Müzik, bilim kurgu ve Dyrghé’nin Gom Jabbar testi

Yazıyor, yazıyor! Nazım Hikmet’in uçsuz bucaksız zifiri karanlıkta boş bir ceviz gibi yuvarlanan dünyasını ses frekanslarıyla anlatan Gom Jabbar Pt.1 adlı kısaçaların, bu kısaçalara hayat veren Dyrghé’nin ve Dyrghé’nin dallanıp budaklandığı güçlü gövdeye sahip Dirge Seçil Kuran’ın hikâyeleri yazıyor.

Dirge Seçil Kuran, müzikal dünyası İstanbul’da filizlenen ve son 5 yıldır köklerini Hollanda’nın Utrecht kentine salan bir multi-enstrümentalist. Klasik ve modern perküsyon alanında yıllarca profesyonel olarak çalışan Seçil, kariyerinde BBC Promps, Salzburg Klasik Müzik Festivali, Hong Kong Klasik Müzik Festivali gibi hatırı sayılır organizasyonlarda performans sergiledi. Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası ile 2009 yılından bu yana sürdürdüğü iş birliğinin yanında sa.ne.na, 123, Gözyaşı Çetesi gibi gruplarla olan performanslarıyla da tanıyoruz Seçil’i.

2016 – 2018 arası Hollanda’da Müzik ve Teknoloji üzerine yaptığı yüksek lisans sonrası Seçil, onu dürtükleyen besteci kimliğine daha çok kulak verdi. Güncel müziğin sınırlarını elektro-akustik terkipleri ile yokladığı seyrinde vibrafon, “junk” perküsyon, synthesizer ve vokallerden faydalandı. Bu sürecin değerli bir meyvesi de Seçil’in Dyrghé projesi oldu. 2018 ve 2019’da birer tekli yayımlayan Dyrghé, 2021’in yazına yanaşırken 3 parçalık Gom Jabbar, Pt. 1 isimli bir EP ile bütünlüklü bir anlatıyla çıkageldi. Gelin, Seçil’i ve değerli uzantısı Dyrghé’yi tanıyalım.

“Zıplayıp, hoplamalık bir halden çok içsel bir yolculuk diyelim. Şarkıların düzeninde de pek bir tekrar yok, hikâye akışı bir film kafası gibi hatta. Yaptığım müziği dinlerken kendini hikâyelerde, görüntülerde ve belki dışarıdan kendine bakışında kaybetmeni isterim.”

Solo teklilerinin üzerinden yaklaşık 2 yıl geçti ve 3 parçalık ilk EP’ni yayımladın. Geride kalan süreçte müziğinde lineer bir olgunlaşmadan söz etmek mümkün mü? Yoksa bu yolculuğu iki boyuta indirgemek hata mı olur? 

Aslında büyük resme baktığımızda bu parçalar çok uzun süreler içinde bestelendi. En eskisi “Let Them”. Ses Teknolojileri okumaya giriştiğim sırada evdeki vibrafonun üzerine paralar koyup, nargile tutacağından çıkan seslerle bir şeyler kaydetsem diye başlayıp, devamını getiremediğim bir parçaydı. Sonra Gezi döneminde şarkının ağır ve yavaş kısmıyla çıkıp geldim. Birkaç sene sonra da son kısmını düzenleyip Arda Erboz’un katkılarıyla bir parça hâline getirdik. “Away”, yine 7 sene önce başladığım, Hollanda’ya gelip okulumun ilk 2 senesinde çat çat çat diye her şeyini bitirdiğim bir parçaydı. En yenisi “Idling” aslında. O geçen ocakta bestelediğim bir parça. Şundan bahsetmek mümkün: Bütün bu parçaların zamanında oluştuğu biçimler ve şu an geldiği sonuç kesinlikle benim bir müzikal gelişimimi taşıyor. Örneğin perküsyonlarla başlayıp, gitarların eklenmesi, sonrasında elektronik ögelere ağırlık vermem hep benim sürecimin izleri.

