Maskülinite, ego ve yanılsamaya dair bir masal: Smoke

Yazı: Meltem Demiraran

Dennis Lehane ve Taron Egerton ikilisi, Black Bird’ün ardından bu kez ateşi konuşturan bir suç hikâyesiyle geri dönüyor. Apple TV+ yapımı Smoke, ilk iki bölümde sadece yangınları değil; erkekliğe dair bütün o yanmış duvar kâğıtlarını da gözümüzün önüne seriyor.

*Bu yazı henüz Smoke dizisini izlememiş olanlar için bazı sürprizleri bozabilir.


Zaman dilimi ve mekân 

Haritanın kenarına kurşun kalemle eklenmiş gibi duran Umberland adında, Seattle ile Twin Peaks arasında sıkışmış hayali bir şehirde: sisli, rutubetli ve kıvılcımlara gebe bir atmosferdeyiz. Zaman ise şimdi gibi ama değil. Dizinin çağdaş estetiği içinde geçen anlatı, teknolojisiyle güncel ama ruh olarak 80’lerden fırlamış bir suç romanı gibi. Gerçek bir tarih yok, zaten takvimde bu kadar çok yangın olan bir dönem varsa büyük ihtimalle “Yandı, bitti, kül oldu!” noktasındayızdır. 

Konu nedir?

Smoke, iki adamın yangınla ilişkisi üzerine kurulu ama bizi asıl yakan kibritlerden ziyade karakterlerin egosu. Biri süt bidonuna benzin koyup ev tutuşturuyor. Diğeri ise kundakçı uzmanı kisvesi altında ortalığı karıştırıyor. Bir polisiye gibi başlayıp yavaş yavaş psikolojik bir sirke dönüşüyor ortam. Kimi zaman Hitchcock’a selam çakıyor, kimi zaman Dan Brown’ın cehennem kapısında bekliyor. Alt metin? Çok. Erkeklik krizi, çocukluk travmaları, kahraman fantezileri ve bana kalırsa, “Yazdığım kitap niye karımın hoşuna gitmedi?” sorusuna verilen en patolojik yanıt olabilir bu dizi.

İzlemeden önce bilmemiz gerekenler

Malumunuz yangın kolay çıkar ama kontrol etmek marifet ister. Smoke da tam olarak böyle bir dizi: İlkin çakmağı çakıp sonra alevleri izlerken “Bu ne ara büyüdü bu kadar?” diyorsunuz. Dizi, Dennis Lehane’in önceki işi Black Bird kadar klas değil ama ondan çok daha çılgın diyebiliriz. Ayrıca patlamaya hazır bir şeyler var ama bu sefer suçlu patates cipsi rafı olabilir. Evet, gerçekten.

İzlemeden önce şunu da akılda tutmak gerek: Bu bir suç dizisi olmasının yanı sıra yangının içine aynayla bakmak gibi bir şey. İçinde kendinizi görebilirsiniz. Korkmayın. Ama çok da yaklaşmayın tabii.

İlk intiba?

Eski bir itfaiyeci ve şimdinin kundakçı avcısı Dave Gudsen (Taron Egerton), ateşi neredeyse bir dini vecizeyle anlatıyor denebilir. Kitap yazıyor. Sahte gözlük takıyor. Karakterini yazar gibi ama daha çok da yanar gibi yaşıyor.

Yardımına koşan dedektif Michelle Calderone (Jurnee Smollett) ise onun tam zıttı: Sabahları disiplinle spor yapan, geceleri evini kendi elleriyle yıkıp yapan bir deniz piyadesi. Calderone, Dave’in maskesini ilk bakışta tanıyor ama yine de maskenin ardında ne olduğunu öğrenmek istiyor. 

İlk iki bölüm, klasik bir polisiye gibi başlıyor ama kısa sürede oyun değişiyor bu arada. İki farklı kundakçı, iki farklı yangın tarzı, bir gizem derken asıl bombayı patlatıyorlar: Dave aslında avladığı kişilerden biri. 

En az neyi sevdin?

Dizinin tonu yer yer biraz kararsız açıkçası. Ara sıra emin adımlar atmıyor değil elbette ancak bir an HBO draması gibi ağır başlıyken bir an sonra pulp romanı gibi çılgın. Diyaloglar ise epeyce sarkıyor maalesef. İlk bölümün ilk beş dakikasını alan monolog yalnızca bir dakika sürse çok daha kararında ve vurucu olabilirdi örneğin.

