Warhaus: Teenage Kicks
“İstanbul hep çok hayran olduğumuz bir yer, muhtemelen konser çalmayı en çok sevdiğim üç şehirden biri. Türkiye’deki dinleyicilerle çok iyi bir bağımız olduğunu düşünüyorum ve bunun için oldukça minnettarım.”
Hayatımıza Balthazar’ın karizmatik sesi olarak giren Maarten Devoldere’in solo projesi Warhaus, yeniden İstanbul’da sahne alacak olmaktan dolayı duyduğu heyecanı bu şekilde özetledi sohbetimizin başında. 2024 sonbaharında yayımlanan Karaoke Moon albümünün turnesi kapsamında, 17 Mayıs’ta bu kez JJ Arena’da bir konser verecek olan Warhaus’un incelikli melankolisine ortak olmak isteyenler için biletler burada.
Devoldere, yaklaşan buluşmamız öncesinde müzisyenlerin büyürken dinlediği müzikleri ve bu müziklerin üzerlerinde bıraktığı tesiri kurcaladığımız Teenage Kicks serimize konuk oldu. Onu en çok etkileyen albümler hangileriydi? Bu müziklerle nasıl tanıştı? Hayatının o dönemlerinde onun için önemli olan diğer şeyler nelerdi? Maarten Devoldere anlatıyor.
YAŞ 13-15

En çok Nirvana dinliyordum muhtemelen. Özellikle Unplugged in New York albümü. Ergenliğimin başlarında sürekli onu döndürürdüm.
Eniştemin koleksiyonunda olan albümlerden biriydi. Bir şekilde tüm Nirvana şarkıları melodik oluyor ve sanırım beni bu müziğe çeken şey de buydu. Catchy olmasına rağmen müziğin çalınış ve söyleniş biçimi itibarıyla epey çiğ de bir yandan. Stüdyo kayıtlarına kıyasla bu albümde atmosfer de daha ön planda.
Gitar çalmaya başladığım zamanlarda abimin bana Nirvana şarkılarını öğretiyordu. İlki “Come As You Are”’dı muhtemelen, çok klişe ama çalması kolay bir şarkıydı. Sonra hızlı bir şekilde başka müziklere de yönelmiştim ama enstrümandan çıkardığım ilk notalar Nirvana’ya aitti.
Müzikle ilgilenmeye başlamadan önce basketbol oynuyordum. Yetenekliydim de ama en önemlisi bu konuda çok motiveydim. Gitarı elime alıp o dünyayı öğrenmeye başladığım anda ilgilendiğim diğer tüm hobilerim siliniverdi. Hayatımın o döneminde müzik çok büyük bir itici güçtü.
YAŞ 16-18

Tabii ki Belçika’da büyüyen biri olarak dEUS’tan bahsetmeliyim. 90’larda ulusal kahramanlar ya da rock tanrıları gibiydiler. Buralı oldukları için genç yaşta müzikleriyle tanışma şansın oluyor ama yine de ticari bir yaklaşım benimsemiş bir grup kesinlikle değillerdi. Bizim için ikoniklerdi. dEUS’la The Velvet Underground’dan bile önce tanışmıştım. Böyle bir müziğe o yaşta ulaşabiliyor olmak; janrları birbirine karıştırmanın ya da alışılmış rock müzik örneklerinde kullanılmayan şeylerden beslenmenin mümkün olduğunu anlamamızı sağladı. Bu benim için çok ilham vericiydi.
Ayrıca Radiohead de o dönemin bir parçasıydı. OK Computer ve The Bends albümleri. Thom Yorke’un melodramı, kesinlikle ergenlik yıllarında sana dokunan bir şey.
dEUS’un ilk üç albümünden bir karışık CD ya da kaset yaptığımı hatırlıyorum. Kendi toplamalarımı yapıyordum o yıllarda. Niyeyse! Piyano çalmaya da o zamanlar başlamıştım. “Karma Police”i çalmayı öğrenmiştim ve akorlarla ilgili çok fazla şeyi idrak etmemi sağlamıştı.
O yaşlarda sinemaya merak salmıştım. Tüm David Lynch filmlerinin birer kopyasına sahip olan bir arkadaşım vardı ve bana da o izletmişti. İlk tepkim “Vay canına, çok garip ama çok sanatsal!” olmuştu. Ne anlattığını tam olarak çözemiyordum ama bir şekilde içimde yankılanabiliyordu.
YAŞ 19-20

Bu yaşlarda Gent’te konservatuara gitmeye başlamıştım. Klasik bestecileri keşfettiğim yaşlardı ama en çok Bob Dylan vardı dünyamda. Dylan’ın dünyadaki en havalı insan olduğunu düşünüyordum. Özellikle kariyerinin ilk yılları, şimdilerde filmi de çekilen o dönem. 19 yaşındayken Martin Scorsese’nin No Direction Home belgeselini de izlemiştim. Yine o zamanlarını konu ediyordu. Çok cool, isyankâr ve biraz da kibirli biriydi.
Bu müziği dinledikçe içimde bir şeyler yerine oturdu; sonrasında Leonard Cohen ve Nick Cave gibi değerli bestecilere de tutulmuştum. Ama her şey Bob Dylan’la başladı. Biraz tuhaftı bir yandan çünkü konservatuara gidiyordum ve Bob Dylan melodik açıdan çok ilgi çekici değildi. Biraz daha tavrıyla öne çıkıyordu. Muhtemelen big bandler için müzik yazmaktan sıkıldığım bir dönemdi ve şarkılarındaki sadelik bana hitap ediyordu.
İlk dinlediğim albümleri Highway 61 Revisited ve Blonde on Blonde olmuştu. Sonraları Blood on the Tracks’i keşfettim ki hâlâ favorilerimden biridir.
O dönem hayatımda müzikten başka ne vardı? Bilmiyorum, uyuşturucular belki? Artık evde yaşamadığın ve dünyanın farklı şekillerde açıldığı yaşlar. Kızlar, rock’n’roll, partileme… Çok serserice ama vahşi bir zamanımdı. Gençken böyle bir döneme ihtiyacın olabiliyor. Ailene karşı çıkmak ve hayatın tadına bakmak istiyorsun!