleni, insanlar üzerinde dönüştürücü bir güce sahip olabilir ve bu, Levan Akin sinemasının yakından ilgilendiği nesillerarası çatışmayı da iyileştirebilir. Sevgiyi algılama biçimimizdeki farklılıklar, aramızda büyük uçurumlar yaratabilir ancak çoğu koşulda birbirimizi affetmek için asla geç değil. Crossing’i izlerken Lia için dilediğimiz gibi. Levan bana katıldığını ve belki de filmi izleyen birilerinin zamanında kırdığı, yok saydığı bir sevdiğini düşünüp onu arayabileceğini umduğunu söylüyor. Onun sevgiye dair beklentisi şöyle:

“İnsanlar arasındaki nezakete dayalı küçük jestlerle ilgileniyorum. Çünkü ihtiyacımız olan şeyin bu olduğunu düşünüyorum. Görmek istediğim şey bu. Kendi hayatımda oldukça nihilistim; bunu hissediyor olmalısın. Ben genelde ‘Neyse ne, her şey kötüye gidiyor.’cuyum. Ama sonra dönüp ‘İnsanların da nezaket ve empati kapasitesi var ya.’ diyorum. Yine de hatırlamamız için görmemiz gerekiyor. Belki filmlerimi yaparken kendime de bunu hatırlatıyorum.”

Ya kaybolmak? “Belli ki İstanbul, insanların ortadan kaybolmak için geldiği bir yer.” demişti Lia. Öyleyse kaybolmak, kendimizi bulmanın ya da yeniden hatırlamanın başlangıcı mı? Levan’a göre, biraz klişe olsa da öyle. Her zaman o labirentten içeri girmek gerektiğine inanıyor. “Ben, en azından sinema yolculuğumda kesinlikle labirentin içindeyim. Çünkü bu artık benim psikolojik yolculuğumla da çok bağlantılı. Hâlâ nasıl yaşayacağımı anlamaya çalışıyorum. Her sabah uyandığınızda nasıl yaşayacağınızı yeniden çözersiniz. Çözmeniz gerektiğini düşünürsünüz ama asla yapamazsınız.” diyerek, filmlerinin ardındaki hatırlatmalardan birinin de bu olduğuna dikkat çekiyor.

Geçişlerin müziği, dayanışmanın dansı 

“Ne gemiler yaktım, ne gemiler yaktım. O kadar yandı ki canım, sonunda karşıdan baktım. Ne göreyim, kendime yıldızlardan daha uzaktım. Bu kızı yeniden büyütmeliyim. Kor ateşlerde yürütmeliyim. Değirmenlerde öğütmeliyim. Farkındayım, farkındayım.” Kaybolmanın kitabını Minik Serçe 2003’te yazmış diyebilir miyiz? Küçükken vokal yorumunu ağdalı bulup burun kıvırdığım bu şarkıyı birkaç ay önce yetişkin hâlimle yeniden dinlediğimde sözleri karşısında nutkum tutulmuştu. Sezen Aksu’nun Yaz Bitmeden albümünde yer alan “Farkındayım”, Lia’nın Tekla’ya kavuşma umudunda yardımcısı olacak Evrim’le yollarının kesişmesini sağlayan gecenin sabahında hep bir ağızdan söylendiği o nefis sahneyle hafızamıza bir kez daha kazınacak gibi duruyor. 

Crossing’de şarkılar epey önemli bir yer kaplıyor. Vesilesiyle keşfetmekten mutluluk duyduğum Dario Moreno güzelliği “Hatıralar Hayal Oldu”dan Selda Bağcan klasiği “Katip Arzuhalim Yaz Yare Böyle”ye uzanan pek çok müzik dinliyoruz film boyunca. Bir kısmına buradaki playlist üzerinden ulaşabilirsiniz. Gaye Su Akyol’un “Biliyorum”u dışında tamamı yıllanmış parçalardan oluşan seçkiyi nasıl yaptığını soruyorum Levan’a. Müziği çok sevdiğini söyleyerek başlıyor söze. Türkçe sözlü müzikle de arası oldukça iyi. Türkçe psikedelik rock’ı seviyor ama diğer üsluplara da ilgili. Türkiye’deki müziğin de ülkedeki çeşitliliği yansıtıyor oluşunu; başta konuştuğumuz farklı katmanları, etkileri müzik üzerinden incelemeyi; sosyoekonomik farkların, insanların ne dinlediği hakkında fikir vermesini büyüleyici buluyor. 