Bazı parçalarını geniş süre zarflarında yazdığından bahsettin. Peki bir şarkıya ne zaman gönül rahatlığıyla bitti diyebiliyorsun?

Zor tabii. Bir parçaya başladığımda ya yarısını ya da bütünün taslağını oluşturuyorum aslında. İlk giriştiğimde çok büyük bir kısmı çıkıyor. Bazen ileriki günlerde hızla tamamladığım oluyor parçaları. Bazen de çok hızlı başlayıp çok sıkı kilitlendiğim oluyor. “Let Them” mesela. Nereye gideceğimi seneler boyu bilemeyip sonra yönünü bulduğum bir parça. Kompozisyon sürecim çok farklı şekillerde gidebiliyor ama hep çok hızlı başlıyorum. Nadir de olsa iki üç günde bitirdiğim parçalar da oldu. “What If” teklisi böyleydi mesela. 

Parçaların üretim sürecinde aklın daha çok geçmişte mi yoksa gelecekte mi dolaşıyordu?

Ben direkt geçmişte canımı acıtan anlara duygusal bir şekilde giriyorum. Genelde bir şeyler ya beni rahatsız etmiş ya canımı acıtmış ya da üzmüş oluyor. Ben de oralardan çıkıyorum yola. Ya geçmişte ya da o anda olan hisler üzerinden. Gom Jabbar Pt. 1 özelinde “Let Them” bir tepki parçası aslında. Yargıları bırak ve olmak istediğin gibi ol düşüncesi üzerine. BakarsanAway” canımı sıkan bir durumdan uzak kalıp “oh” çektiğim bir ânın temsili. Güvende olduğun ama uzaktan durumu tekrar düşündüğün o ânın hisleri üzerine. “Idling” aslında hem bir aşk acısı hem de hayatımın en kötü zamanının parçası. “Idling”i görselleştirdiğimde karlı bir ormanda burnundan kanlar akarak yürüyen bir bizon hayal ediyorum. Yani anlayacağın içgüdülerim hep geçmişten ya da mevcut andan filizleniyor.

Gom Jabbar Pt. 1 perküsyoncu kimliğin üzerine inşa edilen bir EP mi? Yoksa müziğe tamamen başka bir pencereden bakmaya çalıştığın bir üretim mi?

Hiç perküsyoncu kimliğim üzerine kurduğumu düşünmediğim ama dinleyince o kimliğin orada bariz bir şekilde olduğunu gördüğüm bir EP oldu. Ama kesinlikle bilinçli bir şekilde onun üzerine kurulmadı. Elektro-akustik ilgim ise aslında hep vardı. Ben konservatuvardayken 19 yaşında İsveç’e gidip elektro-akustik okumak istiyordum. İstanbul’da aldığım Ses Teknolojileri kursunda bu ilgimin üstüne biraz eğilmeye çalışsam da kariyer ve performanslar o kadar zaman alan bir hâle geldi ki bu ilgime vakit kalmadı. Hollanda’ya gelmem de aslında bir atılımdı. Kafamda olan ve üzerine eğilemediğim düşünceleri dinlemeye karar verdim. EP süresince perküsyon tarafımın işe dâhil olması sanki bir seçenek değildi. O karakterim olmuş artık. Ama yaptığım bir seçim, elektronik elementleri nerelere nasıl yerleştirebilirim, prodüksiyon tekniklerini nasıl kullanabilirim sorularına akıl yormaktı.

Şarkılarında belirli bir müzikal cümleyi temele alıp, onu tekrar tekrar ama farklı yöntemlerle işleyerek üzerine kocaman bir dünya yarattığını hissediyorum. Üretim sürecinde buna benzer bir yöntem izliyor musun?

