Bir sonik teröristin portresi: Peter Brötzmann (1941-2023)

Yazı: Berk Sayan - Fotoğraf: Laurent Orseau

Özgür doğaçlama adına çığır açıcı işler yapan Alman müzisyen Peter Brötzmann, geçtiğimiz günlerde bildiğimiz dünya ile irtibatını kesti. 82 yaşındaki sanatçı Almanya’nın Wuppertal kentindeki evinde uykusundayken huzurlu bir biçimde öldü. Ardında koca bir külliyat bırakan Brötzmann’ın birçok müzisyeni etkileyen ve derin bir yarılmaya sebep olan stilinin ortaya nasıl çıktığını, nelerden etkilenerek geliştiğini incelemek ona atfedilen misyon ve kimliği anlamlandırmak adına çok yararlı. Yarattığı etki alanının yalın bir biçimde müzik üzerine düşünmekten öte toplumsal olaylara karşı ifade biçimleri geliştirmiş olmasıyla alakalı olduğu hemen fark ediliyor. Brötzmann’ın gürültüsü öylesine ortaya çıkmış bir gürültü değil. Müziğin anlamı üzerine düşünerek geliştirilmiş bir sanat felsefesi olmaktan daha fazlasını barındırıyor içinde ve bu sayede bir kurgu eser olmanın çok ötesine geçiyor. Tasarlanmış, kurgulanmış, hesaplı kitaplı bir şey değil gürültüye meyili. Gerçekten sert bir dönemde, sıkışmışlığın arasından yükselen bir yardım çağrısı saksafonundan duyduklarımız; rengârenk patlayan bir işaret fişeği, özgürce dalgalanan bir isyan bayrağı…

Peter Brötzmann, üniversite yıllarında resim eğitimi alan ve grafikle epey ilgilenen (albüm kapaklarını da kendisi tasarlardı) bir gençken müzikle de hep ilgiliymiş. Zaman içerisinde geliştirdiği ilişkilerin de etkisiyle müzik asıl uğraşı hâline dönüşmüş. Saksafon çalmayı kendi kendine öğrenmiş, tüm üflemeli aletleri de çalabilen becerikli birisi. Müziğe başladığı ilk zamanlarda John Cage’in bakış açısına eğilimi olmuş, ancak onu asıl etkileyen 1960’ların Fluxus akımı. Fluxus akımının da zaten Cage’in anlam dünyamıza kattığı fikirlerden epey beslendiği biliniyor. John Cage’in katmanlı fikirlerini buraya sığdırmak mümkün değil ancak “Yaptığımız her şey müziktir” diyerek sanat kavramının çerçevesini bir hayli genişlettiğini, bariyerleri kaldırdığını söylemek mümkün. Onun bu bakış açısının da etkili olduğu Fluxus hareketi mimariden müziğe kadar birçok farklı disiplinde yeni bir sanat dilinin inşasını sağlamış, kavramsal sanat denen şeyi ortaya çıkarmış, bir anlamda neo-dadaizm olarak adlandırılabilecek bir akım. Bu hareket durup dururken ortaya çıkmadı tabii ki, Dadaizm nasıl Birinci Dünya Savaşı’nın boğucu atmosferine bir tepki olarak ortaya çıktıysa, Fluxus akımı da İkinci Dünya Savaşı’nın altüst ettiği duygu durumlarının yansımasını içeriyor. Brötzmann da içinden geldiğini söyleyebileceğimiz bu akımın diğer unsurları gibi tüm yaşananların, karşı karşıya kalınan toplumsal travmaların derin izlerini taşıyor müziğinde. Bu sebeple onun gürültüsü ve dönemin kavramsal sanatı, günümüzün hikâyesi üstüne yazılan “konsept” işlerine pek benzemiyor. Bardakta süzülen bir Sandoz tableti gibi hızla eriyip gitmiyor, bir tüketim nesnesine dönüşme tehlikesini şimdilerde karşılaştığımızdan çok daha hafif bir dozda yaşıyor. Bugün yaşadığımız anlam kaybı da dönemin sanatına atfettiğim sahicilik de tesadüfi değil. Özellikle 2000’ler sonrası daha da hızlanarak bireyselleşen dünyamızla alakalı. Toplumsal olanın, toplumsal gerçeklerden beslenenin kalıcı ve etkileyici olmasıyla alakalı. Bugün de travmalar birbiri ardına yaşanıyor dünyamızda, bundan yana bir eksiğimiz yok. Mültecilerin Akdeniz’in ortasında tüm medeniyetin gözleri önünde yaşadıklarına, Ukrayna’daki vekalet savaşına, Amerika’da Siyahların karşı karşıya kaldığı ayrımcılığa ve polis şiddetine, ülkemizde başta Kürtlere, LGBTİ+’lara ve kadınlara yönelik olmak üzere artan devlet baskısına karşı duyarlı olmak yeterli aslında isyanın fitilini ateşlemek için. Ama donuk bir biçimde seyretmeyi ya da kafa çevirmeyi tercih ediyoruz. Yaşadıklarımız “sağlıklı” ifade biçimlerine dönüşmüyor, aile içi şiddetin, kronik depresyonun, mutsuz ve karamsar toplumların tohumunu ekiyor.

