Müfettişler: Hepimiz neyin peşindeyiz?
Yazı: Defne Demirer
22 Ekim’de İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında prömiyerini yapan Müfettişler, Garip Akımı’nın kurucularından ve absürt tiyatronun ülkemizdeki öncülerinden Melih Cevdet Anday’ın 1972’de beynindeki bir rahatsızlığın iyileşme sürecinde, yaşam ile ölüm kavramlarını irdelediği bir dönemde yazdığı bir oyun. Türkiye’de 1972 Mart Muhtırası’nı belirleyen ve 12 Eylül 1980 öncesi baskı, sorgulama ve korkutma döneminin oluşturduğu koşullar içinde yazılan bu oyunda Anday da bu belirsizlik döneminde karşımıza çıkacak değişim olanaklarından bahsediyor. Yaşanması olası bir değişimi, dönüşümü hem oluşturan hem de bu değişim ve dönüşümün sonuç olarak beraberinde getirdiği koşullardan, durumlardan, engellerden ve aslında içinde bulunduğumuz toplumu ve bireylerini oluşturan unsurlar hâline gelmiş önemli döngüsel dinamiklerden bahsediyor.
Anday aynı zamanda yaşlılık ve ölüm olgularını inceleyen bir metin seriyor önümüze; birazdan daha da detaylı bahsedeceğimiz bu oyunun iki boyutu var. Hem ruhani boyuttaki hayat yolculuğu ile ilgili kavramları irdeliyor hem de Türkiye gerçekliğini inceleyerek eleştiriyor. En önemlisiyse Anday, toplumun ve bireyin döngüsel bir ilişki içinde olduğunu ve birbirinden ayrılamaz olduğunu gösteriyor oyununda. Toplumsal gerçekliği oluşturan bizlerin iç dünyası, hâlet-i ruhiyesi, daha geniş bir gerçekliği, ortak bir bilinci de etkiliyor. Bu ortak bilinç de hâlihazırda içine doğulan bir düzlem yarattığı için bireylerin de gelişimlerini, iç dünyalarını etkiliyor. Anday’ın dünyasında, aslında belki de hepimizin dünyasında olması gerektiği gibi, birey ve toplum birbirinden ayrılamıyor. Birbirlerini sürekli besliyorlar ve biri olmadan da öteki de aslında var olamıyor. Bütün bunlara tanık olurken de izleyici hayatın, ölümün, yas tutmanın, birlikteliğin, yalnızlığın, hayal kurmanın ve özgürlüğün hem kendileri için hem de toplumsal bir gerçeklik düzleminde ne anlama geldiğini düşünmeden, sorgulamadan edemiyor.
23 Ekim 2024 günü, Müfettişler oyununu izledikten sonra tiyatro salonundan çıkarken kafası karışmış ve ne izlediğini anlayamamış pek çok insan gördüm. Kimisi izlediği bu absürt, ya da soyut, oyun ile etkileşime geçebilmek için gerekli olan belli başlı yöntemleri henüz bulamamış olduğu için izledikleri oyunu yargılar ve aşağılar bir hâldeydi. Kimisi de izlediklerinin çok boyutluluğu, ağırlığı ve derinliği karşısında dumura uğramış ve tam olarak neye tanık olduklarını anlamak için gördüklerini sindirmeye ihtiyaçları varmış gibi görünüyordu. Kimisi en sade ve basit hâliyle oyunu beğenmemişti, kimisiyse hayatında izlediği en etkileyici oyunlardan birini izlediğini yanındaki arkadaşına, sevgilisine, akrabasına anlatabilmek için doğru kelimeleri arıyordu. Müfettişler hakkında detaylı bilgi verip inceleme yapmaya çalışmayacağım bu yazıda, ama eğer ki Melih Cevdet Anday’ın oyunlarını anlamak istiyorsak, onun oyunları hakkında yapılan belli başlı eleştirilere ve analizlere bakmanın yardımcı olabileceğini düşündüm. Müfettişler üzerine hâlâ derin bir düşünme hâli içindeyken de bu yazıyı yazmak için edindiğim kısıtlı bilgiler ve kişisel düşüncelerim üzerinden kısaca oyun hakkındaki çıkarımlarımı, çok ince detaylara girmeden aktarmak istediğime karar verdim.