Hakikaten genelde üzerine ekleye ekleye ilerliyorum. Çoğunlukla synthesizer ile başlıyorum. Oradan belirli bir şeyi çok beğendiğimde aklıma zaten hemen bir ritim geliyor. Sonrasında “Şöyle bir vokal mi olsa?”, “Şöyle bir akor mu olsa?” diye kendiliğinden gelişiyor. Parçayı nasıl düşündüğüme de bağlı oluyor tabii. İlk tekliye baktığında, “Truthslayer” parçasına, bütün parça do ve mi bemol. Ya da “Let Them”e baktığında tek bir fikir var ama parça o fikrin üzerinde yükseliyor. Genelde gerçekten çok basit bir şeyi alıp onu büyütmeyi seviyorum. Bir yandan da düşünmeden oluyor. Her ekleme çıkarmada başka bir şey duyuyorum. Bir yerden sonra tetrise dönüyor iş. Bir de sound çok önemli tabii. Özellikle synth tonu benim için bir hikâyenin kurucusu oluyor. “Idling”in ilk birkaç saniyesini dinlersen üretim aşamasında hikâyenin başladığı yeri de duymuş oluyorsun. Bu örnekteki gibi küçük şeyleri alıp büyütmeyi kesinlikle seviyorum.

Elektronik müzikle ilgilenen bir diğer Wic Recordings sanatçısı Tunç Çakır, EP’nin prodüktörlüğünü ve miksini yaptı. Onun elektronik dünyasının genişliği bu EP’ye ne gibi şeyler kattı?

Tunç bu EP’ye hayat veren kişi, benim konservatuvardan arkadaşım. 12-13 yaşından beri tanışıyoruz. Benim için çok öncü bir müzisyendir. Birçok şeyi ondan görüp giriştiğim, öğrenmeye karar verdiğim olmuştur. Benim bir albüm ya da bir EP yapma girişimlerimin başladığı sırada, işler de biraz zora girmeye yakınken Tunç benden şarkıları istedi. Ve ben Tunç’la hep çalışmak istemişimdir. Tunç benim için müzikal ruh eşi gibi biri. EP’ye de çok fazla şey kattı. Elektronik programlamalarda harikalar yarattı. Miks sonrası ilk dinlediğimde gözlerimin dolduğunu hatırlıyorum.

Müziğinin dinleyicinin ağzında nasıl bir tat bırakmasını istersin? Yahut nasıl bir tat bıraktığını hayal ediyorsun?

Hep bir acı tatlı tat bırakmayı istiyorum. Acı zaten parçaların doğumunda hep var. Ama o acıyı yaratan durumun melankolik tarafını da hissettirmek istiyorum. Aslında hep bir yolculuğa çıkarma kafası da var. Ben kendim müzik dinlerken de bundan hoşlanırım. Gözümü kapattığımda duyguların içinde beni dolaştıran müzikleri hep çok sevdim. Bu tabii benim üretimime de yansıdı. Daha önce yaptığım konserlerde de aldığım geri dönüşlerde insanların kendilerini müziğe bırakabildiklerini, kaybolabildiklerini duydum. Aslında ben de biraz bunu istiyorum. Zıplayıp, hoplamalık bir hâlden çok içsel bir yolculuk diyelim. Şarkıların düzeninde de pek bir tekrar yok, hikâye akışı bir film kafası gibi hatta. Yaptığım müziği dinlerken kendini hikâyelerde, görüntülerde ve belki dışarıdan kendine bakışında kaybetmeni isterim. Öyle duyuluyorsa ne hoş.

Idling
Gom Jabbar, Pt. 1

Albümün kapak tasarımını müzisyen ve görsel tasarımcı Kerim Safa ile gerçekleştirdin. Piksel sanatı seçiminin ve kapağın genel karanlığının arkasında yatan süreci bizlerle paylaşabilir misin?

