“Eskiden iyiydi”nin çeşitlemeleri: Lolla - The Story of Lollapalooza
Yazı: Utkan Çınar
1991 yazında Jane’s Addiction solisti Perry Farrell’ın girişimleriyle düzenlenmeye başlanan Lollapalooza, yıllar içerisinde Chicago merkezli bir festival olarak Kuzey Amerika’nın en büyük ve heyecanlı müzikal buluşmalarından birine dönüştü. Bugüne dek ürettikleriyle 6 kez Emmy adayı olan Michael John Warren’ın yönetmenliğini üstlendiği Lolla: The Story of Lollapalooza belgeseli de prömiyerini geçtiğimiz aylarda Sundance’de yapmıştı. 21 Mayıs itibarıyla üç bölümlük bir seri olarak Paramount+’ta erişime açılan belgeselde Farrell’ın yanı sıra Flea (Red Hot Chili Peppers), Tom Morello (Rage Against The Machine) ve Donita Sparks (L7) gibi festivalin gediklisi olmuş pek çok müzisyenle de röportaj yapılmış.
Belgesel serisinden öne çıkanlar ve akılda kalanları bir sıralayalım.

Perry Farrell: Belgeselin esas kişisi, Lollapalooza’nın fikir babası. Dönemin İngiltere’deki harika festivali -o yıllardan afişleri görmelisiniz, ağzınızı sulanıyor- Reading’i, çok dağıttığı için kaçırması nedeniyle Lollapalooza fikrinin çıkması pek eğlenceli bir başlangıç hâlihazırda. Farrel’ın vokalisti olduğu Jane’s Addiction’ı hep sevmiş biri olarak -lütfen yani Been Caught Stealing’i kim sevmez? Jane Says? Pigs in Zen?- 2009’da Rock’n’Coke’da frontmanlik performansının canlı tanığı olabildiğim için kendimi şanslı addederim. Satellite Party projesi gayet iyiydi. Yüksek oktavlı, güçlü, pek kendine has bir sesi vardır. Pozitif bir duruşu, gırgır bir yanı da var. Belgeselin anlatıcısı konumunda da yaşının verdiği etkiyle tane tane, sakin sakin anlatıyor her şeyi. Festivalin 90’lardaki sürümlerinde her sene yeni bir imajla karşımıza çıkması eğlenceli. Tabii bu aralar müzikal anlamda da hareketlendiğini söylemeli. Bir diğer grubu Porno for Pyros’la bir veda EP’si yayımlamaya hazırlanırken; geçtiğimiz günlerde on yıldan uzun bir aradan sonra Jane’s Addiction’ın da orijinal kadrosuyla yeniden konser vermeye başladılar ve yeni şarkılar da çalıyorlar. Odadaki fil ise yaptırdığı estetikler. İyi bir fikir olmadığı kesin.
Konuşanlar: Tom Morello zaten konuşmayı sever ve bilir. Burada da heyecanından hiçbir şey kaybetmemiş olarak devam ediyor. Lollapalooza’nın Rage Against the Machine’in kariyerindeki yeri belli. Doğru bir seçim. Aynı telden Trent Reznor’un da “masasında” varlığı önemli. NIN’in de ilk zamanlarında ne kadar yenilikçi ve etkileyici bir grup olduğunu da konser görüntülerinden tecrübe edebiliyorsunuz. Yalnız kendisi “Sick of corporate bullshit” cümlesini kullandığında Atticus Ross ile beraber Oscarlar kırmızı halısında takım elbiseli hâlleri aklıma geldi. Acı acı sırıttım. Keyfine baksın tabii. Zamanın nadide kadın grupları L7’den Donita Sparks’ı ve Babes in Toyland’dan Maureen Hermann’ı görmek de güzeldi. Flea ve Ice-T zaten bu işlere alışıklar. Özellikle Ice-T, “gerçekçi” yaklaşımlarıyla önemliydi. Vernon Reid’e de saygımızı sunalım. Ama festivalde yer alan tüm o isimleri düşününce sanki daha fazla muhabbet edecek isim bulunabilirmiş gibi de geldi. Bir abinin dediği “X kuşağı umudu umut etmezdi” lafı en çok aklımda kalan.