Melih Cevdet Anday’ın hayatı ve yazdıkları hakkında araştırmalar yaparken Bakırköy Belediye Tiyatroları’nın (BBT) 2015 yılında düzenlediği bir söyleşide Özen Yula ve Prof. Ayşegül Yüksel’in sohbetlerine denk geldim. Hayatını tiyatro oyunlarını analiz etmek ve Anday’ın oyunlarını incelemeye adamış değerli akademisyen ve eleştirmen Ayşegül Yüksel, Anday’ın oyunlarında zaman kavramından bahsediyordu. Anday’ın Dört Oyun adlı derleme kitabında yazdığı soyut oyunların, akan zaman ve duran zaman olarak tanımladığı ve ayrıştırdığı iki zamansal algı üzerine konumlanmış oyunlar olduğunu anlatıyordu. Ayşegül Yüksel’e göre, Anday’ın bütün oyunlarında bir fantezi boyutu olduğunu öğrendim; mesela oyunlardan birinde sıradan bir tüccar birdenbire milletvekili olmaya karar verip kürsüye çıkmak ister… Fakat işi çıktığı için kendisi kürsüye çıkmaz ve uşağını çıkarır. Bu Yüksel’in oluşturduğu evrende Anday’ın içinde bulunduğu zaman ve mekân kısıtlamaları içinde, hatta şimdi bile absürt ve hayal etmesi zor bir gerçeklik olarak tanımlanıyor. Sonrasında ise Anday izleyici bu hayal dünyasına ya da doğru ile yanlış, iyi ya da kötü gibi ikircikli kavram çatışmalarının geçersiz kılındığı, gerçeklikle hayal arasında bir düzleme soktuktan sonra izleyiciyi birtakım sorgulamalar ve diyaloglarla bırakıyor. Bahsettiğim bu ara uzamlar, izleyiciyi dış etkilerden, toplum düzeninin ikiyüzlülüğünden, kişiyi kısıtlayan yasaklardan, tehlikelerden unsurlarından arındırıyor ve izleyicinin insanlık deneyiminin özünü görmelerini sağlıyor. Korku, yalnızlık, özgürlük, ölüm, sevgi gibi kavramlar bu ara uzamların yarattığı korunakta ya da kimi zaman zindanda, karakterlerin başlangıcı ve sonu olmayan süreçler içinde üzerine düşündükleri, bizzat deneyimledikleri, hepimiz tarafından elle tutulabilir olgular hâline geliyor. Bu soyut boyuta, ara uzamlara geçişimizle de aslında zaman hakkında düşünmeye de başlıyoruz. İçine gömüldüğümüz bir gerçeklikten çıkıp zamanın bükülmesine, bir nehir gibi akan zamanın kollarına tanık oluyoruz. Oyun boyunca bu boyutun içinde yaşananlar oyundaki karakterleri belli bir sona ulaştırmıyor; geçmişte yaşanan şey şimdi de yaşanıyor ve bunun gelecekte de yaşanacağını biliyoruz, seziyoruz. Bu nedenle de zaman kişiyi belirleyen bir unsur olmaktan çıkıyor; belirsizleşiyor ve oyun öncesi ve sonrası arasında aslında pek de bir ayrım fark edemiyoruz.
Yüksel, daha sonra duran zaman kavramını Mikadonun Çöpleri ve Ölümsüzler oyunları üzerinden tanımlıyor. Mikadonun Çöpleri’nde kucağında bir çocuk taşıyan evsiz bir kadını evine alan bir adamın bu kadınla olan uzun konuşmalarına tanık oluruz. Eve girdiğinde gergin olan kadın ve kadın ile ne konuşacağını ilk başlarda bilemeyen adam karşılıklı içki içer ve biraz sarhoş olurlar. Tam da bu noktada oyunun ortasına yerleştirilmiş olan saat bir anda durur. Zaman durunca da zamanı algılayışımız değişir. Duran zaman bize arada kalan bir mekân yaratmıştır ve bu mekân oldukça yoğun sorgulamaların, karşılaşmaların gerçekleşmesine elverişlidir. Zamanın akışı ve algımızın akışkanlığı noktasal ve analitik kavrayışların önüne geçerken duran zaman içinde algımız katılaşabilir, belli başlı yüzleşmeler, ağır yüzleşmeler, burada gerçekleşebilir.
