Viennale notları: Hem güzel hem kanlı!

Yazı: Müge Turan

Bu yıl 60 yaşına giren Viyana Film Festivali namıdiğer Viennale seçkisinden, yanımda iki yönetmenden, biri kurmaca biri belgesel iki adet film getirdim.

İlki Helena Wittmann’ın, Drift’ten (2017) sonra yazıp yönettiği ikinci filmi Human Flowers of the Flesh (Etten İnsan Çiçekleri). Yine öykü bazlı değil ve yine bizi denize götürüyor, bu kez Akdeniz’e. Marguerite Duras’nın 1952 romanı Cebelitarık Denizcisi’nden yola çıkan filmde tümü erkekten oluşan bir tayfanın başındaki Yunan kaptan Ida (Angeliki Papiliou) tıpkı romanın kahramanı Anna gibi yitirdiği bir şeyi arıyor. Görevleri Akdeniz’e ait flora ve faunadan örnekler toplamak olsa da Ida’nın asıl arayışı nedir, tam bilemiyoruz. Belki masumiyet, belki yalın bir ruh, belki bunları koruma altına almak. Ya da denizle veya denizin tarihiyle ilgili bir iz düşümü… Bu yolculuğun bir diğer teması ise Fransız yabancı lejyonları ya da daha çok onların hayaletleri. Bazen Korsika sokaklarında lejyon memurlarını görüyoruz ya da eski fotoğraf ve mektuplar üzerinden onları hatırlıyoruz. Ama asıl buluşma sinema üzerinden oluyor. Filmin sonunda Ida, Claire Denis’nin 1999 yapımı Beau travail’inde eski subay Galoup’u oynayan Denis Lavant’ı evinde ziyaret ediyor.

Film, deniz olmak istiyor sanki

Human Flowers of the Flesh dönüşüm ile ilgileniyor. Farklı parçalar sanki bu dönüşüm ilkesiyle bir araya gelmiş. Filmde geçen kelebekler, Medusa’nın kafası altında zamanla kanayarak mercan resiflerine dönüşen bitkiler… Her şey dönüşmekte. Bu dönüşüm sadece hikâye üzerinden değil bir noktada sinemasal deneyimin kendisini de içeriyor. Bir sahnede gökyüzünden inen paraşütler denizanası gibi aşağıya süzülüyor, bir diğerinde kamera kendini denizin dibindeki tarihî bir marina harabesinde kaybediyor. Gözü öyle bir kilitleniyor ki sanki oradan ayrılamıyor. Zaten denizin kıvrımlarına, hareketine, azametine takıntılı olan Wittmann bu kez neredeyse pelikülü de denizin içine sokmuş. 8 mm kaydettiği mavi renge boyalı, rüya gibi bir sekansta film karesi suluboya resme dönüşmüş ve artık deniz, filmi de hikâyesini de ele geçirmiş. Film, deniz olmak ister sanki.

Ida’nın kendisi de akıcı bir karakter. Sanki daha çok kafasının içinde hareket eden ama aynı zamanda gizli ve kutsal erkek dünyasının kalbine doğru yelken açan bir kadın. Film boyunca ucu açık ve dağınık gibi olan Ida ile lejyonlar arasındaki ilişki Ida’nın, Galoup ile karşılaşmasıyla daha somut bir anlam buluyor. Lavant’ın yaşlanmış bedeni lejyonların ve sömürge ruhunun hayalet gibi olsa da hâlen yaşadığını gösteriyor. Aynı zamanda Wittmann’ın sömürge ve sonrasındaki bedenleri inceleyen başka bir kadın yönetmen olan Claire Denis’ye jesti. Bu hem bir feminist göz kırpma hareketi hem de duygulanımı bir çeşit bedenler arası anlam yaratma aracı olarak gördüğünün işareti. Wittmann’ın doğaya ve peyzaja konumlandırdığı kamerası, filmin plastiğini kullanması dokunsal bir his veriyor.

Human Flowers of the Flesh yavaş ilerleyen, politik ve şiirsel bir seyahat. Wittmann, filmin görüntü yönetmenliğini de kurgusunu da yapmış ve belki de bu sayede kelimesiz, soyut ama temas eden, içten bir iletişim kurmayı başarmış. Drift’teki gibi burada da birleştirici güç suyun hacmi ve dokusu olsa da bu kez deniz ve tekne de bize konuşuyor veya şarkı söylüyor. Nika Son’un ses tasarımı ve müzikleri sayesinde sinemadaki ses, karenin uçlarından taşarak ayrı bir bedene bürünüyor.

