Karanlığımızla barışıp onun sesini kısmak: Soytarı ben miyim?
Yazı: Defne Demirer
Louvre Müzesi’nin güncel sergisi Figures of the Fool (Soytarı Figürleri) ve İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında prömiyerini yapan Haberci oyununun düşündürdükleri üzerine.
*Bu dosya, Bant Mag. Ocak-Şubat 2025 sayısında yayımlanmıştır.
1450-1516 arasında yaşamış Hollandalı ressam Hieronymus Bosch’un en ünlü eserlerinden biri The Ship of Fools (Soytarılar Gemisi) ismiyle anılan tablodur. Resimlerinde dini anlatıların ve kavramların fantastik tasvirlerine odaklanan Bosch’un bu tablosu, denizde sürükleniyormuş gibi görünen küçük bir geminin güvertesinde ziyafet çeken neşeli konukları gösterir bize. Ama resme daha yakından baktıkça ziyafet çeken neşeli konukların toplantısının bir sarhoşlar âlemine dönüştüğünü fark edersiniz. Resimde kostümüne ve eşyasına bakarak soytarı olarak adlandırabileceğimiz figür de güverteye yerleştirilmiş bir ağacın dalında tek başına oturur. Artık ahlaksızlığın ve çılgınlığın hâkim olduğu bir dünyada soytarının verecek dersi kalmamıştır ve kendi köşesine çekilmiştir. Bu tabloya baktığımızda günümüzde hissettiklerimizden pek de uzak olmayan bir hisle karşılaşırız. Önü görülemeyen bir hızda ilerleyen teknoloji, yapay zekânın hayatımıza sokacağı yepyeni varoluş şekilleri, birçok insanın hayatında merkezi bir yer almaya başlayan sosyal medya, sosyal medyada ucu bucağı bitmeyen trendler, söylemler, kavramlar, yeniden oluşan ve sürekli de değişmeye başlayan iş tanımları… Süregelen savaşlar, kontrolcü, korku salan ve özgürlüğü kısıtlayan devletler, rejimler, başkanlar, toplumlar… Depresyon ve anksiyete pandemileri, yaygınlaşan madde ve uyuşturucu bağımlılığı, artık neredeyse hepimizin aşağı yukarı farkında olduğu ve elle tutulabilir bir gerçeklikte yaşadığı mental health (akıl sağlığı) kavramıyla özdeşleştirilen bitmeyen sorunlar, korku ve kaygının gündelik hayatın her yerinde sızdığını fark ettiğimiz birçok an…

Fotoğraf: Defne Demirer.
Var olduğumuz her an istemediğimiz kadar yoğun ve fazla bilgiye erişimimiz var. Bir açıdan hayatımız kolaylaşıyor; dünya hakkında düşünebiliyoruz, genel trendleri tahmin edebiliyoruz, gelecek tahayyülleri yapabiliyoruz ve “insanlık” diye adlandırdığımız, kimine göre çok gerçek kimine göre de var olması imkânsız bir terim hakkında belli başlı çıkarımlar yapabiliyoruz. Fakat tüm bunların yanında da insan zihninin kaldıramayacağı kadar bilgiye erişimimizin olması büyük bir anlam kaybına sebep oluyor. Sınırlı miktarda bilgiyi ve veriyi uzun süreçler içerisinde yaşamın içine katan ve bu verileri hayatın içinde belli başlı pratikler aracılığıyla sindiren zihinlerimize kimi zaman olması gerektiğinden çok daha fazla yükleniyoruz. Gündelik hayatımızda birebir ilişkimiz olmayan insanların sabah kahvaltıda ne yediğini görebiliyoruz; aynı şehirde ya da mahallede bile yaşasak fiziksel gerçekliğimizde belki yolumuzun kesişmeyeceği ya da sadece sokakta göreceğimiz birinin köpeğini saat kaçta nerede dolaştırdığını istemesek de biliyoruz; yemek videolarını sevdiğimiz için takip ettiğimiz bir şefin politik düşüncelerini paylaştığı hikâyelerden öğrenebiliyoruz; okulumuzda sadece koridorlarda gördüğümüz ve bu yüzden birbirimizi takip etmek zorundaymış gibi hissedip takipleştiğimiz bir insanın bir önceki gece nerede, nasıl, hangi içkileri içerek sarhoş olduğundan haberimiz olabiliyor; ya da durup dururken, en beklenmedik anda ömrümüzde yolumuzun düşmeyeceği bir şehirdeki hapishanede, haksız bir şekilde ölüm cezasına çarptırılmış birinin haberinin alabiliyoruz…
