Sabırlar zorlanıyor: Severance 2. sezon 8. bölüm
Hazırlayan: Meltem Demiraran, Utkan Çınar
“Çocuk, beni test etme!”
17 Ocak’ta start alan ikinci Severance sezonunu hafta hafta kurcalamaya devam ediyoruz. Önceki bölümle ilgili yorumlarımızı okumadıysanız, buraya bir uğramak isteyebilirsiniz.
Dizinin son bölümü “Sweet Vitriol”u henüz izlememiş olanlar için de büyük harflerle SÜRPRİZ BOZAN yani SPOILER uyarısı da yapalım.

Meltem Demiraran: Direkt konuya girebiliriz. Ben bu kadar Cobel odaklı bir bölüm beklemiyordum, üstelik bence sezonun en sıkıcı bölümü.
Utkan Çınar: Katılıyorum. Farklı sinematografi ve mekân denemeleri hoşuma gidiyor ama bir bölümü dolduracak kadar içerik yoktu. 10 bölümlük bir sezonda böyle bir bölüm harcamak büyük hata. Üstelik 37 dakika içinde uzun bakışmalar, gereksiz sahneler vardı.
Meltem: Naftalin kokusunu aldın mı? Ben aldım.
Utkan: Aynen, ağır, yavaş, kendini fazla ciddiye almış bir bölüm. Patricia Arquette’i övüp durduk ama bu bölümde sönüktü, ne bileyim zorlamaydı.
Meltem: Çünkü bence Arquette bile oynadığı şeyden memnun değil! “Outdoor Retreat” bölümünde de benzer şeyleri söylemiştik. Yine aynısını söyleyeceğim: Bu bölümde hiçbir şey açığa çıkmadı. Zaten biz Gemma’nın bir flash bellek olduğunu sezon başından beri biliyoruz. Cobel’in her şeyi kontrol ettiğini de biliyoruz. Yeni bir şey öğrenmedik! Sadece “Aman da Salt’s Neck’e gittik, bir eter meselesi çıktı” diye sunuluyor.
Utkan: Evet, herkesin bir dramatik geriye bakışı, hikâyesi var. Şehir de garip. Kafe sahnesi bir western gibi başladı, sonra bir anda Nordic Noir oldu. Justified’dan, Kelly Reichardt filmlerinden bildiğimiz James LeGros güzel bir seçim ama sinematografi zayıftı. Hatta gotik korku denemesi bile yapmışlar ama çok kör göze parmak olmuş, gerçekçilikle çakışıyor gibiydi.
Meltem: Ateşin önünde itişmeler, kâğıtları çekiştirmeler…
Utkan: Üstüne de iki saat boyunca bakışmalar, konuşmalar. Biraz daha aksiyona ihtiyaç var. Bazı sahneler gereksiz uzuyor. Mesela anahtar arama sahnesi… Cidden gerek var mıydı? Kapıyı kır gir işte. Ama şu oksijen sahnesi fena değildi. Müzikle bağlamaları hoş olmuş.
Meltem: “Birisi geliyor” diye biri sesleniyor…
Utkan: Çok yapay duruyordu.
Meltem: Devon ve Mark’ın Cobel’i aradığını bu şekilde öğrenmek de hoşuma gitmedi.
Utkan: Bu bölümü zaten yarıda kesebilirlerdi. Eğer önümüzdeki bölüm Cobel’in onların yanına gitmesiyle devam edecekse, bu bölümü 20 dakikada toparlayıp o aksiyonu başlatabilirlerdi. Bölüm biraz tembellik hissi veriyor.
Meltem: Kısa bir bölüm olmasına rağmen çok uzun hissettirdi.
Utkan: 37 dakika işte. Ama bana da uzun geldi. İkinci kez izlerken baktım. Daha iyi sinematografi ile, daha film gibi yapsalar izlerim ama… Bu biraz 2010’larda popüler olan Amerikan çorak topraklarında geçen bağımsız filmler gibi. No Country for Old Men tarzı, Winter’s Bone gibi. Küçük kasabalar, geniş açık alanlar, sessiz karakterler… Ama işçilik konusunda eksiklik var. Bir de burada herhangi bir dizayn işine de giremiyorlar. Dağ, taş, ev, dere, tepe… Önceki bölümlerde mekânsal geçişler vardı, bir yere giriyorduk, çıkıyorduk. Burada hep aynı atmosfer. Bir yandan iyi, bir yandan kötü. Kafam karıştı. “İçeride mi olmak istiyoruz, dışarıda mı?”
