Öğretilmiş hayatlar, zayıflayan ışıklar: Mothers' Instinct
Yazı: Utkan Çınar
Fransız sinemacı Benoît Delhomme’un ilk uzun metraj yönetmenlik deneyimi olan Mothers’ Instinct, yas – aile – evlilik – ebeveynlik gibi konuları kurcalayan bir dönem filmi. İlginçde bir trivia: Başrollerde izlediğimiz Jessica Chastain ve Anne Hathaway’in künyesinde yer birlikte yer aldığı üçüncü film olsa da kamera karşısına aynı anda geçtikleri ilk film Mothers’ Instinct. Daha önce yollarının kesiştiği (ya da kesişemediği mi demeli!) filmler Interstellar (2014) ve Armageddon Time (2022) olmuştu.

Zaman dilimi ve mekân
Sohbetlerden anlıyoruz ki 1960 ABD başkanlık seçimlerinin öncesindeyiz. Mekân belirtilmiyor ama klasik bir Amerikan banliyösü. Müstakil evler, bakımlı bahçeler.
Konu nedir?
Akran çocuklara sahip, Amerikan rüyasını yaşayan iki komşu aile. Kocalar güzel maaşlı işlerde çalışıyor; kadınlar kariyerlerini bırakmış bahçeleriyle, çocuklarıyla ilgileniyor. Bu sıradan, yüzeyde huzurlu hayatlar korkunç bir kazayla alt üst oluyor. Yas süreci karakterlerin eteğindeki taşların dökülmesine ön ayak oluyor.
İzlemeden önce bilmemiz gerekenler
Aslen 2018 yapımı Belçika filmi Duelles’in bir yeniden çevrimi. Duelles de Barbara Abel’ın 2012 tarihli romanı Derrière la Haine’in bir adaptasyonu. Asıl işi bir görüntü yönetmenliği olan Benoît Delhomme’un da ilk reji denemesi. Kariyerinde John Hillcoat’un The Proposition’ı, Julian Schnabel’in At Eternity’s Gate’i gibi kalburüstü referansları var.


En çok neyi sevdin
Delhomme’un çok iyi iş çıkardığını söylemeliyim. Tüm film dar bir alanda, iki komşu, müstakil evde geçse de kamerasını koyduğu yaratıcı yerler, konularına ne zaman uzaklaşıp ne zaman yakınlaşacağını iyi bilmesi; neyi gösterip neyi göstermeyeceği üzerine verdiği doğru kararlar; üst düzey ışıklandırma, tabii kostüm ve dekor derken zaten filmin konusundan çok ekrandaki görüntünün güzelliğine hayran kalıyorsunuz. Montaj ve ritim de kararında. Bu aralar adını güzel işlerde duymaya başladığımız Anne Nikitin’in müzikleri klasik tınlasa da filmi taşıyor. Jenerasyonlarının en yetenekli oyuncularından Jessica Chastain ve Anne Hathaway’i artık ustalık dönemlerinde karşılıklı izlemek de ayrı bir zevk. Özellikle Hathaway’in çok yönlülüğüne gayet güzel bir örnek. Son olarak; Anders Christensen Lie’nin de adını geçirelim. Özellikle Anders Behring Breivik’i canlandırdığı 22 July’da harika olan Norveçli aktör burada da her göründüğünde sahne kalitesini yükseltiyor. Daha sık adını duyarız gibi geliyor bana.
En az neyi sevdin?
Bu konuda söyleyebileceğim pek bir şey yok. Birkaç yerde olan bitenin diyalog açıklaması manevrasına gerek yoktu sanki. Diyalog bağlamında daha “sessiz” bir film olabilirmiş belki.
En çok hangi sahneye yükseldin?
Hathaway’in karakterinin çocuğunun başına bir şey geldiğini anladığı anda çığlıklarla aşağıya koşuşu ve kameranın onu izleyiş şekli etkileyiciydi.

Karakterlere dair neler söyleyebilirsin?
Öğretilmiş hayatları yaşayan ve içlerindeki yaşam ışığı zayıflamış, bunu da çocuklarına gösterdikleri ilgiyle ve sevgiyle kapatmak isteyen insanlar. Filmin başta kocaları işteyken kariyerlerinin ev hanımlığına indirgenme mutsuzluğunu yaşayan kadınlar olgusunun şöyle bir üzerinden geçiyor. Bu konu peş peşe gelen yas süreçleriyle etkisini kaybediyor. Jessica Chastain psikolojik sorunları nedeniyle hastanede yatmış ve paranoyadan muzdarip karakter için belki biraz fazla düzgün, aklı başında oynamış. Hathaway ise gerilimi tamamen yükleniyor. Hatta tüm bu olanlardan önce de içinde bir karanlığa sahip olduğunu da hissediyorsunuz. Kocaların ise pek yüzü yok. Tersten Bechdel testini geçemiyorlar ki bu da bu film özelinde bir sorun değil aslında. Son sahneden sonra, ki el kamerasıyla kotarılmış çok yerinde bir bitirişti, 20 yıl sonrasını anlatan bir devam filmi olsa hiç fena olmazdı diye düşündüm. Theo & Celine diye mesela.
Kimler sever?
Özellikle klasik sinema tutkunları, 1960’ların yapımlarını sevenler için o döneme bir geri dönüş tadı verebilir. Anne babanızla bir şeyler seyretmek istediğinizde iyi bir seçim olabilir.
Bunu seven şunları da sever
Film tek bir örnekten çok, özellikle 1950’ler – 1960’ların sinemasına stil olarak oldukça göndermeli. Kamera işçiliği bağlamında Alfred Hitchcock’un Vertigo’su (1958), banliyö dokusu ve hayat tarzları olarak Douglas Sirk’ün All That Heaven Allows’u (1955) ve gerilim anlamında Robert Aldrich’in What Ever Happened to Baby Jane’ini (1962) sayabiliriz nacizane. Daha yenice yapımlardan, genel atmosfer bağlamında Park Chan-Wook’un Stoker’ını (2013) da hatırlattı bana. Ayrıca renk, dekor, kostüm anlamında Pedro Almodóvar sinemasına da göz kırpıyor.
Yazara / yönetmene bir soru soracak olsan ne olurdu?
Bir film çekmek için neden bu kadar geç kaldınız?