Ses çıkararak (ama aslında kendi hayatımızın içinde, fiziksel olarak, çıkarmayarak) bir şeyleri değiştirebileceğimize inanıyoruz fakat neleri kontrol edip edemediğimiz konusunda da büyük bir kafa karışıklığı yaşıyoruz. Etki alanımız ne kadar? Etki alanımız, güç alanımız neleri kapsıyor? Kendi yaşantımız içinde ne kadar sanal bir dünyada, ne kadar fiziksel gerçeklikte var olabiliyoruz? Bütün bu erişimimiz olan bilgileri nasıl algılıyoruz? Bu bilgileri zihnimizde nereye yerleştiriyoruz? Çoğumuz bütünlüklü, derinlikli hikâyeleri aramayı, uzun süreçler içerisinde doğum ve ölüm döngüleri içinde var olmayı yavaş yavaş terk ediyor. Çoğumuzun bunu yapmaya lüksü yok çünkü günümüz dünyasında böyle bir var olma hâli kimileri tarafından lüks olarak tanımlanıyor. Çoğumuzun bunu yapmaya vakti yok çünkü günümüz dünyasında kendini dinlemek, durmak, yavaşlamak, zaten her geçen gün kendini biraz daha var eden paniğe panik katıyor. Sosyal medyada, internette tanık olduğumuz her şey veri parçacıklarına dönüşüyor. Bizzat kendi hayatımızda olmadığı sürece zaten hiçbir zaman bütünlüklü olarak anlayamayacağımız gerçeklikler, dünyalar, yaşantılar, biz onlara yaklaştığımıza inanırken aslında her geçen gün bize daha da yabancı hâle gelmeye başlıyor. Dışarıdan “her şey”i ve aynı anda da içinde sıkışıp kalırsanız aslında “hiçbir şey”i vadeden sanal bir dünyanın içinde kendimizi bulmamız her gün ve her saniye an meselesi.
“Buraya nasıl geldik?”, “İnsanlığın hâli ne olacak?” gibi sorular artık neredeyse sürekli aklımızda ve sokakta denk geldiğimiz insanların çoğunun kafası da bu sorularla ve bu sorulara cevaplar bulmakla; belli başlı insanları, insan gruplarını, davranışları ya da hayat biçimlerini suçlamakla meşgul. Birbirimize gösterdiğimiz hoşgörü git gide tahammülsüzlüğe dönüşüyor ve çoğu insan birbirine kızarak, gıcık olarak, birbirini eleştirerek ve düzelterek günlerini geçirmeyi tercih ediyor. Fakat hayatta zıtlıklar tabii ki her zaman bir arada var oluyor. Modern hayatımızdaki yaşam biçimlerinin yol açtığı problemlerin yanı sıra çok daha yeni yaşayış biçimleri de doğuyor. Zihinlerimizin kurmaya alıştığı bağlar yavaş yavaş kayboluyor, yerini yenileri alıyor. Hatta belki çok daha fazla veriyi aynı anda sindirebilen, düşünebilen ve gerçeklik denilen bu anlaşılmaz düzenli kaosu daha iyi kavrayabilen yeni bağlar kuruluyor zihinlerimizde. Yeni anlam dünyaları üretmeye başlıyoruz.
İçinde bulunduğumuza inandığımız bu kaotik hayat bir yandan hiç olmadığı kadar gerçek ve karanlık. Bu durumu ciddiye almamız gerekiyor. Fakat bir yandan da insanlıktan, hatta dünyadan ve belki de evrenden bahsetmeye başlayabildiğimiz andan beri süregelen bir dengenin devam ettiğini kendimize hatırlatmamız gerekiyor. Düzen, değer ve anlam algıları olduğu sürece kaos, belirsizlik ve anlamsızlık da kendilerini var etmeye devam edecekler. Çoğumuza göre karanlık olan bu dönem aslında belki de bir yeniden doğum süreci.
Yeniden oluşacak anlamları bizim de yaratmamız, bu doğum sürecinin bir parçası olmamız, kendimizi yeniden doğurmamız gerekiyor. Artık “Bu nasıl oldu?”, “Neden böyle?”, “Gelecekte ne olacak?” gibi soruların hiçbir zaman net bir cevabı olmayacağını kabul etmemiz, kendimize ve beraber yaşadığımız insanlara anlayışla yaklaşmamız gerekiyor. Artık yavaş yavaş “Ben anlamı nerede bulabilirim?”, “Beraber olduğum insanlarla nasıl anlamlar yaratabilirim?”, “Neye ihtiyacım(ız) var?” gibi soruları sormaya başlamamız hayati bir önem taşımaya başladı. İşte tam olarak da bu yüzden hem hayatımızın karanlık tarafını anlamlandırabilmek hem de bu karanlıkla barışıp hayatlarımıza devam edebilmek söz konusu olduğunda soytarı figürünün yerinin hayati bir önem taşıdığına inanıyorum.
Dünyanın, hayatlarımızın ve içinde yaşadığımız toplumun doğum sancılarına tanık olurken kendimizi içinde bulduğumuz karanlığı anlama konusunda Bosch’un The Ship of Fools resmindeki ağaca çıkan ve kendi köşesine çekilen soytarıya şimdi her şeyden çok ihtiyacımız var.