Meltem: Sanki kendi yaptıkları planlara sıkıştırdılar hikâyeyi ve açamıyorlar gibi. “İçeride mi olalım, dışarıda mı?” diye sürekli bir hesap yapıyorlar ve bu da çok suni hissettiriyor. Bu tempo problemini çözmeleri lazım artık.
Utkan: Evet, çünkü dizi konu odaklı olmaktan karakter odaklı olmaya geçti ama dengesini bulamıyor. Konu çok güçlü, bunu işleyebilmeleri lazım.
Meltem: Bu iş böyle sekiz sezon da sürse bitmez.
Utkan: Kesinlikle! Bu arada bölüm Newfoundland’da çekilmiş, Kanada’nın kuzeydoğusunda bir ada. Başta “North Pine” lafı geçiyor ama o da batıda, British Columbia’da. Kanada’dayız sonuçta ama hikâyeye bir katkısı var mı? Bilmiyoruz. Sezon finalinde her şeyi bağlayıp, gelecek sezonda bu geri dönüşleri bir yana bırakıp ileriye bakan bir hikâye yaratmalılar. Aksi takdirde patinaja devam ederiz.
Meltem: Öyle olursa ben bırakırım sanırım.
Utkan: Ben bırakmam sanırım. Çok yatırım yaptım artık. İlişki gibi, evlilik gibi bir şey oldu!
Meltem: Ayrılamıyor…
Utkan: Ayrılamıyoruz. Çok mesai harcadık.

Meltem: Ha bir de Huang’ın gizemi de çözüldü gibi oldu. Sezon boyunca “çocuk işçi” meselesi dolaşıp durdu. Cobel’in de sekiz yaşında çalışmaya başladığını öğrendik. Teyze de tam kraldan çok kralcı çıktı bu arada.
Utkan: O tam bir tarikat müridiydi değil mi?
Meltem: Net Kier’in müridi! Cobel’e dönersek… Tek bir kişinin bu kadar bilgiye sahip olması tehlikeli. Eğer o bilgiyle bunları yaptıysa, Mark ve Devon’a neler yapmaz? Cobel bu kadar takip ediliyorsa neden daha fazla müdahale edilmedi? Ya da neden Mark daha az izleniyor? Hikâyedeki mantık boşlukları giderek büyüyor diye korkuyorum.
Utkan: Bununla ilgili bir podcast dinledim. Ben Stiller ve Adam Scott, seyirci sorularına cevap veriyordu. Lumon çok güçlü bir şirket olarak tasvir ediliyor ama büyüklükleri nedeniyle bazı şeyleri gözden kaçırabiliyorlar. Bu yüzden hatalar yapıyorlar. Büyük şirketler her zaman mükemmel olmaz diye düşündüklerini söylediler.
Meltem: Kayıp bir durumdayım, yalan yok.
Utkan: Bu da heyecan verici aslında. Biraz bir şeyler daha öğrendik, değil mi? Ben kafamda bir çerçeve çizdim. Şirket başta bir biyokimya firması gibi. Sonrasında bir nevi “Big Pharma”ya dönüşüyor. Önce eter üretimiyle başladılar. Amerika’da da çok görülen bir fenomen bu, biliyorsun. Fabrikaların yarattığı şehirler… Sonra fabrikalar mesela Çin’e taşınınca o şehirler hayalet kasabalara döndü. Detroit mesela, otomotiv sektörünün başkentiydi, sonra büyük değişim geçirmişti.
Meltem: Cobel, 8 yaşında eter fabrikasında çalışmaya başlamış. Yaşını düşününce şirketin en az 50 yıllık olduğunu söyleyebiliriz. Severance prosedürü başladığından beri 12 yıl oldu dendi ama bu belki 20 de olabilir.