“Yazarken müzikleri keşfetmeye başlıyorum ve şarkılar o süreçte benimle birlikte oluyor; böylece çalışırken hazırladığım playlistler ne yaptığım hakkında ipucu verebiliyor. Fakat o belirli şarkılar, ancak film ortaya çıkınca bağlandı çünkü sadece atmosferik değil, anlatısal bir işleve de sahip olduklarını hissettim.” diyor. Sonra Neşet Ertaş’ın “Yolcu”sunu duyduğumuz sahneyi örnek vererek “Bu sözler o sahne için mükemmel ve siz de bunu anlıyorsunuz çünkü Türkçe biliyorsunuz.” diye devam ediyor. Öte yandan pek çok uluslararası seyirciden “Keşke şarkılara altyazı koysaydın.” yorumunu almış fakat o kadarını da fazla direkt bulduğu için onlara “Hayır, bu tuhaf olurdu.” cevabını vermiş. Türkiye seyircisine ise kültürel bağlantıdan dolayı hoş bir karşılaşma yaşatacağını düşünüyor.

Filmin kapanışına eşlik eden Tülay German şarkısı “Ne Pleure Pas”yı (Ağlama) anmadan geçmek istemiyor Levan. “Çünkü Lia hayatında yeni bir amaç buldu; bu yüzden ağlamasına gerek yok. Ama bu cümleyi aynı zamanda izleyicilere de söylüyorum; olanların üzücü olduğunu biliyorum.” diyor. Öyleydi ama havamız değişsin; hadi biraz danstan konuşalım. İnsanların bedenleriyle kurduğu ilişkiyi güçlendiren, farklı bir iletişim dili yaratan, sihirli bir eylem dans. And Then We Danced’in başrollerinden biriydi; Crossing’de de bolca var. Levan ve sineması için ne ifade ediyor?

Dansın Gürcü kültürünün büyük bir parçası olduğunu hatırlatarak; dansı sevdiğini, çocukken dans ettiğini söylüyor. Ergenlik çağının sonlarına doğru modern dans ve baleyle de haşır neşir olmuş. Yönetmenlik yıllarında ise sinematik olarak da bir şeyleri ifade etmenin, konuşmadan ifade etmenin güzel bir yolu olarak görüyor dansı. Sonra sözü filme bağlıyor: “Yani günün sonunda birlikte dans ettiklerini görmek, ‘Tekla’yı bulamadık.’ gibi sorunlarından bahsetmelerinden çok daha eğlenceli. Evet, olanlar üzücü ama hayat devam ediyor. O hâlde hadi, sadece dans edelim. Bu daha iyi.”

Lia, Tekla, Achi, Evrim ve İstanbul’un rengârenk kuir topluluğuna, sokak çocuklarına, vapur müzisyenlerine, kedilerine dansla veda ederek sohbetimizin sonuna gelirken; Levan’ın Hollywood’la temaslarındaki son durumu da öğrenelim. “Interview with the Vampire’ın dizi uyarlamasında dört bölüm yönettin.” derken beni düzeltiyor. Doğrusu altı bölümmüş; henüz resmî açıklama yapılmamış. Bağlantıların iyi gittiğini, bu dizide çalışmanın çok eğlenceli olduğunu söylüyor. Kitapların büyük bir hayranı olarak serinin hem onun için hem de tüm ekip için bir tutku projesi olduğundan bahsediyor. Crossing’in İstanbul’daki bir önceki gösterimine bazı Interview with the Vampire hayranları ellerinde kitaplarla gelmiş. “Çok tatlıydılar, onlara imza verdim.” diyor. Levan Akin, Hollywood’da başka projelerde de yer alacak ama elbette her zaman kendi filmlerini yapmaya devam edecek. Kim bilir; bir başka zaman yeniden buluşur, bu defa Karadeniz yağmurlarını konuşuruz belki. 


*Yalnızca bu röportajın öncesinde ve sonrasında değil, bu kızı yeniden büyütürken de elini hep omuzumda hissettiren arkadaşım Merdan Çaba Geçer’e teşekkürler.