Soytarılar benim her daim ilgimi çeken karakterler. Küçüklüğümde, dört-beş yaşlarında, dedemle oynamaya başladığım papaz kaçtı ya da pişti gibi kart oyunlarında karşıma çıktıklarından beri hayatımda hep sabit bir varlıkları oldu. Sonraları gerek ünlü tablolarda gerek kitaplarda gerek filmlerde gerek dövmelerimde gerek de sevdiğim müzisyen ve sanatçıların eserlerinde sıkça karşıma çıkan ve dikkatimi zihnimde canlanan zarif ve oyuncu hareketlerinin hayaliyle çeken soytarı figürü hakkında günümüz standartlarında çok daha bilinçli ya da entelektüel olarak adlandırılabilecek bir şekilde düşünmeye başlamam ise birkaç hafta öncesine dayanıyor. Louvre Müzesi’ndeki Figures of the Fool (Soytarı Figürleri) sergisinden haberdar olmam ve bir seyahatim sırasında bu sergiyi ziyaret etme fırsatı yakalamam üzerinden epey zaman geçti fakat ben hâlâ gördüklerimin ve düşündüklerimin etkisindeyim. Bu sergide geçirdiğim yoğun ve bir o kadar da eğlenceli iki saatten sonra soytarı figürü, belki de hayatımın bu döneminde ilerisi için çok daha kalıcı bir etki yaratarak, tekrar beni selamladı.
Sergi 13. yüzyıldan 16. yüzyıla kadar resim dünyasında kendini gösteren binlerce soytarı figürüne odaklanan büyük bir koleksiyona dikkatimizi vermemizi istiyor bizden. Sergi metni ise ziyaretçileri böyle karşılıyor:
Orta Çağ ve Rönesans boyunca soytarı figürleri bu dönemlerde var olan her türlü sanatsal üretim alanında kendini göstermeye ve eserlere nüfuz etmeye başladı. Tezhipli el yazmalarına, baskılı kitaplara, gravürlere, duvar halılarına, tablolara, heykellere ve hem değerli hem de gündelik bir sürü nesnede kendini var etti. Onun büyüleyici, kafa karıştırıcı ve yıkıcı doğasıyla barışık var oluşu, şu an içinde olduğumuzdan çok da farklı olmayan bir çağın çalkantılı dönemlerinde ön plana çıktı.
Bu sergi Orta Çağ’ın sonunda Batı sanatı ve kültüründe soytarıları nasıl ve neden her yerde bulabildiğimizi sorguluyor ve modernitenin oluşumunda kilit bir rol oynayan bu figürün anlamını çözümlemeye çalışıyor. Soytarı, anlamsız maskaralıklarının bolluğuyla bizi kimi zaman güldüren bir karakter olabilir ama aynı zamanda da içinde erotik, müstehcen, trajik ya da şiddet gizleyen birçok kişilik barındırıyor. Potansiyeli en iyiden en kötüye kadar geniş bir yelpaze çizen soytarı bizi eğlendirir, uyarır ya da suçlar; toplumsal değerleri tersine çevirir ve hatta kurulu düzenleri yıkabilir.
Yakın zamanda yenilenen Napoleon Hall’da, 90 farklı kurumdan 300’ün üzerinde eseri bir araya getiren bu sergi bizi Kuzey Avrupa sanatı (İngiliz, Flaman, Germen ve kuzey bölgeleri) boyunca benzersiz bir yolculuğa çıkarıyor. Orta Çağ’ın karanlığına ışık tutuyor ve bu dönemin büyüleyici karmaşıklıklarını ortaya çıkarıyor. Sergi aynı zamanda Aydınlanma ile birlikte soytarı figürünün ortadan kaybolmasını ve aklın zaferi üzerine kurulan söylemleri, figürün tekrar 18. yüzyılın sonunda ve 19. yüzyıl boyunca yeniden canlanışını sorguluyor. Soytarı daha sonraları da sanatçıların “Ya soytarı bensem?” sorusu üzerinden sanat pratikleri üzerine düşünerek kendilerini özdeşleştirdikleri bir figür oluyor.


Fotoğraflar: Defne Demirer. Tam kaynak adı belirsiz.