Peter Brötzmann ve müziği tam bu anların, bu zamanların müziği. En sıkıştığımız yerde avaz avaz bir çığlık niteliğinde. Onun erken yıllarını kronolojik olarak takip edelim. İkinci Dünya Savaşı’nda geçmiş bir çocukluk, sonra Kore Savaşı’na tanık olunan bir gençlik, ardından Amerika Birleşik Devletleri’nin Küba müdahalesi ve ertesinde Vietnam’da yaşanan “vekalet savaşı”. Öğrenci ayaklanmalarının kentleri ateşe verdiği bir dönemde gürültü çıkardığını, Baader Meinhof eylemleri sürerken Avrupa’daki yoğun polis baskısının altında ürettiğini söylüyor zaten Peter Brötzmann. Hatta geçmiş yıllarda verdiği bir röportajda İngiliz cazını bu ilişkinin eksikliği sebebiyle yavan ve ruhsuz olmakla itham ediyor, “Çünkü onların başı bizimki kadar belada değildi” diyor. Dünyanın hâli kadar gözlerinin önünde olup bitenle, kentinde o an yaşananlarla da çok ilişkili stili. Kargaşanın, yüksek sesli sloganların ve başkaldırının müziği. İlk albümü For Adolphe Sax yayımlandıktan hemen bir sene sonra 1968 Mayıs ayaklanması gerçekleşiyor. Brötzmann o yıl özgür doğaçlama adına o güne dek Avrupa’dan çıkan en çarpıcı işi yayımlıyor, albüm Don Cherry’nin ona taktığı Machine Gun lakabından alıyor adını. İsminin hakkını veren tansiyonu yüksek bir albüm bu, Brötzmann’ın bir sonik terörist* olarak ilk ve en etkili saldırısı olarak adlandırabiliriz Machine Gun albümünü. Bu albümün başkaldırısı aynı zamanda Fluxus akımının Batı’ya has “eser” fetişine yönelttiği saldırının da devamı niteliğinde. 8 kişilik kalabalık bir orkestrayla kaydedilen albümde Evan Parker (tenor saksafon), Han Bennink (davul), Peter Kowald (bas) ve Sven-Åke Johansson (davul) gibi sık temas ettiği isimler var. Takiben yayımladığı Nipples’da ise kadroda bir iki değişiklik gerçekleşiyor, mesela gitarist Derek Bailey de ekibe dâhil oluyor. Kreşendo yarışına dönen bu iki albüme bakınca Brötzmann ve çevresindekilerinin yarattığı gürültünün başıboş bir rastlantısallık sonucunda çıkmadığını anlıyorsunuz, ne kadar özgür olursa olsun sonunda ortaya bir kompozisyon çıkıyor. Soyut bir resim yaparcasına müzik yapıyorlar ve sonunda gelişigüzel olmaktan uzakta bir yere varılıyor. 