Nostalji: En nefret ettiğim şey “eskiden iyiydi” muhabbeti. Müzik her zaman güzel. Senin gençlik zamanındaki heyecanına denk gelen müzikler en iyisiydi de gerisi çöp gibi bir yaklaşımın ne kadar saçma olduğu aşikâr. Gelgelelim özellikle alt. rock müzik dinleyicisi için bu 1991-1995 arası dönemin ayrı bir yeri olduğu da ortada. Tabii o günden günümüze birçok iyi grup ve müzisyen kulaklarımız şenlendirmeye devam etti, ediyor ama o zamanki verimlilik hakikaten ayrı konu. 1991 sonbaharındaki yayımlanan albümler vaziyetini bilirsiniz. Lollapalooza’nin da, ilki 1991’de olmak üzere, sanatçı listesi insanın ağzının suyunu akıtıyor. Rock müziğin dağın tepesine çıktığı an. O zamandan beri de inişte. 1997’de festivalin ilk versiyonunun sona erdiği senede Orbital, Tricky gibi isimlerin headliner olması da bunu gayet güzel özetliyor. Belgeselin en keyifli anları nostaljik durumlar. Çekimlerdeki grenli estetik hâlâ içimi ısıtıyor. Sinead O’Connor’ın Cypress Hill’i, Cypress Hill‘in de onu övmesi; Reznor, Beck, Layne Staley gibi isimlerin gençlikleri, Siouxsie Sioux’nun muazzam coolluğu, Pearl Jam’in albüm çıkmadan önce 8 bin 500 dolara bağlanması gibi ayrıntılar aşırı keyifli. Lars Ulrich’in kendilerinin alternatif gruplardan farkının oduncu gömlekleri olduğunu düşünmesi de şaşırtmadı! Ayrıca festivalde o dönem açılan stantlar da o dinleyici kitlesinin zamanının ne kadar ilerisinde, ne kadar progresif olduğunu da kanıtlıyor. Kimsenin müzik zevkine laf gelsin istemem ama yine de Alice in Chains’ten The Killers’a; A Tribe Called Quest’ten Lady Gaga’ya, RATM’den Miley Cyrus’a gelinen yol can sıkıcı. Daha doğrusu o yıllarda da festivalin alternatif olmasa da çok sağlam line-up’ları olmasına rağmen, belgeselde bu isimlerin vurgulanması yanlış bir izlenim de yaratıyor insanda.
Bir klişe: Belgeselinizi izlerken aniden siyah ekran gelir; ardından drone’a bağlı kamera hafifçe havalanarak önce boş sokakları ardından da boş bir şehri gösterir. Ekranda 2020 yazar. Üzerine bir haber sunucusunun sesi Covid ile ilgili bilgiler verir. Maalesef konusu 2020 senesine uğrayan her belgeselde aynı klişeyi görmekteyiz ve sanırım ki görmeye de devam edeceğiz. Bundan bir kurtulmak lazım. Lolla’nın da aynı tuzağa düşmesi sinir bozucu. Ayrıca bir sürü insanın hayatını, yakınlarını kaybettiği, kalıcı sağlık sorunlarıyla boğuştuğu, işsiz kaldığı bir dönemi festivalin iptal olması üzerinden geçiştirmek de yakışmamış.

Sonuç: Belgeselin ilk iki bölümündeki nostaljik hava benim gibi MTV ile müziğini öğrenmiş kitle için çok keyifli. Değerli arşiv görüntüleriyle, sonradan sevip hayranı olduğumuz grupların tıfıl hâllerine tanık olmak insanı o zamanlara götürüyor. Son bölüm ise gereksiz bir yeniden doğuş hikâyesi. Artık pazarlama dünyasına ait bir bölüm. Festivallerin özgür, laissez-faire havaları, ki 1999 Woodstock’taki en kibar tabirle yaşanan tatsızlıklar ile yok oldu. Benim kuşağım ve arkadan gelenler maalesef çok daha steril olanlarla, ticareti öne koyanlarla yetinmek zorunda kaldık. “Eskiden iyiydi” diyebileceğim bir alan bu. Lollapalooza iyi niyetlerle yola çıkmış, gerçekten de ilk birkaç senesinde o verimli dönemin de etkisiyle, alternatif seslere yer verebilmiş çok değerli bir organizasyon. Ama popülariteyi yakaladığı anda her şeyde olduğu gibi ilkelerinden taviz vermeye başlamış; şimdilerde ise Chicago şehri için bir ekmek kapısına dönüşmüş durumda. Tabii ülkemizde yaşadığımız kuraklığı düşünürsek; biz bunların yarısına bile fitiz o ayrı konu.