Yeterince gizem yok muydu?: Severance 2. sezon 4. bölüm
Hazırlayan: Meltem Demiraran, Utkan Çınar
“Kier’in merhameti sonsuz karanlıkta peşinde olsun.”
17 Ocak’ta start alan ikinci Severance sezonunu hafta hafta kurcalamaya devam ediyoruz. Önceki bölümle ilgili yorumlarımızı okumadıysanız, buraya bir uğramak isteyebilirsiniz.
Dizinin son bölümü “Woe’s Hollow”u henüz izlememiş olanlar için de büyük harflerle SÜRPRİZ BOZAN yani SPOILER uyarısı da yapalım.

Utkan Çınar: İlk sorum şu; hiç ateşte marshmallow yedin mi? Ben hiç yemedim.
Meltem Demiraran: Yedim evet. Çok abartıldığı kadar lezzetli değil bence. Şekeri eritirsin de karamel olur ya, onun daha akışkan ve yanık kokulu versiyonu.
Utkan: Bizim ekibe de yar olmadı.
Meltem: Helena kötü bir şey yaptı ve Milchick onun marsmallowlarını ateşe döktü. Ne yaşıyoruz biz?
Utkan: Ben ilk olarak genel bir görüşümü söyleyeceğim. Bölümlerin birbirinden kopuk kopuk devam etmeleri biraz canımı sıkıyor. Geçen hafta çok kritik bir cliffhanger’da bırakmışken şimdi tamamen alakasız, kendi başına bir bölümle karşı karşıya kaldık. Dışarıda bir bölüm olacakmış diye konuşuyorduk, bu oydu sanırım. Ne kadar “dışarıda” o da tartışılır tabi. İlk iki bölüm arasında da öyle olmuştu. Bu bir stildir deyip geçebiliriz de. Sanki tüm bölümleri çekip zar atarak sıralamasına karar vermişler, lineer bir anlatım düşünmemişler. Çok yanında durduğum bir tavır olmadı açıkçası.
Meltem: Benim de hoşuma gitmeyen benzer bir durum var. Mesela ikinci bölümde bir şey ortaya çıkıyor, onu konuşuyoruz. Araya bir sürü başka şey giriyor; sonra birden tak diye çözülüyor. Bir yükselme hâli yok, ben yükseldiğimizi anlayamıyorum.
Utkan: 10 bölüme böyle bir hikâyeyi de oturtmak çok da kolay değil tabii. Tamam, Severance da böyle deyip kabul edeceğiz, yapacak bir şey yok… Bölüm genelinde havasıyla bir derdim yok. Enteresandı, güzeldi. İyi çekilmiş yine. Ben Stiller yönetmeni. Müzikler yine yoğundu ama biraz daha farklıydı. Görsel olarak fazla uyaranın olmadığı bir atmosferde iyi destek olduğunu düşünüyorum. Zaten sevdiğim bir oyuncu olan John Turturro’nun Irving’inin ön planda olması, oyunculuğunu gösterme şansı bulması da güzel oldu. Ama en önemli nokta herhâlde, daha öncede işkillendiğimiz gibi Helena’nın “outie” kimliğiyle içeride takıldığını öğrenmemiz oldu.
Meltem: Glasgow işi değil mi? Adı neden Glasgow bilmiyorum. Beyaz yaka dünyasında en basit eyleme bile bir isim veriliyor. Mesela “shadowing”, “parallel batching”; her şeyin terimleştirilmesi, ne olduğu tam bilinmeden bu terimlerin ortalıkta dolaşması, kocaman bir alanda bir hücrede çalışma… Tüm bunlar ince düşünülmüş. Benim için de Milchick sürekli gözümde iğrençleşiyor. Sürekli bir problem var. Hiçbir şeyi öngöremiyor, başa çıkma biçimleri çok acayip. Mark’ın süzüklüğü, bunu anlamamış olması da garip. Irving de laf soktu ya ona “outie’nin eşi bir yerlerde çürürken” diye…
Utkan: Goo-goo eyes! Helena’nın Mark’a bu kadar yakınlaşacak kadar onunla ilgilenmesinin arkasındaki ajandayı merak etmekteyim hâlen.
Meltem: Kesin bir ajandası var ama ne olursa olsun sağlam bir taciz.
Utkan: Helena baya bir şeytanlaşmaya doğru gidiyor. Bir de sence bu gittikleri orman gerçek bir yer mi?
Meltem: Bence gerçek. Eagan’lara ait kapalı bir arazi olabilir.
Utkan: Asansör dışı bir ortamda uyandırıldılar ilk defa.
Meltem: Bu Severance çipini istedikleri zaman açıp kapatabildiklerini öğrendik de Irving’i kaybettik mi peki şimdi?
Utkan: Biz önceki haftalarda dizideki esas motivasyonun Mark’ın ölmediği eşini bulması olduğunu konuşuyorduk. Hatta Walken-Turturro aşkı gibi çok lüks bir yan hikâyeye sahip olduğundan bahsediyorduk. Şu an ana hikâyeyi oldukça etkileyen bir konuma geldi. Helena ile kamp ateşi başındaki restleşmesi. Birbirlerine karşı zalimlikleri. Bu “Lumon’a karşı dört kafadar kahraman” klişesinden çıkmamızı da sağlıyor. Bunu seviyorum. Psikolojik korku alanına giriyorlar böylece. Irving’in rüyası da 2000’lerden kalma bir korku filmi gibiydi.
Meltem: İlk bölümden sonra konuştuğumuz birçok konu da çözüldü. Irving’in içindeki ateşi gördük, Helena’nın Helly olmadığını öğrendik. Dylan şu anda seçimlerini merak ettiğim karakter. Bir de tabi Mark’ın reentegrasyonlu olup olmadığını konusu var.
Utkan: O konuyla ilgili bir tek Helena ile aşna fişne sahnesinde bir ipucu oldu: Bir anlığına onun yüzünde eşini görmesi. Onu dijital efektle yaptıkları için sanki reentegrasyona göndermeydi gibi düşünebiliriz. Başta söylediğim şey ile ilgili sorun bu işte. Geçen haftanın finalinden sonra böyle “bağımsız” bir bölüm kafa karışıtırıcı olabiliyor. Zaten yeterince gizemin içerisindeyiz.