Peter Brötzmann, kolektif üretim anlayışını özümsemiş birisi. İlk albümlerini Avrupa’nın farklı ülkelerinden müzisyenlerin katılımıyla kaydetmişti ve müzik yaşamının devamında da işler hep öyle akıp gidiyor. Kariyerinin ilerleyen yıllarında Don Cherry’den Joe McPhee’ye, Ginger Baker’dan Keiji Haino’ya birçok farklı isimle ortaklaşa çalıştı. Müzikte sesler arası hiyerarşisizliği savunduğu gibi icrada da müzisyenler arası hiyerarşi göz etmedi, irili ufaklı orkestralar ve genç müzisyenlerle yan yana geldi. Türkiye’den özgür doğaçlama topluluğu konstruKt, Amerikalı rock grubu Oxbow, Portekiz’den psikedelik rock ekibi Black Bombaim gibilerle aynı sahneyi paylaşmaktan ve albüm kaydetmekten geri durmadı. Kurucusu olduğu plak şirketi FMP (Free Music Production), kendisine ve çevresindeki müzisyenlere özgürce çalma ve kaydetme imkânı tanıdı. Han Bennink’in kurduğu Instant Composers Pool’a dâhil oldu, onlarla kayıtlar yaptı. Birçok farklı projede yer aldı, grupta çaldı. Globe Unity Orchestra, Last Exit, Die Like a Dog, Full Blast, Chicago Tentet ve dahası… Özgürce sesini duyurabileceği her yerde bulundu, ilerleyen yaşına rağmen turlamaktan, kaydetmeye devam etmekten asla vazgeçmedi. Azılı bir sonik terörist olarak rahatsız etmeye ve müziğiyle soru işaretleri yaratmaya devam etti. 

William Parker & Peter Brötzmann
Fotoğraf: Dawid Laskowski

Onun ve ekolünün etkisi bugün hâlihazırda John Zorn’dan Korhan Futacı’ya dünyanın dört bir yanındaki müzisyen ve sanatçıların eserlerinde farklı biçimlerde kendini gösteriyor, bu etkinin kolay kolay bitmeyeceği aşikâr. Onu tanıyan ve kendisiyle çalan herkes mütevazı ve sevgi dolu biri olduğundan bahsediyor. Ölümünün üzerine The Wire’a görüşünü bildirenlerden William Parker, doğaya, şiire, ağaçlara, hayatın güzelliğini gösteren her şeye karşı ne kadar ilgili olduğundan söz etmiş, Heather Leigh birlikte turlarken buna çok benzer şeyler gözlemlediğini söylemiş. Dünyamıza karşı duyduğu bu derin sevgiye rağmen gözlerinin önünde akıp geçen yaşam onu oldukça rahatsız etmiş ama hep. Yıllarını adadığı alkoliklik mesaisi (gut teşhisi konmasıyla içkiyi bırakıyor) ve sınırları zorlayan müzikal yaşamı bunun göstergesi. Müziğe olan tutkusu ve tütünle olan ilişkisi onu dik yokuşları tırmanamaz, merdivenleri çıkamaz hâle getirmiş son yıllarda. Ciğerlerinin sağlığını kötü yönde etkileyecek kadar şiştiği teşhis edilmiş, bu tip bir sağlık problemi cam üfleyecilerinde görülüyormuş genelde. Anlayacağınız onun sınırları zorlama arzusu otopsi raporlarına bile yansıyacak türden. Dünyada güzelliği hâkim kılabilmek hayali peşinde kendini ve müziği paramparça eden bir tutku bu.


*Başlıkta da geçen “sonik terörist” tabiri Şevket Akıncı’nın Öteki Caz kitabından alınmıştır.