Biz Kerim’le burada (Utrecht) tanıştık. Çok iyi arkadaş olup, çok vakit geçirdik. Benim hayatımdaki farklı dönemleri görmüş bir insan oldu. Aslında benim kafamda baştan itibaren EP kapak tasarımı ve isim hazırdı. Kimseyi dinlemeyeceğim ve ne istiyorsam onu koyacağım diye düşünüyordum. Sonradan Wic Recordings ile anlaşınca bir tekli yayımlamaya karar verdik. Ben de bir akşam Kerim’e bu tekli kapağını yapmak ister mi diye sordum. Aklımda hâlâ EP kapağını kendi kafamdaki gibi yapmak vardı. Kerim istekli olunca, tekli kapağıyla ilgili süreç başladı. O noktadan sonra da tamamen ona bıraktım. “Beni tanıyorsun, EP’yi biliyorsun, Dune romanını biliyorsun, al ve git.” dedim. Hiçbir şey konuşmadık ve teklinin kapağıyla geldi. O süreç öyle güzel yürüdü ki EP kapağı üretimini de gönül rahatlığıyla Kerim’e devrettim. Ve çıkan sonucun karşısında ağladım açıkçası. Beni çok iyi yansıtıyordu. Hem teklinin hem EP’nin kapağında detaylı bakılınca tırmanan ve aynı anda kanayan bir karakter var. O detay aslında benim temmuz ayında ilk tırmanışa başlayıp yavaş yavaş zor zamanların içinden çıktığım dönemi temsil ediyor. Tekli kapağında kanlı piksellere dikkat ederseniz Mors alfabesinde “Idling” yazıyor. Görseldeki kumlar ve havada duran küp yine Kerim’in harika aklıyla Dune romanına yaptığı referanslar. Özellikle hem bir sanatçı hem bir dost olarak çok sevdiğim birine bodoslama bıraktığım bir işti kapak tasarımları. Ve Kerim harika bir işe imza attı.

Zaten “Gom Jabbar” ismini bilim kurgu klasiklerinden Dune romanını okuyanların hatırlayacağını sanıyorum. Kitapta Gom Jabbar bir yüksük üzerine yerleştirilmiş zehirli bir iğne. Peki senin albümünde Gom Jabbar neyi temsil ediyor? Dune’deki anlamına bir referans aramak doğru olur mu?

İçgüdüler ile farkındalığı karşı karşıya koyan ve farkındalığın ağır basmasıyla geçebildiğin bir test Gom Jabbar. Dune romanı da zaten her küçük hareketin koca bir farkındalığının olması gerektiğini bana gösteren kitap. Dune benim için kutsal kitap gibi bir şey. Hem sosyolojik hem psikolojik olarak dokunduğu durumlar beni etkiliyor. Serinin dördüncü kitabı da baş ucumda hâlâ durur. O yüzden kitaba referans yapmak istiyordum baştan beri. Gom Jabbar’ı seçme sebebim bu testin çok acılı bir test olması ama o acıya rağmen farkındalığını koruma gerekliliği. İnsanlığını sınayan bir test aslında. Ve bütün acıya rağmen bunun bir sınav olduğunun farkındalığında kalabiliyorsan testi geçiyorsun. Paralel olarak benim çok uzun yorucu yıllarım bu EP’yle bir sonuca bağlandı diyebilirim. Bütün bu yıllar aslında benim Gom Jabbar testimdi ve bu testten böyle bir EP ile çıkmış olmak bana çok iyi geliyor.

Özellikle “Idling” ve “Away” parçalarında hissettiğim epik hâl acaba kitabın fantastik hikayesine göz kırpıyor olabilir mi?