Ölümsüzler oyunu ise Sezar’ın ikinci bir hayatını konu alır. İnsanlık Sezar’ı ölümsüz ilan ettiği için Sezar’ı fiziksel olarak 1990 yılında buluruz oyunun başında. İnsanların hâlâ kendisi hakkında yazılar yazdığını fark eden ve bunları okuyan Sezar, bütün bu söylemlerin yanlış olduğunun farkına varır. Oyun da Sezar’ın kendisi hakkında yazılanların doğrusunu insanlara anlatmaya çalışmasıyla ve bunun üzerinden üzerine düşünülen iletişimsizlik hakkındadır. Yüksel’e göre Sezar duran zamanda var olmaktadır. İnsanlık ve akan zaman, tüm akışkanlığı içinde gerçeklikleri alır ve zaman denilen nehirde akıtır. Nehirde akan her şey de değişmeye, dönüşmeye, yıpranmaya, şekil değiştirmeye mahkumdur. Oyunun sonunda da Sezar’ın bile bu duran zamanda var olduğunu fark ederiz. Yani Sezar’ın ölümsüzlüğü gerçekliği temsil etmez; o da sadece kendisi hakkında yaratılan söylemlerden biridir. Tüm bunları fark eden Sezar da kendisi gibi ölümsüzleştirilmiş Brütüs’ü bulup, bu sefer gerçekten ölüp ardından da “Rahmetli, iyi bir adamdı” denilmesini tercih edecektir… BBT’nin söyleşisinde Yüksel, hepimizin bu oyunlarda tanık olduğumuz gibi bir akan zaman ve duran zaman içinde eş zamanlı bir biçimde var olduğumuzu söylüyordu. Ona göre Anday’ın oyunları tamamen içsel çatışmalar üzerinden kuruluyordu. Ben ise bu içsel çatışmaların dışımızda gerçekleşen çatışmalara ışık tuttuğunu ve birinin içinde diğerini bulabileceğimizi düşünüyorum.
Araştırmamda Mitos Boyut Yayınları’nda Ayşegül Yüksel’in Melih Cevdet Anday hakkındaki yazılarına da denk geldim. Yüksel’in, Anday’ın çok sesli diyalogları oyunlarında çok fazla kullandığını belirttiğine rastladım. Çok sesli diyaloğun temel özelliği, kişilerin karşılıklı konuşma görüntüsünü içinde aslında tek başlarına konuşmalarıdır. İletişimsizliğin ve insanların kendi gerçeklikleri içinde kapalı bir devreyi andıracak şekilde kendi kendilerine konuşma hâlinin irdelendiği çok sesli diyaloglar, Çehov’dan bu yana tiyatroda sık kullanılan bir araçtır. Oyunun yarattığı gerçeklik düzleminde tek başlarına kopuk ve kendi dünyaları içinde yaşayan bu karakterler de düzenli bir ilişkiler bağlantısı içine girerler ve kendi doğallıkları içinde gerçekliğin daha büyük bir kısmını temsil etmeye başlarlar. Yüksel, Melih Cevdet Anday’ı bir diyalog kurma ve kurgulama ustası olarak betimliyordu. Anday’ın ürettiği her diyalog biriminin oyun içinde taşıdığı başka işlevler yanında karakterlerin iç dünyasına da ışık tutacak şekilde seçildiğini, biçildiğini ve üretildiğini yazıyordu Yüksel.

Gelelim Müfettişler’e.
