Dikizcilik ve türlü ikircikler: The Curse 2. Bölüm

Yazı: Utkan Çınar

Oscarlı oyuncu Emma Stone’un başrolü, Nathan for You’dan The Rehearsal’a, komedi janrına hatırı sayılır katkı yapmış Nathan Fielder ile paylaştığı; Fielder ve Benny Safdie’nin ortak yaratıcısı olduğu The Curse, HBO serüvenine geçen hafta başlamıştı. “Land of Enchantment” adlı tanışma merasimini burada değerlendirmiştik. Haftalık The Curse incelememiz, 2. bölüm “Pressure’s Looking Good So Far” ile devam ediyor.

*Bu yazı, henüz ilk iki The Curse bölümünü izlememiş olanlar için bazı sürprizleri bozabilir.

Bölüm 2: Pressure’s Looking Good So Far

Genelde dizilerin ilk bölümleri yaratıcılarının asıl yapmak istediklerini tartmak için çok iyi bir veri olmaz. İzleyici ortada ne döndüğünü, karakterleri anlamakla uğraştığı için bütünüyle ele almakta zorlanır. The Curse’ün de 2. bölümüyle beraber havasını, derdini daha iyi anlamaya başlayabileceğimizi umuyordum. Resim biraz netleşse de hâlâ sorular var.  

Artık sadece bir komedi izlemediğimizi anladık. Ama ben bu bölümde sanırım daha çok güldüm. Hayır, Stone’un üzerinde Greenpeace tişörtüyle, aynalı evine çarpıp ölen kuşa olan kayıtsızlığına değil. Dizinin isyankârlığına oturmayan bir şakaydı. Ama Vali ile konuşurken Tiwa ve Tewa dillerinin farkı konusunda düzeltilmesi, sanatçı Cara Durand ile yemek yerken hızlıca konuya girmek isteyen Ash’e vurulan dizgin, Dougie’nin tır şoföründen korna çalma isteğine cevap alamaması; dizinin yapısı dâhlinde gırgır anlar. İlk bölümde Curb Your Enthusiasm’a bir saygı duruşu olduğunu yazmıştım. Burada da Ash’in kumarhanedeki bilgisayardan dosyayı çalma girişimini aynı kulvarda değerlendirebiliriz. Eskilerin klasik komedi anlayışına yakın bir sekanstı; Ash’in içeceğini masaya koyduğu yere bakıp aklından geçenleri anlamak eğlenceliydi. Bir de bütün bunları kendilerinin reklamlarını yapmak istedikleri bir röportajda sinirlerine hâkim olamadığı için yapmak zorunda olması da güzel bir altyapı. 

Dougie karakterini ilk bölümden sonra dizinin nihilist damarı olarak tanımlamıştım ama bu bölümle beraber bundan çark etmek zorundayım. Safdie’nin oyunculuğu ve karakteri daha çok boyut kazandı. Eşini araba kazasında kaybetmesi hikâyesini anlatmaya başladığında açıkçası inanıp inanmamak konusunda ikircikliydim ama sonrasında kumarhanedeki yalnız anları; çalışmadığında iyi olmadığını söylemesi bir samimiyet kattı karaktere. İlk bölümdeki daha konuşkan ve umursamaz hâlinden radikal bir değişime gittiğimizi söyleyebilirim.

İlişkilerinde Whitney’in dominasyonunu, Ash’in kendine güvensizliğini ve onun bir dediğini iki etmeme çabasını izlerken (Whitney hamilelik haberini verdiğinde kendisine hemen söylemediği için onun yerine bahanelerini buldu; ona “beni hâlâ seviyor musun?” diye sordu, daha ne olsun. Durand’in çadır performansında ne olup bittiğini başkasına anlatmama kuralına bağlı kalması güzel bir andı. Ash karakterinin ilişkilerdeki veya evliliklerdeki erkek rolüyle de ilgili söyleyecek şeyleri var. Geçen hafta karakteri için pasif agresifin ansiklopedik tanımı gibi demiştim. Bu daha da güçlendi.   

Müzikler ise bu bölümde daha baskın sanki. İlk bölümde odağımızın daha çok karakterleri tanımaya ve anlamaya çalışmakta olmasından kaynaklanıyor belki. Kesin bir soundtrack albüm ister. Medeski’nin gerilim-bilim kurgu havasındaki müzikleriyle bence dizinin hâlâ en güçlü yanı olan kamera işçiliği sizi huzursuz etmek için elinden geleni yapıyor. Aksiyonların da “yavaş çekim” olması güzel; cutlarla bezenmemiş, gerçekçi bir hız var. Güvenlik kamerası, gizli kamera açıları, kadrajları çok belirgin olmaya devam ediyor. Sessiz anlar sayesinde sadece konuyu takip etme derdiyle, “o ne dedi, bu ne dedi” ile uğraşmaktansa fotoğrafların güzelliğinin keyfini de çıkarabiliyorsunuz. Özellikle 70’lerdeki filmlerden hatırlayacağımız sekans sonu zoom inlerin iyi çalıştığını düşünüyorum. Bu dikizci stil aslında çok da yeni bir buluş olmasa da klas bir şekilde kotarılmış ve diziye karakterini veriyor. Bölümün yönetmenlerini, ki gelecek bölüm de onların, David ve Nathan Zellner’ı kutlayalım.

Dizinin diğer bölümlerini de izlemeden bir çıkarımda bulunmak mantıklı olmayabilir ancak özellikle Whitney karakterinde vuku bulan “iyi insan olma” ve “kişisel çıkar” kavramlarının politik doğruculuk atmosferindeki savaşı gayet evrensel bir nokta. Bireyciliğin zirve zamanlarında yaşarken genel geçer “iyilik” kavramlarının sorgulanması ve hedonistik bünyelerin sınırı nerede koyacağı konusundaki iç çatışmalarının merceğinden bakmak fena olmaz bu yapıma. Whitney’in, şovunun sonunda sanatçı Cara Durand’in yanına gelip onun arkadaşlarıyla konuşmasını izlerken dâhil olma çabasını, bir yandan da bunun mümkün olamayacağı gerçeğiyle yüzleşmesini; sahip olduğu ve ona alışarak büyüdüğü sınıfsal üstünlüğün çalışmadığı bir dünyada yaşamaya karşı olan garezini yüzünden okumak kanımca bu bölümün en çarpıcı yanıydı. 3. bölümü heyecanla bekliyorum.