Evet, EP’yi dinleyen bazı insanlardan şarkıların bir epik tarafı olduğuna hatta film müziği hissi verdiklerine dair yorumlar aldım. Hatta Kerim ile de eğer bir gün çıkarsa Dune 2 filminde “Idling” çalacak diye geyiğini yapıyoruz. Fakat aslında en başında böyle bir düşünceyle yola çıkmadım. Dune’un fantastik hikâyesi ve EP’nin bahsi geçen epik hissi üzerine düşünmediğim bir bağlantı. Ama Dune’daki devasa binalardan çöle bakan karakterleri düşündüğümde, o ânın arka planı olarak müziğimi hayal edebiliyorum bir yandan. 

Kitabın şarkı sözlerimdeki etkisi de büyük. Romanın sosyolojik olarak insanlığı çok iyi bir şekilde okuması, beni gözlem yapmaya yönlendiren faktörlerden biri. Şarkı sözlerimin çoğu da benim insanlığı, birini ya da bir durumu nasıl okuduğumdan ilhamla yazıldı. Dune’dan bana kalan yegâne şeyler farkında olma ve gözlem yapma eylemleri diyebilirim.

“Zaten çok anlık ve duygusal ilhamlara sahip olduğum için odama, synth’ime ve mikrofonuma sahipsem bu bana yetiyor.”

EP, uzmanlığı elektronik müzik olan Hollandalı plak şirketi Wic Recordings’ten yayımlandı. Plak şirketinin vizyonuyla müziğinin uyuştuğunu ve uzun süreli bir iş birliği olacağını hissediyor musun? Bağımsız üreten bir müzisyen olarak bir plak şirketinden beklentilerin neler?

Evet, Wic çoğunlukla elektronik müzik yayımlıyor. Farklı müzik tarzlarına kaysalar bile hep bir yeraltı hissi taşıyor yayımladıkları müzikler. İş birliğimizin uzun süreli olması aslında biraz Dyrghé’nin ne yapacağına bağlı. Ben memnunum açıkçası. Şirketten birisiyle zaten Dutch Modular Festival’de performans verirken tanışmıştım. Üzerine Wic Recordings sanatçısı olan arkadaşım Tunç Çakır’ın referansı da eklendi. EP’yi onlara yollayınca çok beğendiler ve baya samimi yaklaştılar. Süreç boyunca da beni çok özgür bıraktılar. Projenin liderliği hep bendeydi. Kerim’in kapak görsellerine de bayıldılar.

Benim bir plak şirketiyle çalışma isteğim kendi kendime ulaşabileceğimden daha fazla insana ulaşma imkânından doğdu. Tabii plak şirketinin erişimi nasıl bir sermayesi olduğuna da çok bağlı. Ama bundan da öte aslında bir plak şirketinde olmanın en güzel yanlarından biri müziklerini o plak şirketinden çıkaran binlerce insanın olduğu bir listeye, ağa girmiş olmak. İletişim kurabileceğin, iş birliği yapabileceğin bir sürü müzisyen oluyor. Benim için çok basit, rahat ve güzel bir giriş olduğunu düşünüyorum. Tabii ileride tanıtım ve booking alanında da destek almak isterim plak şirketimden. Ama tabii bunların hepsi Dyrghé’ye ve gelecek adımlarına bağlı.

Geçmiş projelerine göz attığımda işin canlı performans kısmının senin için olmazsa olmaz olduğunu hissediyorum. Dyrghé’nin bir stüdyo sanatçısı olmasının dışında performans sanatçısı olma planı da var mı? Eğer varsa, şarkıları besteleyip albümü kaydederken canlı performans kapısını açık bırakmak için belirli yöntemler izledin mi?