Bu oyun, iç sıkıcı bir toplumsal yaşam ve acılarla örülmüş özel bir yaşamın ortasında, kurtuluşlarını eski evlerini satıp uzaklarda, deniz kıyısında bir eve taşınma hayali kuran evli bir çifti anlatıyor. Huzura deniz kıyısındaki evlerine taşınmakla ulaşabilecekleri aldanışına sığınan bu çiftin oynadıkları “umut oyunu”na tanık oluruz. Bu oyun aracılığıyla da isimlerini öğrenemediğimiz bu iki insandan adam olanının tüm iç hesaplaşmalarına tanık oluruz. Evi satın almak isteyen Müşteri ile Tellal ise adamın tüm yaşamını birer müfettiş, ya da işkenceci, yaklaşımıyla sorguladıkları bir “hesap sorma oyunu” ile adamın içsel yaşantısını gözler önüne sererler. Oyunun ilk katmanı somut gerçeklik düzleminde yüzeysel bir hikâye sunar bize: Sebebi tam olarak belli olmayan ve büyük bir kısmının psikolojik rahatsızlıklardan kaynaklandığı hastalığı nedeniyle üstüne titrenen ve gazete okumaktan başka bir işi olmadığı için evde sıkılan emekli bir erkekle gündelik işleri arasında kocasına göz kulak olan bir kadının evlerini görmeye gelen müşteri ve komisyoncuyla yaptıkları sonuç vermeyen pazarlıkları dinlerken bu çiftin hayatı ile ilgili de bir sürü detay öğreniriz. Oyun adamın yaklaşmaya korktuğu pencereden kapıda duran müşterileri gözetlemesiyle başlar, müşteri ve komisyoncu gittikten sonra kadının perde aralığından sokağı gözetlemesiyle noktalanır; böylece başladığı gibi biter. Tanık olduğumuz bu gerçeklik dilimi kim bilir hem fiziksel gerçeklikte hem de soyut düzlemde kaç kere daha yaşanacak bir süreçtir. Anday oyunun başlangıcından itibaren yavaş yavaş kırıntılarını bırakmaya başladığı beklenmedik ve grotesk de sayılabilecek detaylar ile izleyiciyi gerçeklikten yabancılaştırarak yazının başında da bahsettiğim bir çeşit ara düzleme çeker. Bu ara düzlemde tanık olduğumuz yüzeysel fiziksel gerçekliğin katmanlarını keşfetmeye başlarız.
Oyunun başından sonuna dek hep sahnede olan ve oturma odasından dışarı hiç çıkmayan adam, oyundaki diğer karakterlerle ilişkisi de ele alındığında oyunun etrafında şekillendiği kişi olarak değerlendirilebilir. Ama bu tam olarak da böyle olmak zorunda değil; oyun ilerledikçe tüm karakterlerin iç dünyasıyla ilgili detaylara tanık oluruz ve aslında Anday yarattığı bu ara düzlemde belli başlı boşlukları oyunu izleyen her insanın kendi hikâyesinden yola çıkarak doldurması için bir fırsat da tanır. Evli çiftteki kadın karakteri ailemizdeki kadınların herhangi biri olabilir mesela. Eve gelen müşteri ve komisyoncu hayatımızda bize baskıyı ya da sorgulama hissini hatırlatan herhangi bir insan veya merci hâline gelebilir…
Adamın iç dünyasında ise onu ele geçiren ve felç eden en büyük duygularla karşılaşırız; suçluluk ve korku. Bu duygulara da oyunun belli bölmelerinde belli karakter dinamikleri üzerinden tanık oluruz. Mesela evli çiftin bir kadın erkek ilişkisi yerine anne-çocuk ilişkisini andıran tarafında; oyunun ilk kısmı adam ile kadın arasında, yaramaz bir çocukla çocuğunu gözünün önünden ayırmayan bir annenin ilişkisini andıran bir dinamiğe tanık oluruz. Yer yer sevgi dolu sözler olsa da adamı (çocuğu) sürekli bir korku ve suçluluk duygusu içinde kıskıvrak yakalayan ve tutan ve yaptıklarını kadından (anneden) gizli tutma gereksinimi duyuran bir ilişkidir bu. Kadın adamın pencereden bakmasını suç, gazete okumasını da bir zorunluluk olarak dayatır adama ve böylelikle, daha bu sembolik yaşam döngüsünün en başında, adamın kendi bireyselliğini, iç dünyasını kendi kendine anlayabileceği ve tanımlayabileceği özgürlük elinden alınmış olur. Aynı şekilde adamın hareketini kısıtlayan, suçluluk ve korku içinde kıvranmasına sebep olan başka türlü türlü dinamik vardır oyunun içinde; işyerinde 30 sene boyunca bir memur olarak hesap defteri tutmuş olan adam hesaplarının yanlış çıkmasından ve sürekli işiyle ilgili bir suç işlemiş olmaktan korkmaktadır. Aynı zamanda adamın çektiği nefes darlığı sebebiyle gündelik hayatında alması gereken önlemleri ona dayatan doktoruyla ilişkisi de suçluluk ve korkuya dayanır. Doktor adamın özgürce davranabilmesini engelleyen ve verdiği öğütlerin dışına çıkılmasının suç sayıldığı bir kişidir. Adam aynı zamanda evini almak için gelen komisyoncu ve müşterilerle de korku üzerine kurulan bir ilişki içindedir. Alacağı eve ilişkin tüm ayrıntıları bilmek isteyen müşteriler ve komisyoncular bir noktada adamın türlü türlü pişmanlık ve hata ile dolu geçmişini sorgulamaktadır ve yıllardır o evde olan biten tüm acı olaylar, yani adamın ve kadının tüm yaşamı işlenmiş bir suç olarak görülmekte ve adam da bu nedenle kendi korku ve suç dolu gerçekliğinde sorguya çekilmektedir sürekli. Bu sorguya çekilme hâlinin, korkunun ve suçluluğun ne bir başlangıç noktası vardır ne de bitiş.
