Rockstarlık ve muz kabuğu: Thank You, Good Night - The Bon Jovi Story

Yazı: Utkan Çınar

Öncelikle dürüst olalım. Beş saatlik bir Bon Jovi belgeselini seyretmeye ikna olmak pek kolay değil. Ben de sadece ilk bölüme üstünkörü bakar geçerim diye düşünerek başlamıştım. Ancak izledikçe sadece bir Bon Jovi belgeseliyle değil; eşsiz hayat hikâyesine sahip insanların, geçmişin rockstarlarının, şu andaki iç dünyalarına dair çok ilginç, bazen komik anlara yer verdiğini görerek keyif aldım. Yani Thank You, Good Night: The Bon Jovi Story belgeselinin bir kurmaca olarak düşünüp izlediğinde ya da grubun müziğinden bağımsız olarak düşünüldüğünde enteresan bir yapım olduğunu söylemeliyim.

(Her ne kadar bu kullanımı sevmesem de karışıklık yaşanmaması için, grubun vokalisti ve liderine “Jon” diye hitap edeceğim. Yani “Sezen” veya “Kıvanç” diyormuşum gibi bir his yaşamanızı istemem.)


Baştan grubun müzikal mirasıyla ilgili bir çift kelam edelim. Bon Jovi 130 milyona yakın albüm satmış; özellikle 80’lerin sonu ve 90’ların başında çok popüler olmuş bir grup. İmajları başlarda Mötley Crüe, Kiss gibi gruplara yakın, glam sularındayken müzikleri pek sevdikleri Springsteen coşkusuna ve boy band neşesine sahipti. Kıyafetlerine hiç girmeyelim. Bendeniz de 8 yaşında kuzeni tarafından hediye edilen New Jersey isimli albümleriyle kendileriyle tanışmıştım. 90’larda kendilerini yeniden yaratıp birkaç albüm daha yapsalar da son 25 senedir, inanılmaz şekilde albümleri sürekli bir numara oluyor hâlâ, dişe dokunur bir iş çıkardıklarını söylemek zor. Zaten belgeselin son bölümü de bu 25 yılı anlatıyor ve muazzam sıkıcı. Onları “It’s My Life” ile tanıyan kuşak için de bir one-hit wonder grup olmaktan çok da öteye gidemediler sanki. Naçizane Keep the Faith albümünden “Dry County” ve These Days albümünden”Something to Believe In”i arada sırada dinlerim.

Bon Jovi’nin zamanında rock ve metal camiasında pek sevilmemesinin nedeni müziklerinin manasız bir pozitiflik içermesinin yanı sıra kimileirnce fazla “yumuşak”, fazla suya tirit bulunması olmalı. Belgeselde şarkı sözlerine yakından baktığınızda ve Jon’un sahnedeki konuşmalarında samimiyet bulmak kolay değil. Yoksa Jon Bon Jovi’nin hatırı sayılır güçte bir vokali olduğunu, pop ve stadyum rock’ın birleştiği yerde (böyle bir yer varsa) makul bir alana sahip olduklarını söyleyebiliriz. Canlı performansları da hiç fena değil. 

Thank You, Good Night belgeselinde bahsi geçen temiz yaşaması oldukça ironik bir şekilde bu coolluk eksikliğini beraberinde getiriyor. Morrison, Cobain gibilerin şimdiki algısındaki karizmayı düşünün; bir de bu belgeselde masörüne “çok yoruldum ya” deyip yerlere yapışan Jon’u. “Hızlı yaşa genç öl”ün şiarının bir laboratuvar deneyi gibi kanıtlandığına şahit oluyoruz.

Popülaritesinin yüksek zamanlarında; röportajlarında, şarkılarında ağzını bozmayan Jon, belgeselde F-‘li kelimeyi sıkça kullanıyor. Mesela “nasıl uyudun?” sorusuna “Motherf**ker gibi” cevabını vermesine çok güldüm, çok yersiz bir kabalıktı. Bu bile “temiz çocuk” algısının uzun vadede imajına iyi gelmediğini düşündüğünü kanıtlıyor sanki bilinçaltında. E doğrudur, o zaman veletken bilmem kimin albümünde şu kadar “f**k” geçiyormuş muhabbeti yapıyorduk. Ne kadar söverse o kadar iyi anlayışının bir dönem geçer akçe olduğunu itiraf etmeli. Bu da oldukça “f**kin’” gülünç tabi.