Öncelikle parçaları bir grupla çalarmışçasına bestelemediğimi söyleyeyim. Bakarsan “Let Them” parçasında zil var. Daha önce hiçbir bestemde zil kullanmadım ve bir davulcunun çalacağı bir parti düşünerek yazmıyorum, sadece ritim yazıyorum. Ama bütün bu EP sürecinin sonunda ve pozitif geri dönüşlerle birlikte bir grup kurma sürecine girdim. 4-5 kişilik bir grup oluşturacağım. Bu şarkıların nasıl dönüşecekleri tabii bir soru. Denenmesi gerek. Ama mesela geçen yaz Dyrghé için yaptığımız bir provada Selim Saraçoğlu ve Kerim Safa ile çaldığımız bir parçanın girişi orijinalinden daha güzel oldu. Kafası açık, tecrübeli ve iyi müzisyenler bulduğun zaman ve tabii sen de buna açıksan parçaların çok gelişebiliyor. İnandığın bilgi dolu insanların beyinleri parçalarına dokununca harika sonuçlar çıkabiliyor. Bu yüzden çok meraklı olduğum bir süreç aslında. Ama uzun bir süreç olacağı da kesin. 

Hollanda ve Türkiye’deki tecrübelerinden yola çıkarak, yaşadığın yerin yaratıcılığına nasıl etkileri olduğunu gözlemliyorsun?

Benim için sanırım bir farkı yok. Ben kişisel ilişkilerimden besleniyorum. Ülkeyle olan dertleri 14-15 yaşımda bırakmaya karar verdim. Ninja gibi gezinip geçtim hep diyebiliriz. Zaten çok anlık ve duygusal ilhamlara sahip olduğum için odama, synth’ime ve mikrofonuma sahipsem bu bana yetiyor. Çok rastgele bir yerde, rastgele bir anda bir melodi bulup bir anda başladığım parçalar da oluyor. Duygularımdan geliyor parçalar ve duygularım da daha çok insan ilişkilerimden etkileniyor. İnsanları gözlemleyebildiğim sürece bir şeyler çıkıyor. Aşk ya da arkadaşlıklar da olabiliyor bu itici güç. Yani Hollanda’da başka bir durum var, evet. Ama bu durumun benim yaratıcılığımın genişliğini etkilediğini düşünmüyorum. Bir yandan burada kalmak için bir şeyler yapmam gerektiği gerçeği beni üretmeye itiyor mu? Evet. Burada bir göçmen olarak var olmaya çalışıyorsun ve bir konfor alanın yok. Buraya yapışabilme içgüdüsü yaratıcılığını kamçılıyor olabilir. Hayata burada başlasaymışım kafalar nerelere gidermiş diye de düşünüyorum tabii. Senin buraya 30 yaşında gelip yapmaya çalıştığın şeyi insanlar zaten 17-18 yaşında yapmaya cesaret edebiliyor. Tabii bu da bilemediğim bir alternatif hayat olduğu için üzerine düşünüp belki biraz üzülmekten başka bir etkisi olmuyor. Yani genele baktığında bulunduğum yerin yaratıcılığımın kaynağını etkilemediğini söyleyebilirim. Ama bir müzisyen olarak Hollanda’da tutunma mücadelesinin üretimimde bir tesiri olmadığını söylemek de doğru olmaz. Olasılıkların ve potansiyel seyircinin daha fazla olması da ayrıca insana umut veriyor.

Albümün ismi Gom Jabbar Pt.1 sanki geleceğe göz kırpıyor. Sırada neler var?

Part 2’yu çok istiyorum tabii ki. Bu bir manifesto gibi oldu. İlk iki teklimde bir şeyler demeye çalışıyor gibi hissediyordum. Ama bu EP’yle artık söylemek istediklerimi söyledim. Part 2 hâlihazırda düşündüğüm diğer parçalarla mı olur yoksa “Part 2 işte bu!” diyebileceğim bir şeyler yaşadıktan sonra mı olur onu bilemiyorum henüz. Açık bir kapı şu an Part 2. Ne zaman uygun duygularla yeni bir manifestoya ihtiyaç duyarım, o an zamanı gelmiş olacak gibi. Evet, sanırım zamanını bekleyeceğim bir adım olarak tutacağım Part 2’yi. Bakalım zaman ne gösterecek.

Röportaj: Laçin Özkuş