Türk sinema seyircisinin “Yüzyıllık Aşk”ını serginin küratörleri Gökhan Akçura ve Müge Turan’a sorduk

“Yapıt izleyicinin ruhuna bir reçete bırakacak. Sinema deneyimimiz bir algı deneyimi olacak.”

Bundan yetmiş yıl önce Maurice Merleau-Ponty bu sözleri söylediğinde Yeşilçam Sineması henüz ilk adımlarını atıyor ve daha sonra çok iyi tanıyacağımız bir dünya kuruluyordu. Art arda gelen fotoğraf karelerinin, ancak gözlerimizi kapadığımızda hayal edebileceğimiz bu görüntü birliğinin henüz bir oda uzağımıza gelmediği dönemlerdeki bu masalsılık, etkileyiciydi. Dünya sinema tarihinde pek çok yerde aynı hissiyat paylaşılırken Yeşilçam’ı farklı kılan ne? Kendi sinemamız olması ve bizim deneyimlerimizde şekillenmesi dışında film endüstrisinin bir parçası olan sadece bir sinema olayı olmaması bunun cevabı olabilir mi? Gündelik hayata yayılmış, sinema salonu dışında yeniden üretilen bir sinema aktivitesi olan Yeşilçam. Yalnızca filmlerin içerikleriyle değil salonun dışına çıkıp antrelere, lobilere, yer göstericilerine hatta poster ve broşürlerine, biletlerine, gala gecelerine, artist fotoğraflarına ve sokaklara taşan hayran kitlelerine bakıp analiz edilebilecek bir kuşağın geçmişi ve yüzyıllık bir sinema aşkının kalbi.

Geçtiğimiz ay açılan Yüzyıllık Aşk sergisi de adından da anlaşılacağı gibi yüz yıllık bu aşkı ve aynı zamana denk gelen İstanbul Modern’in onuncu yılını kutluyor. Bugüne kadar sinemanın toplumsal, ekonomik, politik, edebi pek çok yönü üzerine yapılan analizlere farklı bir yönden yaklaşan sergi tam da bu algı deneyimini, deneyimleyen özneleriyle ele alıyor. Sinemanın popülerleşen öğeler yaratması, yukarıda da bahsettiğimiz gündelik hayat aktivitesi haline gelişi ve bir kültür çalışmasının konusu olan Yeşilçam Sineması’nın arşiv koleksiyonunun kapağı bu sergide yeniden açılıyor. Bu çalışmanın küratörleri Müge Turan ve araştırmacı yazar Gökhan Akçura’ya bu emeği ve yüzyıllık serüvenin günümüzdeki yansımasını sorduk.

12

Türk Sineması’nı “seyircisinin gözünden” anlatan, küçük detaylarla şekillenen bir arşiv çalışması yapma fikri ne zaman ve nasıl ortaya çıktı?

Gökhan: Türk Sinemasının 100. Yılı dolayısıyla bir sergi yapmak fikri ortaya çıktığında değişik bir bakış açısı arandı. Herkesin hemfikir olduğu açı “seyirci gözünden sinema tarihimiz” oldu. Bugüne kadar sinema tarihçileri hep sinemanın üretim yanını ele aldılar. Hangi filmler, hangi yapım şirketlerinde hangi yönetmenlerce, hangi oyuncularla yapılmış, bunu ayrıntılarıyla biliyoruz. Seyirciyi seçtiğimizde, bakış açımızın farklı olduğunu ve karşı kıyıya geçtiğimiz düşündük. Ama birden fark ettik ki, seyirci araştırmaları, incelemeleri yapılmamış. İstatistikî sayılar var elbette… Seyirci konusunda incelemeler yapılmadığı için, anılara başvurduk. 1980’li yıllara kadar insanlar (sinemacı, yazar, iş adamı, aklınıza kim gelirse), özellikle çocukluk ve gençlik yıllarında gittikleri sinemalarla ilgili anılar kaleme almışlar. Bunlardan ilginç ayrıntılar öğrendik. Eski dergiler de bize yardımcı oldu. Okur Köşeleri’ne mektup yazan seyirciler ve onlara cevap veren yazarlar bir dönemin anlayışını gözler önüne seriyordu. Daha da eski yıllarda Holivut dergisi gibi popüler sinema magazinleri belli bir kesimin günlük yaşamını bile belirliyordu. Hatta modalar bile çıkmıştı filmler ilgili.