Sergi, soytarı imgesinin karşımıza çıkış hikâyesine resim sanatının yaygınlaşmadığı Orta Çağ dönemlerinden, kutsal metinlerde sayfaların marjinlerine yerleştirilmiş gerçek dışı yaratıklar üzerinden başlıyor. Bu yaratıklar üzerinden başlayan hikâye bize marjinallik kavramının sanat dünyasındaki ilk tasvirleri ile tanıştırıyor. 13. yüzyılın ikinci yarısında grotesk ve hibrid yaratıkların dini metinlerin ve kutsal manüskriptlerin kenarlarını süslediğini görüyoruz. Halk masallarından, atasözlerinden ya da yaratıcılarının hayal güçlerinden fırlayıp gelen bu küçük figürlerin sayfaların kenarlarını süslemesindeki asıl amacın bu ciddi ve oldukça kutsal kabul edilen metinlerde kimi zaman parodik kimi zaman da erotik ya da müstehcen bir hava uyandırarak okuyucuyu düşündürmek ve özellikle de bilinçli ve dikkatli bir şekilde eğlendirmek olduğunu öğreniyoruz. Hıristiyanlık tanımıyla Tanrı’nın yaratımını sorgulayan ve Tanrı’nın gücüne meydan okuyan bu minik yaratıklar daha sonra, sayfa kenarlarındaki yerlerinden çıkıp yerdeki halılardan tavan süslemelerine, mobilyalardan duvarlara akla gelebilecek her yerde kendine bir alan bulabilmeyi başarıyor. Soytarı figürü de 14. ye 15. yüzyıllarda tıpkı bu küçük figürler gibi toplumun dışında kalan yerinden kamusal görsel alanda akla gelebilecek her yerde beliren bir imge hâline geliyor.

Fotoğraf: Defne Demirer
Oldukça dindar ve insanların inançlarına koyu bir fanatiklik ile sarıldığı düşünülen Orta Çağ’da soytarı figürü ilk olarak Tanrı’nın varlığını reddeden insanlar ile bağdaştırılıyor. Sanatçılar soytarıyı ışıklar içinde, ilahi metinlerin merkezine alarak resmetmeyi tercih ediyor. Soytarı figürünün görüldüğü en ünlü resimlerden biri Psalm 52 (52. İlahi) olarak adlandırılan dini metinde ilk karşımıza çıkan D harfi başlayan metninde görülüyor: “Dixit insipiens in corde suo: non est Deus” (“Ve soytarı bütün kalbiyle şöyle söyledi: Tanrı yoktur”). Böylece soytarı karşımıza yırtık kıyafetleriyle veya kimi zaman tamamen çıplak olarak (Orta Çağ’ın sonlarına doğru iki renkli kıyafetleriyle); sonrasında saray soytarısı sopası olacak sopasıyla ve ekmek – peyniriyle çıkıyor. İncil’deki bazı diğer bölümler soytarılığı küçük görüyor ve günah kabul ediyor fakat bir yandan da soytarılık kimi zaman bir çeşit Tanrı’ya yakınlaşma hâli ve kutsal bir yaradılış olarak da yorumlanabiliyor.
Orta Çağ’ın sonlarına doğru soytarı figürü resimlerde sıklıkla karşımıza çıkmaya başlıyor. Aşkından kendilerini kaybeden ve âşık oldukları kadınların kölesi olan adamlardan cinselliğin bütün etik ve toplumsal normları görmezden gelecek kadar göz döndürücü etkisi altında kendilerini unutan insanlara; gelecek tasviri yapan falcılardan müzisyenlerin toplantılarının ayrılmaz figürlerine; güç dengelerinin sakıncalı kabul edilebileceği ilişkilerin tasviri yapılan tablolarda fark edilmesi oldukça zor olan dinamiklere işaret eden soytarı figüründen ölümle dans eden bir hokkabaza; saraylarda bürokrasinin işleyişini eleştirme ve soyluları eğlendirme görevini üstlenen bir eğlence ustasından şehirlerde karnavallara, müzik ve dans toplantılarına liderlik eden bir şamana kadar her yere varlığı sızan bir imge görüyoruz. İç ve dış, ölüm ve yaşam, ahlak ve ahlaksızlık, delilik ve aklı başındalık, insanlık ve hayvanlık gibi bir arada var olan, görünürde zıt olan bu kavramlar söz konusu olduğunda bize bu zıtlıklar arasındaki sınırları bulanıklaştırarak ve kimi zaman da belirginleştirerek rehberlik ediyor soytarı. Gördüğümüz gerçeklikle barışmamızı ve hayatın karanlık ve aydınlık olarak ayrıştırdığımız her kısmını bir arada görmemizi sağlıyor. Portrelerinde, içinde olduğu resimlerde izleyiciye alaycı ve şüpheci bir edayla bakarken bize tekrar tekrar aynı mesajı hatırlatıyor: “Gerçek soytarı hangimiz?”




Fotoğraflar: Defne Demirer. Tam kaynak adı belirsiz.

Fotoğraflar: Defne Demirer. Tam kaynak adı belirsiz.
