“Jin, Jiyan, Azadî”: The Seed of the Sacred Fig

Yazı: İlayda Güler

Baskı ne kadar korkutabilir? Korku ne kadar zalimleştirebilir? İnanç ne kadar kör edebilir? Bir insan sevdiklerini ne uğruna feda edebilir? Dayanışma kaç hayatı kurtarabilir? 

Takvimler Eylül 2022’yi, koordinatlar İran’ın başkenti Tahran’ı gösteriyor. Najmeh ve Iman, ülkelerinde uygulanmakta olan teokratik rejimin sözünden çıkmayı bir an bile düşünmemiş, 20 yıldır evli bir çift. Üniversitede okuyan Rezvan ve henüz lise çağındaki Sana adlı çocuklarını ilgiyle büyüttükleri bir aile kurmuşlar. Üstelik gelecekleri de epey parlak. Zira Devrim Mahkemesi’nde soruşturmacılığa terfi eden Iman’a çok yakında devlet tarafından türlü ayrıcalıklar bahşedilecek; bu yeni pozisyonun taşıdığı saygınlık, koltuklarını kabartıyor pek tabii. Her gün, özgürlüğü için mücadele eden gencecik insanların katline ferman verirken içi sıkılsa da işini sürdürmekteki kararlılığı belli ki bundan sebep.

Öte yandan, gözlerin daima üzerinde olacağının da bilincinde Iman. Koridorlarında Devrim Muhafızları’nın birebir ölçekli baskı figürleri, odalarında dinleme cihazlarıyla yaşanan, kontrol altında olma hâlini bir saniye dahi unutturmayan o ruhsuz bürosunun karanlığı evine bulaşıyor; kızlarının gözündeki ışığa kastediyor hızla. Artık herkesle görüşemezler, her yere gidemezler, tesettürlerine her zamankinden daha fazla dikkat edecekler, babalarının gizli görevinden zinhar bahsetmeyecekler. Bu büyük sorumluluğun bedelini ailecek ödemeyi, güvensizliği ve ona önlem olarak tahsil edilen silahla aynı evde yaşamayı kabul edecekler. Etmeyecekler.

Boyun eğmek ihtimal dâhilinde değil

Ayvalık Uluslararası Film Festivali kapsamında Türkiye’de ilk kez gösterilen Daneh Anjeer Moghadas / The Seed of the Sacred Fig / Kutsal İncirin Tohumu, epey çetrefilli bir sürecin sonunda sinema perdesine ulaşabildi. İranlı yetkililerin, 70 günde gizlice çekilip Cannes seçkisine dâhil edilen filmini geri alması talebini reddedince, ulusal güvenlik suçu işlediği gerekçesiyle sekiz sene hapis ve kırbaç cezasına çarptırılan yönetmen Mohammad Rasoulof’un başı rejimle uzun yıllardır belada. Bu kez çözümü, ülkeden çıkışı yasaklanan ekip üyelerinden bazılarıyla birlikte 28 gün süren bir yolculukla Almanya’ya kaçmakta buldu. Sonunda Cannes Film Festivali’nin kırmızı halısına, İran’dan ayrılamayan oyuncular Soheila Golestani ve Missagh Zareh’in fotoğraflarını taşıyarak katılan ekip, The Seed of a Sacred Fig’le jürinin Özel Ödül’üne uzandı. Film aynı zamanda 97. Akademi Ödülleri’nin En İyi Uluslararası Uzun Metraj Film dalında Almanya’nın adayı seçildi. Türkiye’deki en yakın gösterimlerini, 4-13 Ekim’de gerçekleşecek Filmekimi programında bulabilirsiniz.

The Seed of a Sacred Fig, kurallara uygun örtünmediği gerekçesiyle Tahran’da ahlak polisi tarafından gözaltına alındıktan sonra şiddete maruz bırakılıp, 16 Eylül 2022’de kaldırıldığı hastanede hayatını kaybeden 22 yaşındaki Mahsa Amini’nin ardından düzenlenen eylemlerle eş zamanlı akıyor. Televizyonun yalan makinesine dönüştüğü, doğru bilgiye sosyal medyadan ulaşılmaya çalışılan bir ortamda İranlı muhaliflerin, bilhassa gençlerin istikrarlı direnişini, yaşadıkları paranoya ikliminde sımsıkı tutundukları cesareti olağanca doğrudan bir dille ortaya koyuyor. Öyle ki İran’dan kaçış sonrası, Fatih Akın’la da çalışan Andrew Bird tarafından yapılan kurgusu, sette çekilmiş sahnelerle protestolar esnasında kaydedilmiş gerçek video kesitlerini örüyor. Etrafı saran politik gerilimin yıkıcılığını ülke ve aile arasında ölçek değiştirerek izleyen film; baba Iman’ın günün birinde sırra kadem basan, bulunamazsa ağır yaptırımları olacak silahının izini sürerken şüphesinin hedefi hâline gelen eşi ve kızlarının, kendisiyle baş etme formüllerini koyuyor gözümüzün önüne. 

