Bir performans alanı olarak cenaze evi: Oğuzhan Akalın ve Ağlamak Serbest, Gülmek Yasak

Yönetmen ve yapımcı Oğuzhan Akalın’ı deneysel kısa filmi Kafes’ten (2012), ekibinde yer aldığı Meeting Jim (2018) belgeselinden veya Harry Potter filmlerinde baş karakterin Türkçe sesi olarak tanıyor olabilirsiniz. Kendisinin Hof Uluslararası Film Festivali ve Antalya Altın Portakal Film Festivali seçkisinde yer alan son filmi Ağlamak Serbest, Gülmek Yasak’a, şu sıralar MUBI kütüphanesinden erişmek mümkün. 

Oğuzhan Akalın hem filme dair merak ettiklerimizi yanıtladı hem de Z Raporu anketimizi doldurdu.

Ağlamak Serbest, Gülmek Yasak, dedesi aniden ölen 8 yaşındaki Nejat’ın, hayatında ilk defa bir cenaze evine gidişini ve yetişkinler nedeniyle yaşadığı kafa karışıklığını keşfe çıkıyor. Fikir nasıl doğdu, temeller nasıl atıldı? Filmin isminin ortaya çıkış sürecinden de bahsedebilir misin?

2010’da sinema öğrencisiyken Feride Çiçekoğlu’ndan aldığımız senaryo dersinin final projesinde bu filmin ilk ve hiç içime sinmeyen hâlini yazmıştım. Yazacağımız senaryoda tek kural kendi deneyimlerimizden, sevinçlerimizden, acılarımızdan ya da kırılmışlıklarımızdan yola çıkmaktı. O yıllarda kendi deneyimlerimi açık etmeye utandığım için sanırım başıma gelenleri ya hiç anlatmamış ya da gizlemiş ve hiç içime sinmeyen bir sonuçla karşılaşmıştım. Aradan geçen yıllarda yaşadıklarımı, fikirlerimi açık edecek cesareti geliştirebildim sanırım ve bir gün, hiçbir sebebi yokken, bu filmi tekrar yazmaya karar verdim. Sonrası çorap söküğü gibi ilerledi.

Film, ismini her şey tamamlandıktan sonra buldu. Emin olduğum tek şey, filmin ismini bir diyaloğun içinden bulmam gerektiğiydi çünkü yönetmen olarak filme dışarıdan çok az müdahale etmek, ekstra hiçbir şey söylemek istemiyordum. Her şey tamamlanıp hazır olduktan sonra, ismini aramak için filmi açıp izlemeye başladım ve henüz ikinci dakikada annesi Nejat’a “Söyle bakalım, neymiş: Bugün ağlamak serbest, gülmek yasak!” dediği an filmi durdurdum. Aradığım ismi bulmuş oldum. 🙂

Filmin konusu kişisel deneyimlerinle ne kadar ilişkili? Çocukluğunda cenaze evleri ne gibi hislere, durumlara, anlamlara karşılık geliyordu ve şimdi nelere tekabül ediyor?

Film tümüyle kendi deneyimlerime dayanıyor. Çocukken bulunduğum bir cenaze, düğün, bayram ziyareti, sünnet düğünü ya da bir altın gününde başıma gelenleri tek bir mekân ve zaman üzerinde birleştirdim.

Bulunduğum bu ortamlarda en dikkatimi çeken şey; ortamdaki neredeyse herkesin kendi günlük rutin davranışları ve duygu durumlarının dışında o ana özel, çok güçlü bir yeni davranış / duygu hali sergileyebilmesi ve o ortamın dışına çıktıklarında ise hızlıca günlük rutinlerine geri dönebilmeleriydi. Yani o evler adeta bir performans alanı gibiydi. Tabii bir de bu performansın dışında kalan insanlar var; yaşanılan kaybın ardından hayatı gerçekten değişikliğe uğrayanlar, acıyla tanışanlar, eksilenler. Onlar ise çok daha sakin, hatta diğerlerine göre aklı başında kalıyorlardı; filmdeki babaanne karakteri gibi. Hep bu iki grup arasındaki farkı gözlemledim diyebilirim.

