Funda Eryiğit ve Erdem Şenocak, Ölü Mevsim’i anlatıyor
Röportaj: Ezgi Oğraş
Festival yolculuğuna Uluslararası 31. Adana Altın Koza Film Festivali’nde başlayan ve altı ödülle dikkatleri üzerine çeken Ölü Mevsim; çocuk sahibi olamayan ve evliliklerinin içinde trajik kayıplar yaşayan Nimet (Funda Eryiğit) ve Halil (Erdem Şenocak) çifti ile Nimet’in onlarla beraber yaşayan kardeşi Öznur’un (Ece Yaşar) hikâyesini merkeze alıyor. Yönetmen Doğuş Algün’ün ilk uzun metrajının senaryosu, Algün’le birlikte Selen Örcan tarafından kaleme alındı.
Ölü Mevsim’in başrollerinden Funda Eryiğit ve Erdem Şenocak ile senaryoya yaklaşımlarını, yönetmen Doğuş Algün’le kurdukları yaratıcı iş birliğini, karakterlerinin duygusal katmanlarını ve daha fazlasını konuştuk.

“Filme, kız kardeşlerin odağından bakmayı daha çok seviyorum ben açıkçası. Ayrı düşürülmüş bir kardeşlik var orada.” – Funda Eryiğit
Ölü Mevsim, Doğuş Algün’ün ilk uzun metrajı. Kendisiyle yolunuz nasıl kesişti? Senaryoyu okurken sizi projeye çeken ne oldu?
Funda Eryiğit: Yapımcımız Burak (Kaplan) ve yönetmenimiz Doğuş (Algün) benimle görüşmek istediler, senaryoyu yolladılar. Roman gibi, diyalogların çok iyi yazıldığı bir senaryoydu. İyi bir senaryoydu. İyi yazılmış senaryolarda karakterlerle ilgili bir soru işaretiniz pek olmaz, kim olduklarını okurken anlayıverirsiniz. Bu da öyleydi. Burak ve Doğuş’la tanışınca da bakış açılarını da görmüş oldum ve sonrası kolaylıkla gelişti zaten.
Erdem Şenocak: Doğuş’la önceden tanışmıyorduk. Senaryoyu okuduğumda hikâyedeki ve özellikle diyaloglardaki ustalık dikkatimi çekti. Benim için en ilgi çekici olan unsurlar ise filmografimdekilerden farklı bir karaktere hayat vermek ve hayranı olduğum Funda ile karşılıklı oynamaktı. Doğuş ve Burak’la olan ilk buluşmamızda çok çabuk kaynaşıp birbirimizin dilinden anlamamız da cabası oldu.
Film özellikle oyunculuk performanslarıyla öne çıkıyor ki Altın Koza’da kazandığı ödüllerden beşi oyunculuk dallarındaydı. Rejideki oyuncu yönetimi nasıl işledi, yönetmenin yaklaşımı ve ekip içi dinamikler bu sürece nasıl etki etti?
Funda Eryiğit: Dediğim gibi senaryoda karakterler o kadar net ki çok fazla uğraşmaya gerek olmadı bence. Doğuş’un kafasında da her şey net olunca işler çok kolaylaştı. Setten önce uzun bir prova sürecimiz oldu, bence uyumu yaratan en önemli etkenlerden biri bu. O süreçte Doğuş’un yönlendirmeleri, ince dokunuşlarıyla akıverdik. Zaten çok iyi bir oyuncu kadrosu var, herkes birbiriyle uyumlanmaya çok açıktı.
Erdem Şenocak: Doğuş oyunculuğa, oyuncunun katkısına çok önem veren bir yönetmen. Selen’le birlikte yazdıkları senaryodaki irili ufaklı tüm karakterler, oyuncular açısından iştah açıcıydı. Set başlamadan önce uzun ve tiyatro provasını andıran bir hazırlık sürecimiz oldu. Bu süreçte Doğuş, oyuncunun yorumlarına ve geri bildirimlerine çok açıktı, hatta bu doğrultuda senaryoda değişiklikler yapmaktan çekinmedi. Sette de bu yaklaşımını sürdürdü ve böylece karakterler, oyuncuların üzerine daha iyi oturdu. Tabii çok yetenekli, çalışkan ve değerli oyuncularla çalışmak da Doğuş’un işini kolaylaştırmıştır diye düşünüyorum. En azından ben böyle bir kadroyla çalışmaktan dolayı kendimi çok şanslı hissediyorum.
Funda, bu projede oyuncu olarak yer almanın yanı sıra ortak yapımcı olarak da görev alıyorsun. Dünyada oyuncuların yapımcılıkta rol aldığını sıklıkla görüyoruz, özellikle son yıllarda Türkiye’de de bu örnekler artmaya başladı. Sektördeki bu gelişmeyi nasıl değerlendiriyorsun? Seni yapımcılığa iten neydi?