Peki ama soytarı tam olarak kim? Temsil ettiği bir insan türü mü var yoksa bu eserlerin resmedildiği dönemlerde gerçekten toplumsal hayatta aktif olarak rol oynayan insanlar mıydı bu soytarılar? Saraydaki rolleri dışında gerçekten karnavalları ve şenlikleri yöneten, yönlendiren, toplumsal çerçeveleri esneten ve zorlayan ve gerçek hayatta yaşayan insanlarla birebir ilişkiler kuran bireyler miydi? Yani soytarı sokakta eşek kulakları, çıngırağı ve iki renkli kıyafetleriyle dolaşıp bu varoluşu üzerinden insanlarla bağ kurmaya (ya da kurmamaya) çalışan bir insan mıydı, bir kişilik miydi, yoksa belli başlı yaşayış ve var oluş biçimlerini yorumlayan dini sınıf ve ressamlar tarafından simgeleştirilmiş bir var oluşu mu temsil ediyordu? Özellikle de dini bir bağlam söz konusu olduğunda bu tarz figürlerin içi boş simgeler olduğunu ve bir amaca hizmet etmelerinin amaçlandığını düşünüyorum. Aynı serginin başlangıcındaki yaratıklar gibi; soytarıları da üzerine düşünülmüş ve ince hesaplarla resimlerin kenarlarına ve merkezlerine yerleştirilmiş bir bağlamda keşfediyoruz. Dışlanan, garipsenen ve bu yüzden “toplumun” dışına itildiğinde ve dışında var olduğuna inanabileceğimiz ama aslında bir yandan da olduğu gibi kabul edilen ve gördüğümüz resme bütünlüklü olarak baktığımızda o resmin temel anlamlarından birini yaratan bir karakter.
Soytarı aslında bir ip cambazı gibi, ip üstünde yürüyor ve bulunduğu ortama göre rolünün sürekli ve sürekli değiştiğini fark ediyor. Umursamaz ve alaycı kişiliğinin nerede ne kadar kabul göreceğine dikkat etmesi gereken, hatta bu karakter özelliklerinin ne zaman kişiliğinin bir parçası hâline geldiğinin ve ne zaman da üstlenmesi gereken bir rol olduğunun farkında olacak kadar da akışkan bir figür. Hatta içinde bulunduğu topluluğun onu ne kadar kabul edip etmediği de aslında çok önemli değil günün sonunda, çünkü insanlıktan büyük bir düzenin aslında ayrılmaz bir parçası. İnsanlar onu sevse de sevmese de kendinden hoşlansalar da hoşlanmasalar da soytarı içinde bulunduğu topluluk diyebileceğimiz organizmayı aslında anlamlı bir şekilde var eden ve bunu da aslında karanlık ve aydınlık olarak ayırabileceğimiz ya da ayırmaya meyilli olduğumuz gerçeklikler arasında dolanarak yapıyor. Resimlerde gerektiği zaman ölümle bile dans edebilecek kurnazlığa ve aslında doğrusunu söylemek gerekecek olursa, huzura sahip olan soytarı, insan psişesinin ve toplumsal gerçekliğin karanlık taraflarının reddedilecek mefhumlar olmadığını hatırlatıyor bize. Bu karanlığı tanımanın ve onunla barışmanın tek yolu ise o karanlığın elinden tutmak ve onunla sohbet etmeye, dalga geçmeye, ona kızmaya, onunla dans etmeye ve sohbet etmeye, kısacası onunla yaşamaya başlamak… Aynı soytarının yaptığı gibi.
Soytarının bir başka işlevi de ayna görevi görmesi. Soytarı daima anonim; bir ismi yok ve tablolarda çoğunlukla başka soytarılarla beraber resmediliyor. Bu figürün anonimleştirilmiş olması ve aslında içinin, karakterinin, derinlerde kim olduğunun bilinmeyişi ya da çoğu resimde zaten bunun üzerine düşünebileceğimiz bariz ipuçları olmaması ona bakanın soytarıya atfettiği özelliklerin ve rollerin çok daha bariz bir şekilde ortaya çıkmasına sebep oluyor. Aynı saraylarda belli bir rolü oynamalarına gerek kalmış olması gibi, resimler üzerinden de çoğu zaman toplumsal gerçeklikte kendilerine atanılan rollerin içini doldurmak gibi bir işlevleri var. İçi boşaltılmış, sadece insan ve hayvan, karanlık ve aydınlık, anlam ve anlamsızlık arasındaki ince sınırda yürüyen soytarı figürü, ona baktığımızda zihnimizde beliren çağrışımların aslında çoğunlukla da kendimizle ilgili olduğunu hatırlatma işlevi görüyor. Soytarı, biraz önce de bahsettiğim gibi, insan ruhunun ya da toplumsal gerçekliğin karanlık tarafıyla yakın ilişkisinden dolayı da aslında kendi gölgemizle ilgili, kendi yüzleşmek istemediğimiz taraflarımızı, eksiklik hisseden ve gölgelerin içinde görülmediğini hisseden tarafımızı gün yüzüne çıkarma yeteneğine sahip. Bize ayna tutarak kendimize atanan rolleri ve görevleri, bu rollerde barışık olmadığımız karanlık tarafları görmemizi sağlıyor. Sergide soytarının bir kimliğinin olduğu tek tablo Stanczyk isimli, 1862 yılında Jan Matejko tarafından resmedilmiş portre. Mtejko, Stanczyk isimli saray soytarısının Kraliçe Bona’nın sarayında bir partide Smolensk isimli şehrin kaybının haberini aldığı ânı resmediyor. Sergi boyunca gördüğümüz alaycı, şüpheci ve oyuncu soytarı figürünün de aslında ağır bir toplumsal rolü üstlenmiş gerçek bir insan olduğunu gördüğümüz bu ânın çarpıcı bir etkisi var.