Şimdilerde de cenaze evleri benzer anlam taşıyor benim için. Fakat geçen sürede biraz önce bahsettiğim “performans alanı”na asla yer olmayan bazı cenaze evlerinin olabileceğini de görmüş oldum. Kadın cinayetleri ile ilgili çektiğimiz bir belgeselde gitmiş olduğum bir cenaze evi veya çocuğunu kaybeden bir arkadaşımın cenazesi gibi.

Oldukça geniş bir oyuncu kadrosu var karşımızda. Nasıl bir araya geldiler? Kamera arkasındakileri de dâhil edince, çok kalabalık bir ekibin tek bir mekânda toplandığı bu sette çekim yapmak nasıl bir deneyimdi?

Oyuncuların büyük bir çoğunluğu yıllardır biriktirdiğim gizli hazinemdi. 🙂 Daha önce çalıştığım reklam, sinema, dizi, kısa film setlerinde; set sonunda yanlarına gidip “İletişim bilginizi alabilir miyim? Günün birinde size işim düşecek, inanıyorum.” diyerek biriktirdim hepsini ve öyle de oldu.

Çocuk oyuncular bu proje için çok kritikti. Daha önce tanışmadığım fakat adını çok sık duyduğum çocuk oyuncu koçu / pedagog Gülay Say’a gittik. Gülay’ın aynı zamanda Say Sanat adında çocuklara eğitim verdiği, oyunlar oynadığı çok güzel bir sanat merkezi var. Orada yaklaşık bir ay vakit geçirip birçok çocukla denemeler yaptıktan sonra, Oğuz ve Beren’le filmi çekmeye karar verdik. Çok inanarak söylüyorum, filmi çekerken en rahat çalıştığım iki oyuncu Oğuz ve Beren’di. Gülay’a tüm süreçteki yönlendirmeleri ve katkısı için ne kadar teşekkür etsem azdır.

Oyuncu kadromuz çok kalabalık (25 kişi), yaş aralığı da çok geniş (8’den 80’e); üstelik oyuncu bir kuşumuz da var. 🙂 Pandemiden dolayı filmin takvimini bir, bir buçuk sene ertelemek durumunda kaldık ve çekimlere başladığımızda pandemi bitmiş olsa da risk grubundaki oyuncularımızı düşünerek sette pandemi devam ediyormuş gibi önlemler aldık. Çocuk oyuncularımız sette olduğunda setteki bütün iletişim ve davranış üslubumuzu değiştirdik, papağan sete girdiğinde ise papağanın eğitmeniyle iletişimi koparmamak, korkup kaçmamasını sağlamak adına bambaşka zorluklar yaşadık. Kısacası hiç kolay bir set dönemi geçirmedik diyebilirim.

Film, yerli festivallerde 20 dakikalık bir kopyayla gösterilirken, şu an erişilebilir versiyon ise 42 dakika süreye sahip. Bu değişikliğin sebebi nedir?

Filmi kafamda kurguladığım ilk andan beri süresi 45 dakikaydı. Bu süre, orta metraj olarak kabul ediliyor ve orta metraj gösterim; mecrası, festivaller vs. açısından oldukça dezavantajlı (özellikle Türkiye’deki festivaller). 

Tüm bu dezavantajlara rağmen filmi istediğim hâliyle çekmeye karar verdim. Filmi hayal ettiğim gibi 45 dakikada bitirip, izleyince de “Tüh, şimdi ne yapacağız bu filmi” diye kara kara düşünmeye başladım. Uzun şarkıların radyolar için üç dakikaya düşürülen radyo versiyonları aklıma geldi ve bir festival kurgusu yapabilir miyiz diye düşündüm. Editörümüz Can (Sivil Editörler) harika dokunuşlarla, ana kurgu üzerinden 20 dakikalık ikinci bir “festival edit” çıkardı. Film Antalya Film Festivali’nde 20 dakikalık versiyon üzerinden gösterildi fakat Almanya’daki Hof Uluslararası Film Festivali iki versiyonu da izleyerek ana versiyonu seçkiye almaya karar verdi.


Z Raporu: Oğuzhan Akalın

Hayatta yaptığın ilk iş neydi? Anlatır mısın?

