Yavaşlıktan ödün vermeyen bir uzay draması: Spaceman

Yazı: Utkan Çınar

Yönetmenliğini Chernobyl‘den tanıdığımız Johan Renck’in üstlendiği bilim kurgu Spaceman, uzaya bir görev için gönderilen ve gemisine saklanmış gizemli yaratık Hanuš ile (Paul Dano) arkadaşlık geliştiren Çekyalı astronot Jakub Procházka’yı (Adam Sandler) merkezine alıyor. Netflix’te izlenebilecek filmin müzikleri de Max Richter’den.

*Bu yazı, henüz Spaceman filmini izlememiş olanlar için bazı sürprizleri bozabilir.

Zaman dilimi ve mekân

Alternatif bir gerçeklikteyiz. Ortam 1990’ları andırıyor. Tabii fazla gelişkin bir uzay teknolojisiyle. Çekya ve Güney Kore’nin uzayda yarışa tutulduğu bir gerçeklik. 

Konu nedir?

Film, Çek yazar Jaroslav Kalfař’ın 2017 tarihli Spaceman of Bohemia adlı romanından uyarlama. Jakub isimli astronotumuz Jüpiter yakınlarındaki Chopra bulutunu incelemek için gönderilir. Bu arada eşi hamiledir ve bu seyahat nedeniyle araları limonidir. Jakub’un dünyayla iletişimi azalırken mekiğinde yeni bir arkadaş beliriverir: Dev bir örümcek. 

İzlemeden önce bilmemiz gerekenler

Film ile alakalı birçok şey gibi yönetmen Johan Renck’in de enteresan bir kariyeri var. 90’larda Stakka Bo ismiyle albümler yapıp, 1993’te küçük de bir hite sahip olduktan sonra sinemaya yönelmiş. Stereo MC’s’i andıran müziğinin de hiç fena olmadığını söylemeli. 2008 tarihli ilk uzun metrajı, Mario Bello ve Jason Patric’li Downloading Nancy eleştirmenlerce yerin dibine sokulduktan sonra The Last Panthers ve Chernobyl gibi gayet prestijli işlerin yapımcılık ve yönetmenliğini üstlendi. Hatta bu arada David Bowie’nin vedası diyebileceğimizi “Blackstar” şarkısının klibinin de yönetmeni o. Referanslar güçlü. 

İlk intiba?

“Netflix” ve “Adam Sandler” kelimeleri yan yana gelince bir irkilme yaşamak doğal. Her ne kadar Sandler’ın yüzünü dramaya döndüğünde etkileyici işler çıkarabildiğini (Punch Drunk Love, Uncut Gems) bilsem ve platformun son bir iki yıldır film kalitesini yükselttiğini kabul etsem de beklentim oldukça düşük olarak başladım izlemeye. Ayrıca referans gösterilen Ad Astra, First Man ve hatta Gravity gibi uzay filmlerini de çok tutmadığımı, görsel olarak kuvvetli olsalar da ne yapsalar klişelerden kurtulamadıklarını düşündüğümü eklemeliyim. Spaceman’in ise yarattığı tuhaf ve enteresan atmosferle içine alması uzun sürmedi. 

En çok neyi sevdin?

Prodüksiyon tasarımı ilk dikkati çeken. Wes Anderson-vari ama onun oyunbazlığından uzak bir uzay gemisine sahibiz. Filmin çoğu da burada geçiyor zaten. Örümcek Hanuš’un canlandırılması gayet başarılı, sırıtmıyor. Max Richter’in müzikleri yeni bir şey sunmasa da güçlü. Hatta film için Sparks ile kotardığı şarkıyı da gayet sevdim. Filmin yukarıda da örneklerini verdiğim benzerlerine göre kendini izleyiciye satmak ister gibi bir havası da yok. Diyaloglar yerli yerinde. Renck özellikle yavaşlıktan, o hipnotik yürüyüşten ödün vermemiş; bu da iyi olmuş. Ayrıca artık çok aşina olduğumuz, uzayla ilgili teknik külliyata da neredeyse hiç girilmemiş. Bu da memnuniyet verici. Isabella Rossellini ve Lena Olin’i de az da olsa görmek güzeldi. Romanın orijinal karakter isimlerinin ve mekânların da Amerikanlaştırılmaması da güzel bir detay.

En az neyi sevdin?

Sandler’la Mulligan’ın özellikle birlikte oldukları flashback sahnelerde kimyalarının çok tutmadığını düşünüyorum. Carey Mulligan özellikle eş rollerinde fazla dominant bir karaktere dönüşebiliyor. Daha kırılgan olmasını bekleyebilirdik. Sandler’ın çekingen oyunculuğu filmin büyük kısmında gayet iyi işlese de panik hâllerini daha da vurgulayabilecek gücü olduğunu da biliyoruz. Bir de filmin dünyada geçen sekansları özellikle sinematografik açıdan sıradandı. Belki film yerine 3-4 bölümlük bir mini dizi kıvamında olsa daha elli ağızlı sunulabilirdi. 

En çok hangi sahneye yükseldin?

Çok bağıran bir sahne olmasa da Hanuš’un fındık ezmesi yediği ânı söyleyebilirim. 

Modunu nasıl etkiledi?

Yavaş ritmi, sakin diyaloglarıyla terapötik bir etkisi var. Özellikle çok da sevdiğim Paul Dano’nun seslendirirken kullandığı tonlama herkesin terapistinden veya dertleştiği arkadaşından isteyeceği şekilde demekte sakınca yok herhâlde. Hanuš hakikaten de uzun zaman aklımda kalacak bir karakter olacak gibi. Dev örümceklere istisnai bir ilgim olmasa da!

Karakterlere dair neler söyleyebilirsin?

Filmin evli çift rollerine yaklaşımını izleyenlerle tartışmak keyifli olabilirdi. Çocuk sahibi olacağını öğrenince kaçarak (Jüpiter’e) istese de istemese de hem kendi babasıyla olan geçmişiyle hem de korkularıyla (Hanuš) yüzleşen; bilinmeyenle, değişimle (Chopra bulutu) kendi başına mücadelesini seyrettiğimiz orta yaşlı, sıradan bir insanın hikâyesini izlediğimizi düşündüm. Belki Mulligan’ın eş karakterine de daha çok yer açarak hikâyenin iki tarafının da dengesi daha iyi kurulabilirdi. Jakub’un babasının komünist geçmişi de bir ayrıntı olarak yer almakta. Orada da deşilebilecek şeyler olabilirdi.

Bunu seven şunları da sever 

(İlk olarak Bowie’nin oğlu olduğunu söyleyerek bu yazıdaki ikinci Bowie referansımız da verelim!) Duncan Jones’un harika debütü Moon’u anmadan geçemeyiz. Ayda tek başına bir Sam Rockwell’le geçirdiğimiz zamana değmişti. Ayrıca filmin Brady Corbet’in işlerindeki (The Childhood of a Leader, Vox Lux) soğukluğu; Terence Malick filmlerindeki (The New World, The Tree of Life)  yer yer rahatsız edici sakinliği de akla getirdiğini söyleyebilirim. Johan Renck’in bir sonraki işini de merakla bekleyeceğim.

Yazara / yönetmene bir soru soracak olsan ne olurdu?

“Bu filmi bir animasyon olarak düşündü mü hiç?” diye sorabilirdim. Genelde tam tersi gelse de akla, bir animasyon olarak da oldukça etkileyici olabileceğini düşünüyorum. Hatta Hollandalı yönetmen Michael Dudok de Wit’in 2016 tarihli The Red Turtle’ını da getirdi aklıma.