Erkeklik, güç ve “membran” takıntılı repliklerle dolu dizimiz. Fakat bunu da dizinin kurduğu maskülen atmosferin bilinçli bir parçası olarak görmek gerekebilir. Lehane, erkekliğin kendine çizdiği kahramanlık portresini alıp alevlerin içine atıyor sonuçta.

En çok neyi sevdin?

Sinematografiyi. Daha ilk bölümden duvar ve dolapların içinden çıkıp karakterlerin suratına ve ensesine gömülen kameraya; gri, küllü ve bastırılmış -elbette ta ki biri bir çakmak çakana kadar- renk paletine dikkat kesiliveriyorsunuz. The Handmaid’s Tale’den tanıdığımız yönetmen Kari Skogland bizi loş ışıkla tuzağa düşürüp ardından alevin her tonunu yüzümüze vuruyor. Ormanlar gece devriyesi gibi. Yangın sahneleri ise belgesel gerçekliğinde. Dumanın dansı bile kareye koreografiyle giriyor. Özetle bir tutam David Fincher, bir tutam true crime, biraz Freud ve azıcık da benzinden oluşan bir yangının ortasındayız.

Bir de dizinin soundtrackleri epey keyifli. Rare Earth’ten Alt-J’e, Dropkick Murphys’e uzanan bir seçki var. 

Karakterlere dair neler söyleyebilirsin? 

İyi haber: Smoke’ta hiçbir karakter iki boyutlu değil.

Kötü haber: Üçüncü boyutları genelde travma ile oluşturulmuş durumda.

Herkesin bir terapiye gitse rahatlayacak bir hâli var anlayacağınız. Baş karakter Dave, sözde bir kundakçı uzmanı ama özde yürüyen bir kırmızı bayrak. Eşinin Dave’in gereğinden fazla bir erkek egosu olduğuna dair yorumu var elimizde. Dave öyle biri ki alevleri inceleyip “Bunu hissediyorum” diyebilir ve siz bir an için inanıverirsiniz. Çünkü Egerton, karizmatik olmaması gereken birini fazlasıyla karizmatik oynuyor. Bu da dizinin gizli gerilimi: Dave’e hem hayran oluyoruz hem de ondan kaçmak istiyoruz. Tanıdık geldi, değil mi? 

Calderone ise buz gibi bir su. Asker geçmişi var, başta da söylediğim gibi evi kendi başına yıkıp yapıyor, sabah koşularıyla kundakçılara fark atıyor. Hâliyle biraz klişe kokuyor ama o da yanık. Annesi tarafından kundaklanmış bir geçmişi, astlarının küçümsediği bir disiplini ve aşk hayatında ise fosforlu kırmızı çizgiler var. 

Calderone ve Dave arasındaki ilişki ise tam bir itfaiye metaforu: Yaklaşınca alev alıyorlar, uzaklaşınca soğuyorlar ama her daim tehlikeliler şüphesiz.

Sıra geldi dizideki favori karakterim (şimdilik) Freddy’ye. Bir fast-food zincirinde çalışıyor. Sessiz ve yalnız biri. Freddy ekranda belirince zaman ve tempo epey yavaşlıyor. Çünkü onunla beraber sistemin dışına itilmiş, göz önünde olmayan hayatların da içine giriyoruz. Bu da garip bir nefeslenme yaratıyor fikrimce. 

Diğer yan karakterler de boş değil. John Leguizamo, Dave’in eski ortağı rolünde; içi geçmiş, ağzı bozuk, ama bir şekilde en dürüst karakter de o. Greg Kinnear, her sahnede “Baban olabilirim ama psikolojik olarak hazır değilim” bakışıyla dolaşıyor. Rafe Spall ise “beni zaten başka bir diziden çağırmışlar ama geldim” havasında, yine de bu enerji garip bir şekilde işe yarıyor gibi görünüyor.

Kimler sever? 

Menüde maskülenlik krizlerinin, kararmış egoların ve bol miktarda benzin kokusunun olduğu bir barbekü partisi var. “True crime severim ama içine biraz karakter çözümlemesi, biraz da Freud serpilsin” diyorsanız, buyurun bu masa sizin. Ama yeniden uyarıyorum: Bu bir “Katil kim?” bulmacası değil; bir katilin kendini kahraman ilan edişinin anatomisi.