Yüksel’in duran zaman olarak tanımladığı kavram da bence şöyle açığa çıkar oyunda; adamın sürekli yaşadığı yürek sıkışması, iş ve aile yaşamının anılarını defalarca yaşaması, müşteri ve komisyoncunun beklenmesi, evi satma konusunda yapılan pazarlıkların olumsuz sonuçlanması, her gün gazetelerin okunması, her gün ev işi ve yemeklerin yapılması, bütün bunların devamlı olarak yineleneceğinin izleyici ve oyuncular tatarından bilinmesi, bu karı kocanın sürekli olarak bir şimdinin içinde sıkışıp kaldıklarını gösterir. Ne geçmişin karanlık derinliklerine inip bunlar hakkında konuşabilir ne de geleceğe doğru bir atabilmektedir bu çift. Yani zamanı akışı içinde değil, belli bir anda ve mekânda donup kalmış olarak deneyimlemektedirler çünkü hem geçmişlerinde yüzleşmeye korktukları gerçeklikler ve hatalar hem de kurdukları kocaman ve ulaşılması neredeyse imkânsız hayaller onları kapana kıstırmıştır. Geriyeyse yıllar boyu oynanan tekdüze bir gündelik yaşam oyunu ve bu oyunun kurallarına göre sürdürülen, her gün yinelene yinelene anlamını yitirmiş kalıplaşmış davranış ve iletişim şekilleridir. Anday’a göre ölüm belki de bunun tam kendisidir; yaşamın hareketliliğinin, değişim ve dönüşüm gücünün durması, sıkışıp kalmak…
Müfettişler oyunun son sahnesindeyse bu çiftin geçmiş ve gelecek arasında tutsak kalmışlığının özündeki gerçekliği anlarız ve oyun noktalanır. Anday’ın Müfettişler’i günümüzde geçerliliğini olduğu gibi koruyan, hatta belki yazıldığı zamanın gerçekliğinden bile daha kapsayıcı, evrensel bir gerçekliğe dokunuyor. Yazar, bu metin aracılığıyla hayatla ve gerçeklikle ilgili dilin ötesine geçen deneyimleri yakalamayı ve bunları bütün karmaşıklığını koruyarak izleyiciye aktarmayı başarıyor. Geriye sadece sorular kalıyor… Geçmişimize, içinde olduğumuz, içine doğduğumuz, yaşadığımız mekâna, zamana nasıl bağlanırız? Ölüm ne anlama gelir ve yaşamı anlamak için ölümü de anlamak zorunda değil miyiz? Geçmişle yüzleşmek ve geçmişi anlamlandırmak ileriye bakmak için neden önemli? Peki ya benlik algısı ya da ruh diyebileceğimiz şeyin oluşumunda yüzleşmeler ne kadar hayati bir önem taşıyor? Suçluluk ve korku bizi nerede sıkıştırıp bırakıyor? Hayatın özü ve karanlık duygular arasında nasıl bir bağlantı var? Karanlığın içinde bir insan nasıl sıkışıp kalır? Onu bu sıkıştığı yerden ne kurtarır? Bu gibi soruların beraberinde getirdiği çözümlemeler de aslında oyunun bağlamsal anlamı hakkında düşünmemize de olanak tanıyor. İçinde yaşadığımız ülkenin, gerçekliğin nasıl değişebileceğine dair bir umut beslemeye, bir ışık görmeye başlıyoruz çünkü karanlığın içinde çok uzun bir süre durduktan sonra aydınlığın ne olduğuna dair birtakım fikirler oluşmaya başlıyor zihinlerimizde. Değişim dediğimizin şeyin de insanın kendi hayatından başlatıp etrafındakilere yaydığı bir sistem içerisinde, bireyin ve toplumun birbirinden ayrılamadığı bir düzlemde gerçekleştiğine dair çok güçlü duygularla bırakıyor Anday bizi.