1999’da İstanbul Şehir Tiyatroları’nın Çocuk – Genç Eğitim Birimi’nin sınavlarına girip kazanmış ve orada eğitim görmeye başlamıştım. Çok kısa bir süre sonra repertuara yeni alınmış olan Aşk-ı Memnu oyununda Bülend karakterini oynamak üzere seçildim ve bu sayede henüz 10 yaşında meslek hayatım başlamış oldu. Oyun dört ya da beş yıl sürdü. Temsil başına para kazanıyorduk ve ayda en az on beş, yirmi oyun oynuyorduk. İlk kazandığım parayla PlayStation 1 almıştım ki kendisi son PlayStation’um da oldu.

Küçükken bir idolün var mıydı?

Müzisyen Burak Gürpınar (Kurban / Athena / Malt). Bir müzisyeni idol alıp nasıl sinemacı olduğum konusu biraz muallak fakat hiç tanışmayıp hayatımı bu kadar etkileyen başka biri yoktur herhalde. Annem, babam, ablam, okul arkadaşlarım; hepsi tanırdı kendisini. Bir gece uyurken annemin gelip “Koş, seninkinin yeni klibi çıkmış.” dediğini hatırlıyorum. Bir sanatçının üretim ya da performans anında tüm kanını, terini ve gözyaşını hatta benliğini koyması gerektiği fikrine Burak Gürpınar’ı örnek alarak kapıldım sanırım.

Son dönemde haberdar olduğun ve sıkı takibe aldığın hesaplar var mı?

Son dönemde müzisyen Selim Siyami Sümer’in Instagram hesabını sıkı takip ediyorum. Kendisi doğadaya, ağaçlara, bitkilere özel mikrofonlar takıp onların sesini kaydediyor. Bir bitkinin, toprağın nasıl su içtiğini duyduğum an bitkilere, ağaçlara yaklaşımım değişti. Bir de kendi beyninin sinyallerini ve bitkilerin ürettiği biyoelektrik sinyalleri özel bir araç sayesinde iletişime geçiriyor ve iki canlı kendi biyoelektrik sinyallerine tepkiler vererek adeta konuşmaya başlıyorlar, birlikte müzik üretiyorlar.

Belgesel çekecek olsan neyle ilgili olurdu?

4-5 sene önce bir gün sokağımı hatta mahallemizi böcekler istila edince yıllardır bilmeden bir çöp evin tam karşı binasında oturduğumu da öğrenmiş oldum ve o an, o çöp evin sahibi olan amca bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti. İnsanlara yardım etmek için çöp poşetlerini taşıması, gecenin bir yarısı sokağı süpürmesi, çöp kamyonunun mahalleden geçeceği saatlerden hemen önce sokağa çıkması… Binayı temizlemek için tam beş gün tam mesai çalıştı ekipler. Amcayı da hazinesini kaybettikten bir iki sene sonra kaybettik. Bu kadar yakınımda olan ve kaçırdığım bu hikâye için hâlâ üzülüyorum. Bu konuyu takip etmek, o amcayı izlemek, filmini çekmek çok isterdim.

En son okuduğun kitap?

Sally Rooney’in Normal İnsanlar ve Ece Ger’in Nasıl Oldu da Agnès Varda’yla Tanışamadım kitapları. Nasıl Oldu da Agnès Varda’yla Tanışamadım’ın karakterinden biri de benim. Hayatımda ilk (ve belki de son kez) bir kitap kahramanıyım, bu sebeple belirli aralıklarla kitabı tekrar okuyorum.

En son yaptığın yolculuk nereyeydi? Birkaç cümlede özetleyebilir misin?

Hem Ağlamak Serbest, Gülmek Yasak’ı göstermek hem bir parçası olduğum tiyatro oyunu Muskat’ı oynamak hem de başka işlerim için geçtiğimiz aylarda, dört farklı zamanda Ankara’ya gittim. Bana da sürpriz oldu.

Son zamanlarda en çok dinlediğin müzikler?

Four Tet is the new Burak Gürpınar benim için. Son 10 yılımın özeti. Bütün albümleri, şarkıları, live setleri, başka sanatçılarla ürettiği işleri ezberimde.

Kae Tempest çok sık dinliyorum ve disiplinler arası üreten bir sanatçı olduğu için tüm işlerini takip etmeye çalışıyorum.

Duman dinliyorum bir de bu aralar, son çıkan albümlerini. “Bir Güzellik Yapsana”, “Canımsın” ve “Farkımız Yok” favorilerim. Üçü de Batuhan Mutlugil şarkısıymış, sonradan fark ettim bu durumu ve şaşırdım.