Rejime gönüllü kölelik eden birinin sıra kendi itibarını, özgürlüğünü, bir ihtimal yaşamını kaybetmeye geldiğinde; muhafaza edebildiği son merhamet kırıntısından da nasıl vazgeçtiği bir mesele elbet. Ancak odağını, birbirine sadakatle bağlı kadınların akıllarını ve kalplerini birleştirdiğinde yapabildiklerine, zor koşulların içinden çıkabilme becerilerine çeviriyor The Seed of a Sacred Fig. Seve seve boyun eğdirmenin ipliğini pazara çıkarıyor; kadınların aile içinde yaşadığı sinsi boğulmayı gündelik yaşamdan çeşitli anlar, diyaloglar yakalayarak ince ince işliyor senaryosuna. Tam da burada, karakter yazımının filmin en güçlü yanlarından biri olduğunu söylemek gerek. 

Eşine aşkla bağlanmış, onun değerlerine sorgusuzca inanıp gerektirdiklerini uygulayan, ihtimamla yetiştirdiği evlatlarına ayrı odalar verebileceği bir eve taşınmanın, ailesiyle beraber süreceği daha müreffeh bir yaşamın hayalini kuran Najmeh; Türkiye’de de iyi bildiğimiz, çok gerçek bir kadın. Annelerinin gözlerini açan akıl küpü kızları; polisin sokakta işkence ettiği arkadaşına derhâl kol kanat geren, neye muhalefet ettiğini etkileyici hitabetiyle anlatırken tüm kadınların hislerine tercüman olan Rezvan ile neşesi, hüznü, endişesi, masumiyeti, ailesini kurtarmak için bulduğu yaratıcı çözümlerle pırıl pırıl parlayan Sana’yı ise jenerasyonlarına has özellikleri ve aralarındaki yumuşak, korumacı dinamiği takip ederek seyretmek oldukça zevkliydi. Bunda Mahsa Rostami (Rezvan), Setareh Maleki (Sana), Sohelia Golestani (Najmeh) ve Misagh Zare’nin (Iman) kıvamı iyi bulunmuş, inandırıcılığı yüksek oyunculuk performanslarının katkısı da büyük tabii.

168 dakikalık süresi boyunca dikkatin dağılmasına izin vermeyen, son derece sürükleyici bir yapım The Seed of a Sacred Fig. Tüm karakterlerin yaşadığı diken üstündeliği buram buram hissettirirken, seyirciyi belli bir mesafede tutmayı başarıyor; boğazını sıkmıyor yani, en öne hep merak duygusunu koyuyor. Fakat doğasında yeterince duygu yükü olan iki uzun sahnenin arkasına yerleştirilmiş acıklı müziklerin, empatimi katmerlemek yerine beni hikâyeye yabancılaştırdığını söylemeliyim. Orta Doğu’ya satılan herhangi bir yerli dram dizisine düşmüşüm gibi geldi o dakikalar. Yine de izlediğime memnun olduğum, ekibinin azmine, hikâyesini anlatma tutkusuna hayran kaldığım; herkesin, en çok da birlikteliğin gücünün henüz farkında olmayan kadınların karşılaşmasını dilediğim bir film oldu. 

Kadınları boğan kökler ve inatla yeşermeyi seçmek üzerine

The Seed of a Sacred Fig adını, tohumları kuşların dışkılarıyla taşındığında, havada kök salıp düştüğü ağacı sararak öldüren Ficus Religiosa bitkisinden alıyor. Kendi tabiatı üzerinden, tesiri yüksek bir metafor olarak izleyenin zihninin gerisinde çalışırken, bir güç devşirme metodu olarak kutsaliyet atfetme eyleminin, toplumun her kesimine zarar verebilecek tehlikelere nasıl çanak tuttuğu konusunda da uyarıyor. Gösterdiği pek çok şey o kadar tanıdık ki…

Perde karardıktan sonra Narin Güran’ı, onu katleden aileyi, zihniyeti düşünmemek mümkün değildi. Üzerinden bir ayı aşkın bir süre geçmesine rağmen faillerinin ve öldürülme sebebinin tespit edilmediği; ağzından devleti düşürmeyen bir köy dolusu insanın devlet tarafından yürütülen bir soruşturmayı fütursuzca yanılttığı; eril tahakküm altında yönetilen medyaların, faydasını sağladıktan sonra adım adım sessizleşmeyi seçtiği; aldığımız haberlerle gündelik dilimize dehşet verici sözcüklerin yayıldığı; ruh sağlığını, yaşama motivasyonunu koruyabilmek için koca bir toplumun kendini farklı ölçülerde duyarsızlaştırdığı; insanların mecali varken ses çıkarıp, yokken gündem detoksu yapmak mecburiyetinde kaldığı bir yerde yaşıyoruz. 

Tam da bu yüzden Narin’i unutma lüksümüz yok. Onu öldürenlerin hukuk önünde cezalandırıldığını, başkalarını caydıracak önlemlerin alındığını görmeden susmak diye bir şey yok. Tüm bunlar olurken; kendi evimiz, ailemiz, iş yerimizde adalet ve şefkate dayalı bir yaşantı inşa etmeyi her şeyin önüne koymaktan başka çaremiz yok. Najmeh, Rezvan ve Sena kulağımıza şöyle fısıldıyor: “Dayanışmanın olduğu yerde daima umut var.”