Geride kalanlara dair: Rüzgâra Emanet Ettiklerimiz

Yazı: Korcan Derinsu

Tokyo’da yaşayan İtalyan yazar Laura Imai Messina’nın dünya çapında çok satanlar listelerine giren romanı Rüzgâra Emanet Ettiklerimiz, Kafka Kitap etiketi ve Nilay Kanarya çevirisiyle Türkçede. Aynı anda hem yürek burkup hem de iç ısıtan bu kitap, kayıplardan sonra gelecek iyileşmenin sözünü veriyor.

Ne hakkında? Hikâye ne? 

2011 depreminde annesini ve kızını kaybeden Yui, depremin en çok vurduğu yerlerden biri olan Itawe’de bir telefon kulübesi inşa edildiğini öğrenir. Konuşmak için ahize kaldırıldığında rüzgâr ve dalga sesinin duyulduğu bu kulübe, kısa süre içinde önce tsunami yüzünden sevdiklerini kaybedenlerin, sonra da herhangi bir kayıp yaşayanların uğrak noktası olur. Herkesin içini döküp rahatladığı bu kulübeye giden Yui, ahizeyi kaldırıp konuşmaya cesaret edemez ancak karısını kaybettiği günden beri tek kelime etmeyen kızıyla ilgilenen bir adam olan Takeshi’yle tanışır. Yas yaşayan bu iki insan zaman içerisinde geride kalmanın ne olduğunu anlamaya ve anlamlandırmaya çalışacaklardır. 

Zaman dilimi ve mekân 

2010’ların ikinci yarısı, Japonya.

Okumadan önce bilmemiz gerekenler 

*Rüzgâra Emanet Ettiklerimiz, 21 ülkede çok satan olmuş bir kitap. 

*Yazar Laura Imai Messina aslında İtalyan ancak uzun süredir Japonya’da yaşıyor. 

*Kitapta bahsedilen telefon kulübesi gerçek. Üstelik “Bell Gardia” isimli çok güzel bir bahçede yer alıyor. Sasaki Itaru ve eşi tarafından idare edilen bahçe varlığını bağışlarla sürdürüyor. Merak edenler buradan inceleyebilir. (Bence bunu kitabı okuduktan sonraya bırakın.) 

*Telefon kulübesinin inşa edilmesine vesile olan 11 Mart 2011 tarihli Tohoku depremi, özellikle yarattığı tsunaminin büyüklüğü yüzünden Japonya tarihinin en acı verici olaylardan birisi olarak anılıyor. 

Kitaba dair en çok neyi sevdin?

Rüzgâra Emanet Ettiklerimiz şefkat dolu bir roman. En çok bunu sevdim. Çünkü yas çok bıçak sırtı bir süreç. Bir yanı da çok karanlık üstelik. İyileşmek zaman istiyor ve her zaman o kadar da kolay değil. Yazar bunların hepsinin farkında. Tam da bu yüzden “bu da geçecek” diyor şefkatle karakterlerine. Acı kadar mutluluğa tutunmanın da kıymetini anlatıyor. Böylece ortaya -normalde bu tanımı hiç sevmem ama- gerçekten iç ısıtan bir roman çıkıyor. 

Yazıma dair neler söyleyebilirsin? 

Dil sade, anlatım akıcı. Genel olarak her şeyiyle yalın bir metin. Bu yüzden de kendini güzel okutuyor. Duygusal olarak ağır yerleri var ama hiçbir zaman acı pornosuna dönüşmüyor. Hep bir umut ışığı var. Hikâyenin aşağı yukarı nereye gideceği tahmin ediliyor ama bu okuma isteğini hiç azaltmıyor. Japonya’ya ait çok fazla kültürel detay var. Neyse ki çevirmen Nilay Kanarya’nın notları ve kitabın sonundaki sözlük imdada yetişiyor da okuma sekteye uğramıyor. 

Kısa sürede sürüklenerek mi okudun? Yoksa biraz sürünerek mi? 