Yüzyıllık bir sinema geçmişinden bahsediyoruz ki bu oldukça geniş bir zaman dilimi. Sizce böylesine eski bir geçmişe dair yeterince derinlemesine çalışmalar var mı? Siz bu tarihi nasıl bir yöntemle incelediniz?

Müge: Sergi yüz yıllık bir tarihi seyirci gözünden okumaya, toplanan belgelerle bir tür seyirci hikâyesi yazmaya çalışıyor. Bu coğrafyada sinema tarihi yazılırken seyirci bunun neresindeydi, onun varlığını bulmak, görmek istedik. Bugüne kadar bu başlıkta bir çalışma yapılmamış, bazı tezler var sinema tarihinin farklı dönemlerine odaklanmış. Şimdiki zamandan geriye dönüp baktığımızda, seyirci üzerine bir çalışma yapmak için tek yol sözlü tarih gibi duruyor. Biz de kaynak bulamadığımız için çeşitli gazetecilerimizin, yazarlarımızın, araştırmacılarımızın, sinemacılarımızın ya da iş adamlarımızın anılarını taradık.

Gökhan: Seyirci açısından sinema başlıklı özel bir arşiv yoktu elbette. Ama genel anlamda arşivler vardı. Benim, Agah Özgüç’ün, Burçak Evren’in, Cengiz Kahraman’ın ve Ankara sinemaları konusunda da Turan Tanyer’in arşivleri gereğinden çok daha fazla veri sağlıyordu… Varolan arşivlere bu yeni bakış açısıyla baktık. Önce konu başlıklarımızı saptadık. Sinemaların seyircinin filmleri seyrettiği yerler olduğunu hatırladık. “Sinema Mabetleri”ydi bu mekânlar bir anlamda… Binalarından gişesine, antresinden salonuna, fuayesinden perdelerine kadar sinema yapılarını inceledik. Kapılarına asılan dev afişleri, “sinema fenerleri”ni mercek altına aldık. Ardından “seyirciyi sinemaya kim davet eder” sorusuna cevap vermek durumundaydık. Afişler, program dergileri, gazete ilanları, broşürler, el ilanları bu sorunun cevapları oldu. Buraya kadar ele aldığımız başlıkları zaten koleksiyoncuların topladıkları malzemelerle sergiye katabiliyorduk. Eski sinema dergilerini karıştırırken özellikle bir dönemin en güçlü dergisi Ses’de özel “seyirci randevuları” gerçekleştirildiğini fark ettik. Ses sinema artistlerini dergi bürosuna getiriyor, buraya telefon eden hayranları onlarla konuşabiliyordu. “Alo Ünlü” köşemiz böyle ortaya çıktı. Ses ayrıca “Mahallenizde bir sinema artisti” gibi bir başlıkla, oyuncuları belirli bir mahalleye, kasabaya, kente götürüyor; yapılan röportajları da sayfalarına aktarıyordu. Hayranlar konusu yeni koridorlar açtı bize.

Fatma Girik’li çiklet kutularından, Türkan Şoray’lı çay bardaklarına, imzalı kartpostal ve resimlere tüm bu müzelik anıların toplanması süreci nasıl gerçekleşti?