Funda Eryiğit: Oyuncuların sinemanın üretici kısmına da dâhil olması bence sinemayı sevmekle ilgili. İyi bir hikâye her oyuncuyu heyecanlandırır, oynasa da oynamasa da. O heyecana bir şekilde dâhil olmak, desteklemek; karşılıklı büyüyen bir sinema sevgisine dönüşüyor. Hele ki inandığınız bir işten güzel sonuçlar almak bu duyguyu iyice büyütüyor. Diğer taraftan bir film için para bulmak epey zorlaştı. Dolayısıyla yaptığınız işe inanan bireysel finansörlere ihtiyaç varken; oyuncunun oynadığı filmde yapımcılık yapması, filme olan inancını daha da görünür kılıyor. Beni de ortak yapımcılığa önce senaryoya, sonra da Doğuş’a duyduğum inanç itti.

Çocuk sahibi olamayan ve bu süreçte pek çok kayıp yaşayan bir çiftin taraflarını canlandırıyorsunuz. Nimet ve Halil’in ilişkisine nasıl bakıyorsunuz? Neden olduramıyorlar ve buna rağmen sessizce yan yana olmalarında nasıl bir ihtiyaç var?
Funda Eryiğit: Neden olduramadıklarını çok düşünmedim açıkçası, bunu onlar da çok düşünmüyor bence. “Neden yapamıyoruz? Neden olmuyor? Oldurmak için ne yapmalıyız?” gibi sorular bence fazla sorgulayan, hayatı okuma gayretinde olan insanların sorunsalı. Herkes bu sorgularla yaşamıyor. Hayatın akışında, dertleriyle yuvarlanıyor. Hangisi iyi – kötü, orası karışık bence ve ayrıca tartışılır.
Nimet ve Halil bir şekilde evlenmiş; bir noktada evlenilmesi gerekiyor çünkü, hayatın akışında bu var. Zaman zaman birbirlerini sevmişlerdir de nefret de etmişlerdir, her ilişkideki gibi. Ama çocuk sahibi olamamak önemli bir sorun aralarında, hayatın normal seyrini bozan bir şey. Kendilerinden ve çevrelerinden gelen beklentileri karşılayamadıkları, baş edemedikleri bir nokta bu ve bence asıl buradan sonra araları bozulmuş gibi geliyor bana. Peki neden hâlâ yan yanalar? Pek de yan yana değiller aslında, sadece evliler. Boşanıp ne yapacaklar? Ya da sonraları boşanırlar belki, bilemiyorum.
Erdem Şenocak: Nimet ve Halil’in bir aşk evliliği yapmadıklarını varsaymak sanırım yanlış olmaz. Böyle bir başlangıcın üstüne bahsettiğin kayıplar ekleniyor. Yine de Halil bir şekilde Nimet’in yaşam enerjisine karşılık verebilseydi mutlu bir beraberlik ihtimali doğabilirdi diye düşünüyorum. Şimdi ise gördüğümüz, toplumun belirlediği normlara tam olarak uyamayan iki insanın kader ortaklığından doğan zorunlu birlikteliği.
Filmde, kadına yüklenen “aileyi bir arada tutma” sorumluluğunun ağırlığı hissediliyor. Nimet pek çok derdiyle beraber buna teslim olmuyor gibi görünmeye çalışsa da içsel mücadelesinde yalnız. Nimet’i tanıdıkça onunla nasıl bir bağ kurdun, içsel yolculuğuna nasıl yaklaştın?
Funda Eryiğit: Nimet her şeyi kendi içinde halletmeye çalışan bir karakter, evet çünkü konuşabileceği kimse yok. Ama galiba filmdeki tüm karakterler böyle. Yalnız. Kız kardeşi var bir tek, en azından yalnızlığını paylaşabileceği ama onunla da çevresi tarafından uzaklaştırılıyor. Filme, kız kardeşlerin odağından bakmayı daha çok seviyorum ben açıkçası. Ayrı düşürülmüş bir kardeşlik var orada.

“Halil’in farklı zamanlarda, farklı mekânlarda, farklı karakterlere yönelik neredeyse birbirine tamamen zıt davranışlarının kafamı karıştırdığı anlarda karaktere dair o sahnedeki yönelimlerimi takip etmeye çalıştım.” – Erdem Şenocak
Halil, etrafında olanların farkında olsa da onlara seyirci kalan, çoğunlukla suskun bir karakter. Çalıştığı marangoz dükkânında iyi bir insan olduğunun altı çiziliyor ancak bahsi geçen naifliği evde pek göremiyoruz. Sen bu ikilemi nasıl değerlendiriyorsun ve Halil’in yaşamla ilişkisini nasıl tanımlarsın?
Erdem Şenocak: Halil klişe tabirle kendini “yaşamın akışına bırakmış” bir karakter. Ancak Halil’in dünyasında bu “akışa bırakma” hâli pek hoş sonuçlar doğurmuyor ve bu tabirin olumlu çağrışımlarını da sorgulatıyor insana. Kendini “akışa bırakınca” insanın o “akış” tarafından sürüklenmesinin, bir tarafa savrulmasının an meselesi olduğunu akla getiriyor. Abisiyle olan ilişkisinde en net şekliyle görüyoruz bunu. Göçmen çalışanı Ali’yle ilişkisinde de benzer bir durum var. Ali’yi koruyor, kolluyor gözüküyor -ki onu kaçak olarak çalıştırması ona yardım ettiği şeklinde değil; onun durumundan istifade ettiği şeklinde de yorumlanabilir- ancak Ali’ye yönelik abisinin imalarına, mahallelinin fiziksel şiddete varan ırkçı tutumlarına karşı net bir duruş sergilediğini göremiyoruz Halil’in.