Fotoğraf: Defne Demirer

Fotoğraf: Defne Demirer
Peki, eğer soytarı bir ayna görevi görüyorsa, soytarı hakkında söylediklerim ve düşündüklerim benim hakkımda ne söylüyor? Aslında belki de tüm bu çıkarımlarım benim iç dünyam ve gölgem hakkında, psişemin iç ve dış, toplumsal ve kişisel gerçeklikler arasında denge kurmakta nasıl ve ne şekilde zorlandığı hakkında çok önemli bilgiler veriyor. Mesela ilk bakışta soytarının dışlanmış olduğunu düşünmem, anlaşılmadığını düşünmem… Ya da soytarı gibi akışkan ve gerçekleri olduğu gibi görebilen bir figürün, toplum tarafından akışkan ve dışarıda var olan bir figür olarak algılandığı için müzik, dans ve hikâye anlatmak gibi bedenli olmayı ve hayatı “normalden daha farklı anlamayı” gerektiren uğraşlarla uğraşmasının kabul edildiğini fark etmiş olmam… Bunlar aslında soytarıdan çok benim hayat tercihlerim, dünya görüşüm ve bu toplumda kendi yerimi bulma ve yaratma yolculuğumla ilgili bir sürü bilgi veriyor hem bana hem de düşüncelerimi paylaştığım insanlara. Ayrıca bu karanlık tarafları fark edip benimsedikten sonra, “karanlık” ve “aydınlık” olarak sınıflandırdığımız ayrımların aslında iç içe geçmiş olduklarını fark ediyoruz. Kendimizi de daha cesurca benimseyebiliyoruz. Soytarının aslında toplumun sadece kendi sınırlarını belirlemek için kullandığı bir figür değil de toplumun içinde var olan ve anlam yaratma gibi bir işlevi olan bir imge olduğunu fark ettiğimde kendi eksiklik ve görülmeme duygularımla çok daha rahat başa çıkabilmem gibi… Soytarı bize kendimizi gösteren bir ayna; içi boş bir imge, bir sembol. Aynı herhangi bir kart yerine geçebilen joker gibi karşısındakinin hayal gücünün bir ürünü olmakla yükümlendirilmiş bir yansıtma aracı. Öyleyse soytarı ben miyim? Evet, aslında soytarının ta kendisiyim. Daha da dürüst olacak olursam, hepimiz soytarının ta kendisiyiz.
Tüm bunların üstüne Louvre’un bu sergiyi bu dönemde ve bu tarihte hazırlama kararının ne gibi bir anlatının parçası olduğunu sormamak elde değil. Günümüzde, birçok değişimin ve dönüşümün yaşandığı, gerçekliğin bildiğimiz eski hâlinin yerini yeni anlamların ve düşünce şekillerinin aldığı bu dönemde aslında hepimizin birer soytarı görevi gördüğünü mü düşünmemiz gerekiyor? Ya da yaygınlaşan sosyal medya kullanımıyla sanal ortamda var olan avatarlarımızın aslında birer soytarı olduklarını ve toplumsal gerçekliğin artık sanal bir dünyaya taşınmış olduğunu mu düşündürüyor bize? Bu sanal gerçeklikte yine bize düşen rollerin içini doldurduğumuzu ve kendimizden uzaklaştığımızı mı yeniden hatırlatıyor? Bu soruların doğru bir cevabı tabii ki de yok ama soytarı imgesinin hayatımıza yeniden girmesinin vakti belki de gelmiş gibi duruyor. Hayatımızdaki soytarıları görmek, onlar hakkında düşünmek ve kendimizi, şu an içinde olduğumuz kişisel ve toplumsal durumu anlamamız gerekiyor. Gerçekliğimin bu kadar değiştiği ve dönüştüğü bu noktada ise 9 Kasım’da İstanbul’daki prömiyerini yapan Haberci oyunundan bahsetmeliyim.

Soldan sağa: Çağdaş Ekin Şişman, Adem Mülazim, İbrahim Can Sayan
Fotoğraf: İKSV.
