Gotham'da bir noir dedektif hikâyesi: The Batman üzerine

DC’nin diğer sinemasal uyarlamalarından bağımsız bir anlatı inşa eden The Batman, izleyiciyi bir kez daha Gotham’ın karanlık ve suç dolu sokaklarına götürürken Bruce Wayne’in Kara Şövalyeliğe soyunduğu ilk yılları önümüze getiriyor. Yönetmen Matt Reeves’in dümene geçtiği ve senaryoyu bizzat Peter Craig ile kaleme aldığı filmin Robert Pattinson, Zoë Kravitz, Jeffrey Wright, Colin Farrell, Andy Serkis ve Paul Dano’nun başını çektiği oyuncu kadrosu da epey iddialı.

Bu yazı, The Batman’i henüz izlememişler için kimi sürprizleri bozabilir.

Zaman dilimi ve mekân

Film bazen 70’ler, bazen 90’lara bizleri götüren sahnelere sahip olsa da günümüze yakın bir zamanda geçiyor. Hatta tam olarak 2019 yılında geçtiğine dair şöyle ikna edici ayrıntılar ortaya çıkaranlar da var:

Konu nedir?

Trajik orijinini ezbere bildiğimiz Bruce Wayne’in karanlıkla diyaloğu Batman anlatısında, bu sefer sıra şövalyenin “çaylaklık” yıllarında. Gotham’ın belediye başkanlığı seçimlerinin arka planına odaklandığımız film bir güç savaşı denklemi. İçinde tanıdık Gotham kötüleri Carmine Falcon, sadece ismen geçse de Sal Maroni ve elbette Oz yani Penguin var. Bu çok bilinmeyenli denkleme, intikam değişkeninin dâhil olmasıyla gerilim iyice yükseliyor, suç perdeleri aralanıyor. Film, Edward Nashton, namıdiğer The Riddler ile Batman karakterleri üzerinden intikamın dualitesini ortaya koyuyor, izleyiciyi karanlığa boğuyor. Tanıdık yüzler Komiser Gordon ve Alfred haricinde Batman’in saflarına, farklı bir geçmiş öyküsüne sahip Selina Kyle/Catwoman, tehlikeli olayların ortasında kalan çaresiz arkadaşı Annika’yı kurtarmak amacıyla katılıyor.

İzlemeden önce bilmemiz gerekenler

Filmi izlemeden önce Batman orijin hikâyesine, Nolan’ın efsane üçlemesine ve bir tutam Tim Burton karanlığına aşina olmaktan hiçbir zarar gelmez. Batman Detective Comics serisine hâkim olmak, filmin karanlık tonuyla ahenk yakalamakta büyük faydaya sahip. Uzun zamandır filmlerde görmediğimiz Riddler karakterini hatırlamak da fena olmaz. Ancak bunların hiçbiri bilinmese de Matt Reeves’in anlatısı filmi bir süper kahraman filminden ziyade bir dedektiflik hikâyesi olarak ön plana çıkardığından sadece arkanıza yaslanıp izleyerek de keyif alınabilirsiniz.

İlk intiba?

Neo-gotik üslupta bir dedektiflik hikâyesi.

En çok neyi sevdin?

Süper kahraman filmlerinde tükenmeyi yaşadığımız Marvel dominasyonundaki son 10 yıl, hikâyenin koştur koştur anlatıldığı “tema parkı” söylenceleriyle doluydu. 2019 yılında Todd Phillips’in -her ne kadar kimi tepkileri çekse de- daha ustalıklı hikâye anlatımı ve kurgusunun süper kahraman / süper kötü filmlerinde de olabileceğini Joker ile gözler önüne sermesi, yeni bir dönemin başlangıcına işaret eder gibiydi. The Batman ile Matt Reeves hünerlerini ortaya koyarken benzer bir yoldan gitmiş. Bu dilin, DC’nin daha karanlık ve ciddi tonuyla çok daha uyumlu olduğunun altını çizmek gerek. Tipik bir Marvel filminde yer alan giriş, gelişme, sonuç ezberindeki fast food misali tat bu filmde yok. Reeves filmin temposuyla ve tonuyla istediği gibi oynuyor, hikâye çözülemeyen açmazlara girilen noktalarda olması gerektiği gibi yavaşlıyor ancak yoğunluk neredeyse hiç azalmıyor.

“Çaylak” Batman fikri de, “Batman her zaman bir yolunu bulur” tembelliğine ilaç gibi olmuş.

En az neyi sevdin?

Filmin ilk seyrinden gözlemlerimde, “bu hiç ama hiç olmamış” dedirtecek türden zayıflıklar yer almıyor, onun yerine kısa notlar var:

*Kokuşmuş, suçla dolup taşan bir şehrin beyaz, zengin sahiplerine yapılan eleştirinin dozunun daha fazla olmasını dilerdim. “Yenileme projeleri yalandan ibarettir” türünden sözler İstanbul özelinde de çok fazla yankılandığı içindir belki de…

* Film boyunca ipuçlarını çözerek büyük resmi yakalamaya çalışıyor oluşumuz fikrini her ne kadar sevsem de Riddler karakteri ile Batman ikiliğinde -biraz da The Dark Knight’tan gelen alışkanlıkla- daha fazla diyalog duyabilmek çok daha iyi olurdu diye düşünüyorum.

*Riddler karakterinin doyum noktasının altında kaldığımız gibi Catwoman karakterine de biraz daha ağırlık verilmiş olmasının filmi daha güçlü kılacağını düşünüyorum. Seline Kyle’ın hikâyesi biraz aceleyle anlatılmış.

En çok hangi sahneye yükseldin?