Utkan: Severance tamamen Cobel’e ait, değil mi?
Meltem: Evet.
Utkan: Yani, Cobel’in iyi biri olduğu söylenemez.
Meltem: Kesinlikle. Biraz Darth Vader gibi… Şimdi isyan bayrağını mı çekecek? Çünkü hayatını adadığı şey elinden alındı. Ama yaptığı şey de iyi bir şey değil ki Mark ve Devon da kucağına düştü şimdi. Bakalım ne yapacak?
Utkan: Helena’nın tehditkâr tavrı yüzünden mi böyle oldu acaba? Yöneticilerden biri olsaydı daha fazla saygı görür müydü?
Meltem: Helena kim abi? Nasıl biri? Ne izler? Ne yer ve ne içer? Cobel ve Mark hakkında ne düşünüyor? Şirketle ilgili motivasyonu ne? Ne kadarını biliyor? Vakit var mı bunları açıklayacak ya?
Utkan: Şu sekiz bölümlük kesitte en az iki bölüm daha çıkarırdım ben edit odasında. Ama işte sinemacılıklarıyla biraz fazla böbürleniyorlar. Kendilerini aşırı ciddiye alıyorlar dedim ya, tam öyle bir durum. Biraz sert bir yorum olacak ama şu âna kadar yaşadığımız sıkıntıları çözmek bir yana, üstüne gaz dökmüşler gibi. Beğenmediğimiz taraflarını daha da yükseltmişler. Temposu en büyük problemi.
Meltem: Kesinlikle! Teknik olarak da öyle uçup kaçan bir şey yok. Hadi ileride büyük sahneler göstereceksiniz diyelim, gösterin o zaman! 65 dakika yap ama tempolu olsun. Çok dolgu sahne var.

Utkan: Mesela sen az önce dedin ya “Helena evde ne yapıyor” diye. Tamam, gösterilsin ama her bölüm bir backstory izlemeye başlarsak ne olacak? Gemma’nın gençliği, Cobel’in geçmişi, Irving’in eski günleri derken, dizinin yarısı flashback’e dönüşüyor. O da kolay bir çözüm.
Meltem: Bana öyle geliyor ki herkesin yaptığını yapmamak adına olayı ekstra soslandırıyorlar. Ama gerek yok! Aynı bölümde paralel anlatımla Mark’ı, Devon’ı, Helena’yı, Dylan’ı hepsini aynı anda gösterebilirsin.
Utkan: Ama bunu yaptıkları zaman da montaj sıkıntılı oluyor. Kurguda da yer yer sıkıntı yaşanıyor. İkinci bölümdü galiba, orada baya problemli geçişler vardı. Bir yandan da yalan yok, hâlâ finali büyük bir heyecanla bekliyorum. Konu çok sağlam olduğu için ne olacağını merak ediyorsun. Ama bölümler arasında denge lazım!
Meltem: Sekiz bölüm oldu ben hâlâ “climax”i bekliyorum.
Utkan: Evet, bu durum da sanki final öncesindeki bölümlerin değerini düşürüyor gibi hissediyorum.
Meltem: Dokuzuncu ve onuncu bölümün puanı çok yüksek, merakla bekliyorum o yüzden. İyi bir finalle toplayabilirler.
Utkan: İlk sezonun final sahnesi çok çarpıcıydı. Mark’ın “She’s alive!” diye bağırdığı an, efsaneydi. O yüzden bu sezon da öyle bir şey yapmalı. Üçüncü sezon için yazım süreci başladı diyorlardı, büyük ihtimalle onayı almışlardır.
Meltem: Kesinlikle, izleyiciyi de diri tutmaları lazım. Üçüncü sezonun geleceğine dair net bir açıklama da iyi gider. Yoksa fazla uzayan boşluklarla insanların ilgisini kaybederler. Bir de son birkaç bölümdür müzik seçimleri yine çok iyi. Başta temayı da yadırgıyorduk ama alıştık artık.
Utkan: The Cult’la bitirdiler ya… Eski parçalarla nostaljik hava katmaları hoşuma gidiyor. Müzik seçimleri konusunda itiraz edemem!