Haberci oyununun hikâyesini üç soytarı aktarıyor seyirciye. Oyun bu üç karakterin “tanrılar” (gözle görülmeyen ve her şeye kadir güçler) tarafından görevlendirilmesiyle başlıyor. Soytarılar tanrılara yeni görevlendirilmiş haberciler olarak yemin ediyorlar. Bu yeminde insan ile hayvan arasında, gökyüzü ile yeryüzü arasında, gelecek ile geçmiş arasında, iç ve dış arasında, ölüm ile yaşam arasında, akla gelebilecek bütün zıtlıklar arasında güçlü ve sağlam duracaklarına, her şeyi her an her yerde göreceklerine ve insanlıkla ilgili gördükleri her şeyi de tanrılara bildireceklerine ant içiyorlar. Sonra da yeryüzüne inip Thebai adlı ülkenin şanlı hikâyesini, biz seyircilere, yani oyunun (aynı zamanda oyunun temsil ettiği gerçekliğimizin) kuruluşu gereği Thebai halkına anlatmaya koyuluyorlar. Thebai’nin hikâyesinin anlatısına haberciler adı verilen bu üç soytarı karakterinin arkasına yerleştirilmiş büyük ekranlar eşlik ediyor. Kuran ve İncil gibi kutsal metinlerin dili ve üslubunu kullanarak Thebai’nin başına geçen hükümdarların isimlerini ve ölümlerini, habercileri görevlendiren tanrılardan gelen emirler ya da direktifler olarak izliyoruz oyun boyunca. Thebai krallarının tahta çıkışları ve ölümleri hakkında bilgiler veren ekranlara bakan haberciler, Thebai halkına bu hikâyeleri aktarmakla yükümlü.
Fakat haberciler kralların ölüm hikâyelerini grafik detaylarla anlatmaya başladıklarında kralların göğe çıkarıldığını (yani öldüğünü) yazan ekranlarda bir değişiklik oluyor. Habercilerin anlatısından memnun kalmayan tanrılar Thebai halkının krallarını yücelten ve ölümlerini kahramanlaştıran söylemler kullanmaları için habercileri itekliyorlar bu ekran üzerinden. Ekrandaki arka plan kırmızı bir alarm şeklinde yanıp sönmeye başlıyor ve buradan da aslında oyunun kurucusu olarak konumlandırılan tanrıların, habercilerin türlü türlü kötü alışkanlıkları olan kralları kahramanca, cesurca, asilce, zarifçe ölen karakterler olarak anlatmalarını istediklerini anlıyoruz. Oyun ekran üzerinden kralların ölmesini ve yerine yeni kralların geçmesini tanrıların belirlediği bir kader döngüsü olarak durmadan takip eden habercilerin olanları bize anlatması üzerine kurulu. Bunun üzerinden Thebai’nin ve Thebai kralı olan babasını öldürüp Sfenks’in bilmecesini çözen, sonra da annesiyle evlenen Oidipus’un hikâyesine tanık oluyoruz. Ve aslında zaman ilerledikçe, oyunda ve hikâyenin bize ayırdığı vaktin sonuna yaklaştıkça bitmeyen bir kısır döngüye tanık olduğumuzu anlıyoruz. Bu süreçte de aslında gittikçe insan olma hâline daha da yaklaşan habercilerin de değişimlerini ve dönüşümlerini gözlemliyoruz.
Oyun bir sürü katmana sahip. Ülke ve ideolojilerin, erkek egemen toplum yapısının taht ve güç kavgalarının, mevcut gerçekliğimizi oluşturmuş ve hâlâ da oluşturmakta olan gerçeklik algılarının arkasında yatan dinamikler üzerine düşünürken onları analiz etmemizi de sağlayacak bir sürü küçük nüansla bezenmiş. Bir yandan da yaratılış hikâyeleriyle, insanların kendileriyle ilgili anlattıkları hikâyelerle dalga geçen ve insanın bitmeyen kısır döngülerden kendini çıkaramayacak kadar zayıf ve farkındalığı eksik olduğunu hissettiren karanlık, şüpheci ve alaycı bir tarafı var. Aslında en temelinde de oyun, bu bitmeyen hayat denen döngü ve belki de insanlık diyebileceğimiz kısır döngünün içinde hep beraber var olduğumuzu ve herhangi bir din, dil, cinsiyet, ırk, millet ayrımı olmadan insanlık deneyiminin hepimiz için ortak olduğunu hatırlatıyor bize. Haberci, içine kapıldığımız çaresizlik, beklemeye mecbur kalmak, hayatın üzerinde ve bizden çok daha büyük dengelerin söz konusu olduğu döngüleri kontrol etme içgüdümüz, özgürlük, umut ve ışık, ilerlemeye ve yürümeye devam etmek hakkında bir sürü duygu hissettiriyor izleyicisine.
Haberci karakterleri de oyun boyunca sürekli şekil değiştiriyor; oyun boyunca insanlara insanlık hakkında hikâyeler anlatmak ve onlara farkındalık kazandırmak amacıyla indirilen peygamberler olarak algıladım onları. Sonra hikâye boyunca insanlarla dalga geçen, insanlar ve Thebai’nin hikâyesi hakkında her an her şekilde farkındalıkları oldukça yüksek olan karakterler olarak; kimi zaman kralların yerine geçebilen, kimi zaman da değiştiremeyecekleri ve kontrol edemeyecekleri gerçeklikler karşısında olgunluklarını kaybedip delirmenin eşiğine gelen karakterler olarak var oluyor haberciler. Günün sonundaysa tanık oldukları açmazlar karşısında bir anda çaresiz insanlara dönüşen faniler oluyorlar.