Filtresiz bir günlük gibi

Wittmann’ın Ida ile Akdeniz’e açılması gibi, Akademi ödüllü Laura Poitras da sanat dünyasının kült fotoğrafçılarından Nan Goldin’i yanına alarak hem fotoğraflar ve hatırlattıkları üzerinden bir yolculuğa çıkıyor hem de sanatın politik bir müdahale olabileceğine dair bir ders veriyor. 79. Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan ödülüne layık görülen All the Beauty and the Bloodshed iki farklı öyküyü inanılmaz bir sahicilikle birbirine örüyor: Goldin’in travmatik aile geçmişi, Boston ve New York’ta edindiği arkadaş ortamı, 20. yüzyılın en önemli fotoğrafçılarından biri hâline geldiği kariyeri ve Goldin’in kurucusu olduğu P.A.I.N. (Prescription Addiction Intervention Now) adlı aktivist grupla beraber Guggenheim ve Metropolitan gibi müzelerde gerçekleştirdiği eylemler. Bu eylemler ABD’de 100 binlerce insanın hayatını kaybetmesine yol açan opioid salgınının sorumlusu ecza devi Purdue Pharma’nın sahibi Sackler ailesine karşı.

Belgeselde hikâyesini kendi çatallı sesiyle anlatan Nan Goldin’in fotoğrafı da otobiyografik hatta duygularla şekillenen, filtresiz bir günlük gibi. “Yeteri kadar fotoğraflarsam kimseyi kaybetmem diye düşünürdüm. Ama aslında fotoğraflarım bana ne kadar çok şey kaybettiğimi gösteriyor.” Sanıyorum bu söz en çok Goldin 11 yaşındayken intihar eden ablası Barbara için. Hayatını sarsan bu olay sanatçının fotoğrafındaki inceliğe, hayata tutunma çabasına dair bir ipucu veriyor. Estetik bir tercihten çok, duygusal bir ihtiyaç. Karelerdeki aile içi şiddet, uyuşturucu, cinsellik gibi konular, travestiler, AIDS hastaları ve onlardan çıkan hikâyeler başkasının değil, onun ve arkadaşlarının hayatları.

All the Beauty and the Bloodshed belgesel anlatımında sık görülmeyen bir biyografik okuma yapıyor: Bir sanatçının kendi hayatından edindiği deneyimi sanatına geçirerek güçlenmesi ve bu güç ile birlikte ablasının ölümüne duyduğu kızgınlığı bir tür politik duruşa, aktivizme taşıyabilmesi. Fotoğraflarının “komşular duymasın” uyarısına karşı kendisinin ve komşularının ne yaptığını herkesin bilmesini istediğini çünkü yanlış şeylerin gizli kaldığı için insanları mahvettiğini söylüyor. Ailesinin Barbara’nın özgür ve asi ruhuna karşı takındıkları umursamazlığa, banliyö ikiyüzlülüğüne karşı açıklık ahlakını savunuyor. Belgeselin diğer güncel kısmında ise kendisi de opioid bağımlısı olan Goldin, P.A.I.N. grubuyla birlikte dünyanın en prestijli müzelerine milyonlarca dolar hibe eden Sackler ailesini ifşa etmek için eylemler düzenliyor. Goldin çevresindeki insanların aşkını, kaygısını, acısını portrelerken, Sackler’ın hapları bu acıdan ve o sırada yok ettikleri insanların sırtından para kazanıyor. Belgeselin sonunda P.A.I.N. mücadeleyi kazanıyor. Sackler ailesine karşı kazanılan bu haklı zafer, sanatın gücüyle nelere kadir olabildiğinin bir kanıtı.

Birbirinden farklı yaklaşım, tür ve stiller benimsemiş bu iki filmin buluşma noktası pelikülün dönüşme ve dönüştürme gücü. All the Beauty and the Bloodshed’de, 40 yıl öncesinin “kafası güzel” fotoğrafları bugüne müdahale ederek bir ilaç mafyasının itibarını çökertebiliyor. Human Flowers of the Flesh’te film şeridi hem kendini hem de canlandırdığı insan ve diğer bedenleri dönüştürüyor. Sanat, geçmişin yaralarını sarıp iyileştirebiliyor. Bu, ister bugüne kadar kim bilir kaç bedene işlemiş şiddet dolu sömürge tarihi olsun ister kendini 19 yaşındayken trenin önüne atan bir kardeşin bitmek bilmeyen acısı. Bazen güzel bir an, bazen her yer kan revan.