Geçmişi anlatan arşiv videolar konser performansları güzel editlenmiş. Günümüzde geçen kısımlar ise belgeselin en ilginç anları. Zaten farkında olmasalar da Jon’un en çok kullandığı kelime “exhausted” (yorgun). Belgeselde bu kadar çok geçtiğine uyanamamışlar da mı bırakmışlar, bilmiyorum. Çok fazla geçiyor çünkü! İnsanın içinden “bırak abi o zaman” diyesi geliyor. Ama bir yandan da zamanında şöhrete kavuşmak için bir sporcu disipliniyle müziğine yaklaşan Jon, sesini kaybedince dünyadaki anlamını sorgulamaya başlıyor. Gayet iyi bir 60’lık olsa da kendinden 20 yaş büyük bir Keith Richards’ın veya Paul McCartney’nin neşesine sahip değil. Sanki geçmişin görkemli anları onu hiç tatmin etmemiş gibi. Tam bir bunalım. Bir yandan da Spinal Tap gözlükleriyle baktığınızda eski günlerini arayan yaşı geçkin bir rockstarın depresyonu şeklinde mizahi bir noktaya da gidebiliyor. 

Sportif bakışı biraz açmak da lazım. ABD müzik endüstrisinde rakamlara bağlı başarı geleneği vardır, biliriz. Bon Jovi bunu çokça özümsemiş bir grup. Albüm satış rakamları, turnede verilen konser sayıları âdeta bir basketbolcunun sayı veya ribaund ortalamaları gururuyla dolanıyor etrafta. Jon da aynen kariyerini uzatmak için LeBron James, Tom Brady gibi kendine bakmayı, vokalini bir performans nesnesi olarak görüp ona özen göstermeyi obsesif bir şekilde kabullenmiş. Kendinin de dediği gibi 29 yaşında “big bizness patronu” olmuş birinden bahsediyoruz. Peki buna değer mi? Müzik yoksa spor değil mi? Belgesel bu iki soruya da olumsuz cevap veriyor diyebiliriz. Bu arada belgeselin yönetmeni Gotham Chopra aslen spor belgeselleriyle tanınıyor. Tom Brady, Kobe Bryant, Russell Westbrook, Connor McGregor gibi isimlerin işlerine imza atmıştı daha önce. İyi bir yönetmen. Bon Jovi’nin onu seçmesi de aslında işlerine bakış açılarının bir kanıtı. 

Aklıma Futurama’nın o harika Charlie ve Çikolata Fabrikası temalı bölümü de geldi. Slurms MacKenzie isimli “parti hayvanı” zorla sabah akşam parti yapmak zorunda bırakılıyordu. Kanlı gözleriyle dramı çok etkileyiciydi. Jon Bon Jovi’de de “artık bunu yapmak istemiyorum ama başka yapacak bir şey bilmiyorum“ şeklinde bir bakış var. Bir yandan da sanki hakkıyla, sıkıcı bir şekilde yaşlanan bir kuşağın ilk starı. Geçenlerde Louis Theroux’nun Pete Doherty ile buna benzer bir röportajı vardı. Doherty, Jon’dan neredeyse 20 yaş ufak olmasına rağmen görüntüsü yaşadığı “hızlı” hayatın etkilerini net bir şekilde gösteriyordu. Buna rağmen geçmişine Jon’dan daha fazla duacı gibi duruyordu. Kısa bir süre popüler olup kaybolan The Libertines zamanlarına aşinaysanız bu röportajı da tavsiye ederim.  

Yeni konserlerinde şarkı söyleyip söyleyememesi büyük mevzu iken bu konserlerden net bir performans görüntüsü olmaması da sesine artık hiç güvenmediğinin kanıtı. Ama nedense bunun da normal olduğunu; geniş oktavlı, güçlü bir sese sahip olmasına rağmen 40 yıllık kariyerinin sonunda artık bunu tekrarlayamayacak olmasını anlamıyor âdeta çocuk inadıyla. Gelgelelim bu ölümsüzlük bağımlılığıyla da alakalı olmalı. Oysa yıllar boyunca birçok hayran biriktirmesinin, tüm dünyada dinlemiş albümler yapması, çok az insana nasip olabilecek bir yaşamı olmasının âdeta hiçbir değeri yokmuş gibi davranıyor. Bu da belgeselin o tekinsiz, sanki kurmaca bir belgesel havasına da hastalıklı bir katkı yapıyor. 

Eski bir Bon Jovi hayranı iseniz grubun geçmiş dönemini anlatan anlar ilginiz çekecektir. Hakikaten yapay zekâya “80’lerden rockstar yarat” desek, Jon Bon Jovi’yi yaratabilir. Yine de bu dört bölüm ve beş saatlik belgesel serisinde Jon’un; gerçekten depresif ve yorgun bir rockstara dönüşmüş hayatını dürüstçe göstermesine de şapka çıkarayım.