Habercilere baktığımızda aslında kendimizi görüyoruz. Soytarı işlevi gören bu karakterlere haberci denmesi de aslında bir o kadar günümüz gerçekliğine uygun. Tanık oldukları ağır gerçeklikleri anlatmak ve aktarmakla yükümlü, durmadan hikâyeler oluşturan, oyun oynayan ve hayal kuran, bir yandan doğaları gereği bu gerçeklikleri sindirmek ve anlamak isteyen, bir yandan da tüm bu gerçeklik altında ezilen ve nefessiz kalan, kontrolünün aslında neredeyse hiç olmadığını fark eden çaresiz karakterler… Tüm gerçekliği yıkıp, var olan anlamları ve anlayışları sorgulayıp sonra yenilerini uzun süreçler içinde yeniden inşa eden, dinler oluşturup krallıklar yıkan, krallıklar oluşturup dinler yıkan ve en sonundaysa varlığının doğasını ve ötesine geçemediği sınırları kabul edip sadece yürümeyi seçen insanlar… Bugün yaşadığımıza inandığımız karanlık dönem de elbet kalıcı olmayacak; bu karanlıkla barışarak ve varlığını kabul ederek direnmeyi ve kendi gerçekliğimizi oluşturmayı kesmiş olmuyoruz. Hayat var oldukça var olmaya devam edecek karanlığın varlığını kabul ederek hayatla iç içe, etrafımızdakilerle gerçekçi ve sağlam bağlar kuracak şekilde yeniden var olmaya başlıyoruz. Haberci kesinlikle görülmesi gereken bir oyun. Şu âna kadar hayatımda olduğum yerde bana en çok hitap eden ve en iyi gelen eserlerden biri. Her zaman da önemli bir yer taşımaya devam edeceğini düşünüyorum.
Haberci ve Figures of the Fool sergisi insan olma deneyiminin kaçınılmazlığı hakkında çok şey anlatıyor. Haberciler ve soytarılar kaotik bir düzen içinde olan hayat döngüsünde neleri kontrol edebileceğimizi ve nelerin kontrol alanımızın dışında olduğunu hatırlatıyor. Soytarı ne kadar eleştirilse eleştirilsin ne kadar dışlanırsa dışlansın ve kendisinden ne kadar korkulursa korkulsun varlığını bugüne kadar korumaya devam etmiş çünkü toplumun ayrılmaz bir parçası; anlam yaratıyor, zihnimizin derinliklerindeki düşüncelere ulaşmamızı sağlıyor, gerçekliğin katmanlarını soğan soyar gibi birer birer soyuyor. Günümüzdeki bilgi kirliliği, bilgiye erişimin kolaylaşması, insanların yalnızlaşması ve topluluk hissinin giderek azalıyor olması, azalan ümitler, hayatımıza durmadan giren teknolojik yenilikler ve sürekli düzenlerimizi değiştirip bu yeni düzene uyum sağlamamız gerektiğini düşündüğümüzde hissettiğimiz kaygı ve stres, sosyal medya çılgınlığı, kaybolan anlamlar… Kimi zaman bunların hepsi bir sonun başlangıcıymış gibi hissettirse de tüm bunların sadece bir dönüşüm sürecinin parçası olduğunu hatırlamak çok önemli. Bu dönüşüm sürecinde de aslında ne yaptığımız, nasıl yaşadığımız, nasıl kararlar verdiğimiz çok önemli. Korkuya ve kaygıya teslim olsak da hayalini kurduğumuz yaşamı koşturarak arıyor olsak da şu an yaptıklarımızın toplamı ve toplamından da fazlası bizim geleceğimizi belirliyor. Korktuğumuz gelecek her neyse, bu korkuya şimdiden teslim olursak kendini gerçekleştiren bir kehanet yaratıyor olacağız. Bütün bu gerçekliğin boğucu sularından kafamızı ara sıra çıkarıp nefes alma fırsatı bulur isek de aslında bu dünyayı hepimiz için daha güzel, daha yaşanılır kılma ihtimalimiz var. Suratı asık ve bezgin insanlar içinde umutlu, neşeli, çocuksu ve akışkan olmak şimdi her zamankinden daha da önemli. Bu, her ne kadar toplumun büyük bir kısmı tarafından ilk bakışta sorumsuzluk, bencillik ya da başıboşluk gibi negatif kavramlarla anlaşılsa da kendimizi ve içimizdeki çocuğu koruyabilmek, kontrol edemediğimiz karanlıkla barışıp onun sesini kısmak, dünyayı renklendirmeyi hayal etmek, sesimizi gerçekten çıkarmak, hikâyeler anlatmak, şarkılar söylemek, konuşmak, tartışmak, sohbet etmek zorundayız. Tüm bunlar bugün geldiğimiz bu noktada bizim dışımızdaki insanlara karşı sahip olduğumuz çok önemli bir sorumluluk.