Meltem: Irving de mesela geçen hafta o “yükleme alanı”yla ilgili bir şey öğrenmişken şimdi ortadan kayboldu. Mark’ın durumu? Fazla hızlı gidiyoruz, aniden çözümler oluyor. Bazen tat kaçırıyor.
Utkan: Bunlar eleştiri evet ama bir yandan da seyrettiriyor kendisini!
Meltem: Merak ediyorsun çünkü.
Utkan: Hem prodüksiyon tasarımı (o çadırlar, meşaleler) hem de oyunculuklar çok üst kalitede. Böyle bir projede bir miscast bile büyük sıkıntı olabilecekken, Severance’da bu problem yok. Üç yıllık uzun bir aradan sonra karakterleri hemen tekrar kabullenebildik. Bu arada son bir haber de üçüncü sezonun gayet pozitif gözüktüğü. Tabii her şey rüya falan çıkarsa sonunda kızacağım! Eagan’ın kafasında dönüyormuş her şey vs gibi.
Meltem: O ikiz olayına ne diyorsun?
Utkan: Senin daha önce bahsettiğin “tarikat” noktasına uygun buldum. Biraz scientology gibi. Masalvari, mitolojik hikâyeler. İnanılmaz bir zenginlik ve soyluluktan bahsediyoruz. Gerçek dünyaya açılmadan tam anlayamayacağız sanırım. Dini bir sembolizm de olabilir. Cain and Abel hikâyesi? Çok da iyi bildiğim konular değil açıkçası. Başlarda daha çok şimdinin über teknoloji zenginleri gibi düşünüyordum Kier’i ama şu an daha dini bir noktada gibi hissediliyor.
Meltem: “Fiziksel olarak çok içerdeyiz, darlıyor” demiştik. Burada fiziksel olarak dışarı çıktık ama yine içerideydik. Bölümde kamp alanını bulmaları için kendilerine yol gösteren kişilerin kendilerine benzeyen kişiler olması da biraz sanki fan teorileri arasında yer alan klon muhabbetine şöyle küçük bir taş atmayı mı amaçladı diye düşündürdü bu arada.
Utkan: Klostrofobik bir bölümdü. Gerçek bir doğa, gerçek bir “dışarısı” gibi gelmedi. Şimdi Irving tamamen denklemden çıktıysa acaba ilk iki bölümde bahsi geçen “yeni çalışanlar”dan biri mi buraya eklenecek? Irving yükselen bir karakterdi. Ama hâlâ tabii en kilit ismin Helena olduğunu düşünüyorum.
Meltem: Irving’in başına bunların geleceğini, işin sonunun böyle olacağını hesap etmemiş olması da enteresan.
Utkan: Çok öfkeli. Aşk acısıyla, sevdiği insanı bir daha görememe hapishanesine düşmenin acısıyla çok fevri davranıyor. Grupla aynı noktada değil artık.
Meltem: Hepsi öyle.
Utkan: Bir güzel yer de Milchick’in oradaki şelaleyi “dünyanın en büyük şelalesi” olarak tanıtmasıydı. Şirketin “severed” çalışanlarını ne kadar cahil, nasıl çocuk gibi gördüğünü hatırlatması açısından güzel ayrıntı.
Meltem: Aynen. Kamp yapıyoruz, marshmallow yiyoruz…

Utkan: Sonraki bölümde ilk olarak neyi öğrenmek isterdin?
Meltem: Mark’ı. Reentegrasyonun nasıl sonuçlandığını. Sen?
Utkan: Lumon şirketinin “gerçek dünyadaki” algısının ne olduğunu öğrenmek isterdim herhalde. Yaşadıkları zamanı, mekânı keşke öğrenebilsek. Şirketi daha çok tanımak istiyorum. Onu bilerek izlersem karakterlerin neyle karşı karşıya olduğu tartabilmek için.
Meltem: Yakın zamanda dışarıya dair çok bilgi edinebileceğimizi sanmıyorum.
Utkan: Helena’yı oynayan Britt Lower’ın da bu sezon oyunculuğunu yükselttiğini ve ödül sezonunda bu diziden adını duyurabilecek kişi olduğunu düşünüyorum.
Meltem: Ben onu Man Seeking Woman’da izlemiştim. Absürt bir komediydi. Baş karakterin kız kardeşini oynuyordu. Orada da yan karakter gibi başlayıp, kendine ait bölümleri olan birine dönüşmüştü. Epey keyif alıyordum orada da Britt Lower’ı izlemekten.
Utkan: Stiller’ın kritik anlarda bolca close-up kullanması, yüzlere yaklaşması sayesinde Lower’ın da başarılı mimiklerini görebiliyoruz. Bu tarz bir işte çok da beklemezsin. Ayrıca dizi de daha sert, daha gergin oldukça yükseliyor. Arada mizahi soslu macera filmine kayıyor. O gerilimi aldığımızda havasını buluyor kanımca.