Evde “kendini akışa bırakmanın” çok daha farklı sonuçları var Halil için. Nimet her ne kadar “ezik” bir karakter olmasa da ev –tıpkı Türkiye’deki birçok ev gibi– erkeğin borusunun öttüğü, bunun normal karşılandığı bir yer. Dolayısıyla “evdeki akışa kendini bıraktığında” daha kaba, daha sert bir Halil görüyoruz.
Bir sahnede, Tolga Tekin’in canlandırdığı karakter “memnuniyetsizlikler çağı” olarak tanımlıyor yaşadığımız zamanı. Halil’de de bunun izlerini görüyoruz, memnuniyetsizlik ve kaçma dürtüsüyle hareket ediyor. Bu tanım hem Halil karakteri özelinde hem de genel anlamda sende nasıl bir karşılık buluyor?
Erdem Şenocak: “Memnuniyetsizlik” hâli insan olmaya dair temel meselelerden biri ve bu hâl sadece bu çağa özgü de değil. Temel meselelerden biri diyorum çünkü kendinden memnun olmamak bir gelişim ihtimali doğururken, bu memnuniyetsizlik durdurulamaz bir hâl alırsa bir tür varoluş krizine dönüşmesi işten değil. Atalet ile delirme arasında bir denge kurmaya çalışmakla geçiyor insan ömrü. Bu çelişki bireysel düzeyde olduğu kadar toplumsal düzeyde de geçerli. İnsanlık tarihinin başından beri ilerlemeyi sağlayan şey memnuniyetsizlikken, bu ilerlemeyi kendi sonumuzu getirecek ve küresel iklim krizine neden olacak şekilde devam ettiren de aynı memnuniyetsizlik, hep daha fazlasını istemek.
Memnuniyetsizliğin bu çağa özgü olmadığını söyledim ama çağımız tarafından kışkırtıldığı da bir gerçek. Filmlerde, dizilerde, reklamlarda onlar gibi olmamızı öneren rol modellerle, sosyal medyada kendimizi kıyasladığımız insanlarla sürekli karşılaşmak, ister istemez kendimizi eksik hissetmemize neden olan bir şey. Üstelik bu bizi memnuniyetsizliğin doğurabileceği olumlu bir sonuca, örneğin kendimizi geliştirmek için çabalamaya değil, atalete itiyor. Hayranı olduğumuz kişideki o güneş gözlüğüne, o saate, o ayakkabıya sahip olabilirsek asla dolmayacak bir boşluğu oturduğumuz yerden doldurabileceğimizi umuyoruz.
Lafı biraz uzattım. Halil’e dönecek olursam; o bu denge oyununda kendi hâlinden fazlasıyla memnun ve tembelliğe yatkın biri gibi geliyor bana. Yükselme hırsıyla çevresine zarar veren biri değil belki ama çevresindekilere ve kendi hayatına karşı duyarsızlığı, başka bir tür kötülük üretiyor. Kendimde ve çoğu erkekte de gördüğüm bir sorun bu ne yazık ki. Bulduğu çözüm ise -dediğin gibi- yüzleşmeden ve değişimden ziyade bundan kaçmak oluyor.
Ölü Mevsim; mültecilik, aile içi taciz, akraba evliliği, toplumsal baskı gibi pek çok derin ve hassas konuyu hikâyesine ekliyor. Bu tür çok boyutlu meseleleri işleyen bir hikâyede sizi zorlayan kısımlar oldu mu?
Funda Eryiğit: Hayır, olmadı. Maalesef gerçek hayattan fazlaca randımanlıyız bu tip zorluklara. Nereye dönsek bu tip haberler var karşımızda, hatta daha ağırlarına tanık oluyoruz. Önümüzdeki bir saatte başımıza ne geleceği bile belli değil. Kötü duyuluyor biliyorum ama insan neye sıklıkla maruz kalırsa ona alışıyor.
Erdem Şenocak: Oyunculuk yaparken aynı zamanda bir nevi dramaturji çalışması da yürütüyorsunuz. Bu da hikâyedeki odak noktanızı sık sık değiştirmenizi gerektiriyor. Bazen bütün karakterleri ve onların hikâyelerini yukarıdan bir bakışla değerlendirmeniz, bazen de sadece o sahnede karakterinizin ne yaptığına odaklanmanız gerekiyor. Ben de film boyunca bu dengeyi kurmaya uğraştım. Özellikle Halil’in farklı zamanlarda, farklı mekânlarda, farklı karakterlere yönelik neredeyse birbirine tamamen zıt davranışlarının kafamı karıştırdığı anlarda karaktere dair o sahnedeki yönelimlerimi takip etmeye çalıştım. Karakter hakkındaki kanının, tüm bu sahneleri art arda izleyen seyircilerin kafasında oluşacağını umdum.