Tamamını iki gecede okudum. Bazı kitapları bitirdikten sonra gelen “keşke tadını daha çok çıkarsaydım” hissi geldi burada da ama artık çok geçti.

Çok etkilendiğin / dönüp tekrar okuduğun bölüm(ler) oldu mu? 

Okurken güzelliğini fark edip tekrar okuduğum cümleler oldu. Hatta bir tanesinde (“Sadece iyi şeylerin değil kötü şeylerin de sonu gelir.”) kitabı elimden bırakıp tavanı seyrettim biraz. Evet, bilmediğim bir şey söylemiyor belki bu cümle ama bildiğimi hatırlamak da iyi hissettiriyor bazen.

Kitap, modunu nasıl etkiledi? 

Hemen her kitabı okumaya başlarken olabildiğince az bilgi edinmeye çalışıyorum. Bu kitabın da sadece yas üzerine olduğunu biliyordum mesela. Kendimi de ona göre hazırlamıştım. Fakat boşunaymış. Yani hazırlamasam da olurmuş çünkü yazar bize bir yas hikâyesi kadar yastan çıkma hikâyesi anlatıyor aslında. Bu yüzden anlatılan ne kadar acı olsa da içimi sıcak bir umut kapladı bitirince. 

Okurken hiç Google’ladığın şeyler oldu mu? 

Öncelikle depremin ve tsunaminin nereleri etkilediğine baktım. Felaketin boyutları gerçekten korkunç. Japonya gibi depreme hazırlıklı bir ülkede 15 binden fazla insanın ölmüş olabileceğini tahmin etmezdim. Buna çok şaşırdım.

Sonrasında da Japon kültürüne dair adı geçen şeylerden bazılarına baktım. Mesela “konbini” 7 gün 24 saat açık marketlere verilen isimmiş. (Japon filmlerinde gördüğümüz 7-Eleven aşkı da böylece anlam bulmuş oldu.)

Ve tabii telefon kulübesinin şerefine yapılmış yukarıda paylaştığım siteye baktım. Bir benzeri 6 Şubat depremini yaşayan şehirlerde, mesela Hatay’da olsa nasıl olurdu diye düşüncelere daldım. 

Kitabın ismi hakkında ne düşünüyorsun?

Kitabın Türkçe adıyla orijinal adı birebir aynı. Normalde şiirselliğine mesafeli yaklaşırdım ama bu defa öyle olmadı. Ölüm üzerinden emanet benzetmesi yapmak yazarın hikâyeyle yapmaya çalıştığının bir başka yansıması çünkü. Bence çok etkileyici, çok sevdim. Böyle güzel bir ismi varken kitap İngilizceye “The Phone Booth at the Edge of the World” (Dünyanın Kıyısında Bir Telefon Kulübesi) olarak çevrilmiş. Bu kadar düz ve ruhsuz bir çeviri olsaydı üzülürdüm doğrusu.  

Bu kitabı seven şunları da sever 

Yas hakkında çok kitap var malum ama ilk aklıma gelen Sigrid Nunez’in Dost romanı oldu. Ne tesadüf ki o da Kafka Kitap’tan çıkmış. 

Bunun dışında işin içine hafızayı katarak yası daha farklı şekilde ele alsa da John Banville’in Deniz romanı da aklımdan şöyle bir geçti.  

Yazara bir soru soracak olsan bu soru ne olurdu?

Bir kayıp yaşasa, o telefon kulübesine gidip ahizeyi kaldırır mıydı diye sormayacağım çünkü cevabı biliyorum. Bu kulübeye uzun bir süre gitmeyi ertelediğini de sonra gidip konuştuğunu da bir röportajında okudum. 

Esas merak ettiğim, konusuyla (ölü ya da diri herkesin kalp atışlarının dinlenebildiği bir kütüphane ve o kütüphanenin olduğu adaya yapılan bir yolculuk) ilgimi bir kez daha çeken L’isola dei battiti del cuore romanının da Türkçeye çevrilip çevrilmeyeceği. Umarım çevrilir.