Müge: Yüzyıllık Aşk sergisinde gördüğüm malzemelerin çoğu muhtelif koleksiyonerlerin arşivlerinde yer alıyor. Bu kişilere ulaşmak, o malzemeleri bulmak epey bir zamanımızı aldı. Koleksiyonerlerin birbirini tanıdığı ortamda o kişilerin izini sürdük. Kimi Türkan Şoray’ı sevdiği için çay tabağını saklıyor, kimi ise belge değeri olduğuna inandığı için biletleri topluyor. Ülkemizde içimize sinen bir sinema müzesi veya merkezi bir arşiv olmadığı için, kaynakları parçalanmış bir sinema tarihinden bahsediyoruz. Hele ki seyirci gibi bugüne kadar daha az ele alınmış bir konuysa, bu olguya dair yazılı, görsel belge toplamak için gerçekten de sıkı bir takip ve araştırma gerekiyor.

Gökhan: Bir dönemler çikolata, çiklet gibi tüketim maddelerinin içinden çıkan artist fotoları toplanırdı. Bu fotolar özel albümlerde bir araya getirilirdi. Eski yıllarda kartpostal satıcılarının tezgâhlarında artist fotoları çok rağbet görürdü. Bir de imzalı fotoğraf avcıları vardı. Ama hayranlığın en uç noktası olan “fanatik”lere değinmesek olmazdı. Filiz Akın, Türkan Şoray ve Yılmaz Güney’in fanatiği olan üç sinema tutkunu bulduk. Onların evlerine, dolaplarına girdik. Videolar çektik. Serginin “fanatik”ler bölümü de böyle ortaya çıktı. 1950’lerin ünlü bir starı olan Hümaşah Hican’a yazılmış hayran mektupları ise Agah Özgüç arşivinden geldi.

Holivut dergisi

Sergi boyunca sinema seyircisini birebir gözlemlemek de mümkün. Her yaştan insanların plaktan yükselen sesleri takiben mırıldandıklarını duyabiliyorsunuz. Hala seyircisini müziğiyle, görselleriyle, sinema salonlarıyla böylesine etkileyen bir dönemden günümüze baktığımızda nasıl bir değişim görüyorsunuz, sizce bundan bir 20 yıl sonra günümüz için böyle bir arşiv çalışması yapmak mümkün olacak mı?

Böyle bir çalışma yapılabilir, ama ilginç olur mu çok şüpheliyim. Çünkü seyirci-sinema ilişkisi çok değişti. Sinemanın ilk dönemlerinde seyirci ile filmler arasında çok büyülü bir ilişki vardı. Bir kere sinema çok yeni ve çok farklı bir seyirlikti. İnsanlar filmlere büyük bir tutku ile gidiyor, ona yaşamlarında özel bir yer veriyorlardı. Bu güçlü ilişki 1970’li yıllara kadar sürdü. Her dönem değişik başlıklar vardı. Hollywood sineması bir dönemi belirledi, İkinci Dünya Savaşı yıllarında Arap filmleri öne çıktı. 1960’lardan itibaren de Türk sinemasının altın yılları başladı. Ama yetmişli yıllar sosyal yaşama olduğu kadar, sinema yaşamına da darbe vurdu. Sonrasını biliyorsunuz. Televizyon, video, internet sinema alanın genişlemesine, öte yandan da sıradanlaşmasına neden oldu. Eski sinema binaları tek tek yıkıldı, AVM’lere sıkışan küçük sinemalar piyasaya hâkim oldu. Sinemanın büyüsü bozuldu. Bugün onlarca sinema kanalı, internetten anında izleyebildiğimiz binlerce film, kütüphanemize hemen ekleyebileceğimiz videolarla sinema her an elimizin altında, her anımızda. Ama seyirci-sinema ilişkisinin aynı güçte ve önemde sürdüğünü söylemek kolay değil.

Yüzyıllık Aşk sergisinin 4 Ocak’a kadar İstanbul Modern’de gezilebileceğini hatırlatırız.

 Röportaj: Seçil Kalenderoğlu