Batman’in devasa gökdelenlerin zirvesindeki gargoylelerin üzerinden şehri gözeten dikkatli şövalye imgesi her zaman tüylerimi diken diken etmiştir ve hâlâ da en etkilendiğim çağdaş mittir. Filmde tam da bu betimlemenin hakkını veren bir serbest düşüş/uçuş ânı var ki…

Modunu nasıl etkiledi?

Karanlık, soğuk ve kasvetli. Tam da olması gerektiği gibi.

Karakterlere dair neler söyleyebilirsin?

Bol karakterli filmde oyunculuklar ve karakter yorumları bir Batman hayranını tatmin edecek türden. Detaylı notlarım ise filmin iki baş karakteri üzerine:

Filmin esas kötüsünden başlamak lazım, The Riddler. Uzun zamandır filmlerde görmediğimiz bu karakter tahminen çoğu zihinde 1995 yılına tarihli Batman Forever’daki eğlenceli neon yeşil takımıyla gözleri yakan Jim Carrey’nin yorumuyla kalmıştı. Paul Dano’nun yorumunun bu zamana kadar karakterin hakkını en fazla veren performans olduğunu belirtmek gerek. (Gotham dizisindeki Edward Nygma farklı bir parantezdi belki ama Dano’nun her anlamda ağır bastığı bir gerçek.) Labirentin metafor olarak sık geçtiği bir Batman filminde, Riddler karakterinin bu labirentte ilerledikçe orijininin ve motivasyonunun tıpkı bir bilmece gibi çözülüşü çok iyi kurgulanmıştı. Karakterin delilikle olan yakın ilişkisinin geldiği son nokta tam da olması gerektiği gibi.

Robert Pattinson’ın bu Batman performansını, yakaladığı ve istikrarla devam ettirdiği büyük çıkışının bir başka durağı olarak görebiliriz. Bir başka gececil varlık, bambaşka bir Pattinson. Yer yer Emo Batman olarak da ifade edilen yeni (büyük ihtimalle 28 yaşındaki) genç Batman, kendini “Ben intikamım” sözleriyle tanımlıyor. Ve gerçekten de bu Batman intikam duygusu kadar güçlü, intikam duygusu kadar kırılgan ve zayıf… Çoğu aksiyon sahnesinde Batman’i – ilk defa deneyimlediğinden bizleri emin bırakan detaylarla – tehlikelere atılırken, hatalar yaparken ve hatta onu korkarken görebilmek tazeleyici bir yenilik olmuş. Riddler ile olan sürtüşmesi ve bu süreçteki değişimi âdeta Nolan üçlemesindeki daha erdemli, daha usta Batman’e bir girizgah, bir hazırlık hikâyesi gibi.

Kimler sever?

90’lar karanlığından vazgeçemeyenler sever. Görselliğiyle ilgili birkaç gözlem: Filmden söz ederken neo-gotik kelimesini çok sık kullansak da Barok Dönemi’nin ışık estetiğine de rastlamak mümkün sanki. Soluk ama bir o kadar da etkili ışıkla aydınlanan sahneler 17. yüzyıl Hollanda ressamlarının elinden çıkmış gibi. Greig Fraser’ın bu sinematografi çalışması belki de Dune’daki performansından daha ustalıklı. Özetle karanlık, yağmur, kasvet sevenler çok da şikayetçi olmayacaktır.

Bunu seven şunları da sever

David Fincher klasikleri Zodiac ve Se7en, The Batman boyunca bilinçaltından su yüzüne çıkanlardan. 70’lerden yakalanan ton tıpkı Phillips’in Joker’i gibi bizlere Taxi Driver evreninden anlar sunuyor. Filmde sözünü ettiğim 90’lar hissi Dark City, Strange Days çağrışımları yapıyor.

Matt Reeves’ın açıklamalarından anlıyoruz ki Gus Van Sant’tan Last Days, bu yılgın Batman karakteri için ilham verici olmuş. Nirvana’nın “Something in the Way”ini bitmeyen bir yankı olarak duyduğumuz filmin başrolünü Robert Pattinson’a getiren ise Safdie Kardeşler filmi Good Time’daki -Reeves’e göre- Cobain-vari performansı olmuş.

Riddler’ı yaşamış bir suçlu olarak yeniden yorumlama konusunda, Alan J. Pakula filmi All The President’s Men, derinlerde yatan komplo kurgusunda Reeves’e ilham verenlerden. 

Soru işaretleri / varsa açtığı tartışmalar

Filmin tipik bir süper kahraman filminden ziyade bir dedektiflik hikâyesi olması kişisel yorumum olarak çok sağlam bir duruş olsa da yine aynı sebepten kimileri için bir handikap olarak görülebilir. Diğer yandan filmin Batman’in zayıflıklarının ilk defa bu kadar üzerine gidiyor olmasıyla da birleşince memnuniyetsizlikler kimi saflarda artmış gibi görünüyor. Lider, kahraman figürlerini ve “Bunlara gerçekten ihtiyaç var mı?” sorularını gittikçe daha çok sormamız gereken bir dönemde verimli bir tartışma konusu açabileceğini düşünüyorum.

Yazara / yönetmene bir soru soracak olsan ne olurdu?

Karşında üzerinde yüz olan iki kapı var.
Biri her zaman doğruyu söylüyor,
diğeri ise yanıltıyor, kandırıyor durmadan.
Biri seni cennet bahçesine ulaştırıyor,
diğeri cehennemin dip çukuruna.
Hangi kapının hangisi olduğunu
ve nereye açıldığını bulabilmek için
soru sorma hakkın var
sadece bir tane,
sadece bir kapıya.
Bu açmazı çözmek için,
söyle şimdi
ne sormalı?

Formu dolduran: Biçem Kaya