Kısmi bir büyüme hikâyesi: Pet Shop Days
Yazı: Esin Çalışkan
Yönetmen koltuğunda Julian Schnabel’in oğlu Olmo Schnabel’in oturduğu; Peter Sarsgaard ile Maribel Verdu gibi hatırı sayılır isimlerin cameolarla filmin karanlık havasını renklendirdiği Pet Shop Days, şaşırtıcı bir ilk film. Görüntü yönetmeni Hunter Zimny elinden 16 mm’lik stokla çekilip, 1990’ların nostaljik havasını diriltirken prömiyerini Venedik Film Festivali’nde yapmıştı. 43. İstanbul Film Festivali’nde izlediğimiz film; Jack Irv, Dario Yazbek, Willem Dafoe, Emmanuelle Seigner ve Camille Rowe gibilerini bir araya getiren oyuncu kadrosuna sahip.
*Bu yazı henüz Pet Shop Days filmini izlememiş olanlar için bazı sürprizleri bozabilir.

Festivale yakıştı mı?
Açıkça söylemek söylemek gerekirse, evet Pet Shop Days üstünde festival kumaşı olan o filmlerden. Hani herkesin yıllar sonra aklına düşen, “Ben zamanında buna benzer bir şey izlemiştim ya” dediği bir film olur, sonra onun ne olduğunu bulmaya çalışırken göbeğiniz çatlar ya… Sizinle birlikte salonu dolduran yüzlerce insandan birinin eski bir tanıdık çıkmasını ister, sosyal medyaya ellerinizi açar ve yalvarırsınız. Flörtse bir işe yaramaz çünkü. Kabul edelim festival flörtleri çoğunlukla çıkmaz sokaktır. Siz birilerinin flörtü olsanız bile. Dolayısıyla bu filmin, kabaca arzularıyla yönetilen iki genç erkeğin gittikçe birbirine çekildiği ve en ateşli duyguların âdeta bir elektrik akımıyla zehir gibi iletildiği hikâyesinden çıkarmanız gereken ilk ve (belki de tek) ders şu: “Flörtlerinize dikkat edin!”.
Açılışta neler oldu?
Festival boyunca karşısına oturduğum yaklaşık 10 filmden hepsinin ilk sekanslarını sollayacak kadar iyi bir başlangıç yapmasının tuhaflığı yüzünden, önce yönetmende bir şeytan tüyü olduğuna inanıyorum. Sonra kendisinin sanatçı ve film yapımcısı Julian Schnabel’in oğlu olduğunu hatırlıyorum, yani projenin Michel Franco ve Martin Scorsese gibi isimleri dâhil ettikleri geniş bir yapımcı kadrosuna sahip olmasının gizi birden aydınlanıyor ve neyse ki ben Passages sayesinde insana aynı anda bu denli çekici ve sinir bozucu gelen bir kahramanın acıklı zırıntılarını dinlemek konusunda idmanlıyım. Herkes hazırsa başlıyorum!
Filmin harikulade açılış sekansı isminin Alejandro olduğunu öğrendiğimiz karakteriyle (Gael García Bernal’ın kardeşi Dario Yazbek Bernal canlandırıyor) tanıştırıyor, 20’li yaşlarındaki her genç erkek kadar züppe bir tip. Ve kendisinden yaşça büyük bir kadınla yatakta kucaklaşıp, ona ne kadar seksi olduğunu söylüyor. Aralarındaki şey burada cinsel özgürlük ve rıza kavramı üzerinden savunmak durumunda kalacağım bir ilişkilenme biçimi değil; çünkü ailedeki diğer ferde duydukları ortak nefret üzerinden sevgiyi ve güveni paylaşan, yine de biraz disfonksiyonel görünen bir anne-oğul olduklarını öğreniyoruz. Meksikalı bir kartel içinde varlığını sürdüren bu ikiliyi, en yapmacık doğum günü ortamlarına taş çıkaran bir partide, elbette büyük bir kavga ve kısa sürede trajik bir trafik kazası bekliyor.
İlk intiba ve filmin konusu
Alejandro, bu talihsiz gece sonrasında bir suça bulaşınca çaresizce Meksika’dan New York’a kaçıyor ve hayatta daha iyi bir amacı olmayan, evcil hayvan dükkânında çalışarak zaman öldüren Jack ile tanışıyor. Jack’in ailesi sıradan ama şatafatlı günlük yaşamını sürdüren bir kartele kendini sorgulatacak kadar tekinsiz ve sorunlu çıkınca (babayı oynayan Willem Dafoe mükemmel!) ikili bir sarmaşık gibi birbirine dolanıyor; böylece Manhattan’ın ışıltılı dünyası içinde kimi sokak aralarında kimi otel odalarında uyuşturucu ve seksin dibini sıyıran fırtınalı bir ilişki başlıyor.
Bu ilişkinin doğası konusunda haz, şefkat, öfke gibi duygulara sığınan ve gerisini öteleyen film gittikçe dağılan senaryosunu bir araya getirmeyi maalesef başaramıyor ve nüanslı kamera hamlelerine rağmen zayıf senaryo dili ve karakterlerine tutunamayan düşük başrol performanslarıyla ileride ilk beş dakikasını yad edeceğiniz bir seyir tecrübesine dönüşüyor.
Bunu seven bunları da sever
Muhtemelen her şeyi sever. O yüzden kendisine şunları önerebilirim: Drugstore Cowboy, Goodfellas, King of New York, Bound.