dEUS, dünden bugüne dEUS

Röportaj: Mehmet Ekinci

Kendini tekrar etmemeyi ve daimi dönüşümü üretim pratiğinin temeline konumlandıran bir grup dEUS. Belçika’nın Antwerp şehrinde 30 yılı aşkın bir süre önce başlayan serüven, 2020’lerde aynı iştah ve merakla devam ediyor. 

11 yıllık aranın ardından [PIAS] etiketiyle yayımlanan sekizinci dEUS albümü How To Replace It vesilesiyle, albümün çıkış tarihi 17 Şubat’tan birkaç gün önce grubun davulcusu Stephane Missenghers’e bağlandık. Sohbet grubun isminin ifade ettiklerinden çeşitlenen şarkı yazım metotlarına, grup içindeki dinamiklerden Monty Python’a uzanıyor.

Merhaba, Stephane. Yanılmıyorsam 2000’lerin başlarından beri grupla birlikte çalıyorsun. 

Doğru. Ben gruba sonradan dâhil olmuş olsam da,dEUS hakkında istediğini sorabilirsin, eğer sorunu cevaplamak zorunda değilsem ya da beni etkilemezse, benimle ilgili değilse, cevaplayamam tabii. Ama aklından ne geçiyorsa, sor gitsin. 

Tamam. Etimolojinin büyük bir hayranıyım ve kelimelerin nereden geldiğinin, vesaire… Gruba neden dEUS ismi kondu?  

dEUS bir Björk şarkısından geliyor. 

Sözcüğün kendisi Latince’den geliyor sanırım, değil mi? 

Evet, Latince “Tanrı” demek. 

Ah, tamamdır. 

dEUS küçük harf “d” ile başlıyor, geri kalan harfler de büyük yazılıyor. Bunun bir tane büyük avantajı var: Herhangi bir festival line up listesinde her zaman büyük harflerle görünüyorsun. Bu avantajlardan biri diyelim. 

Anladım. Tom Barman grubun kurucu üyelerinden biri, değil mi? Björk’ün de Tom’un da dindar insanlar olduğunu zannetmiyorum. Yani grubun adının Tanrı’ya ithafta bulunması ilginç bir detay.

Bir de şöyle bir konu da var, grubun isminin anlamı Tanrı ama Belçika’da kraliyet soyundan olanlarda hep şu oluyor, mesela “Mariam de Beaucourt” ve “de” küçük “d” ile yazılıyor. Yani bu durumda Tanrı kraliyet gibi görülebilir çünkü kraliyet büyük “D” yerine küçük “d” oluyor. Ama işte ismi beraberinde taşıyorsun ve grubun ne zamana kadar devam edeceğini de bilmiyorsun. Bazıları seviyor, bazıları sevmiyor…  

Doğru, ama dEUS neredeyse 30 senedir devam ediyor değil mi? 

Evet 1989’dan beri.

Yeni albümde How To Replace It’teki şarkılardan birinin adı da bu. 

Evet bu bir anma, o döneme bir övgü. O zamanlara ve grubun kurucu üyeleri Tom (Barman) ve Klaas’ın (Janzoons) hayatlarının o dönemde nasıl olduğuna, gerçekliğin o zaman onlar için ne ifade ettiğinde dair bir parça.

Bu söylediğini biraz açabilir misin? 

Şimdi, ilk aşamada grup, Tom, Klaas ve üç başka kişiden oluşuyordu: Jules de Borgher, Rudy Trouvé ve Stef Kamil Carlens. Bir çete gibiydiler. Sokakta çalıyorlardı, sokak müzisyenilerdi ve sanırım birlikte yaşıyorlardı. 80’lerin sonu 90’ların başından bahsediyoruz. Klaas tipik bir punk’tı ve mohawkı vardı, saçını tamamen kazımıştı vs… Aslında grup üyelerinin her biri Belçika’nın farklı bölgelerinden geliyordu. Şimdilerdeyse, ben Gentliyim, basçımız Alan da Geentli, gitarist Mauro ise Lembeekli; bu şehirler ülkenin biraz kuzey-doğusunda kalıyor ama grubun asıl kökleri ve doğduğu yer Antwerp. Yani evet baya uzun bir yoldan geliyor grup. Başta birkaç kişi toplanmış prova yapıyordu, her grup gibi, derken ilk albümle birlikte büyük bir çıkış yakaladılar ve gerisi malum. 

O zamanlar daha çok kendi şarkılarını, bestelerini mi çalıyorlardı, biliyor musun? 

Başta sokak müzisyenliği yaptıkları zaman, yani en azından Tom Waits, J.J. Cale, Captain Beefheart gibi şeyler çalıyorlardı; Pixies, Velvet Underground… Ama sonra kendi müziklerini yazmaya başladılar, herhangi bir grubun yapacağı gibi. Ya baştaki formasyona bağlı kalırsın ya da özgün müzik yazmak gibi başka bir şeye evrilirsin.

Senin saydığın bazı büyük isimlerden ilham almışlardı ama aynı zamanda kendilerinden sonra gelenlere de ilham oldular. Yakın zamanda NME’de okuduğum bir yazıda geçiyordu, Radiohead, Muse ve başka pek çok grubun dEUS’tan epey ilham aldığından bahsediliyordu.   

Evet, grup başkalarına ilham verdi, insanların gruba böyle saygı duymasından dolayı çok minnettarız. Böyle bir grupta çalmak benim için de onur verici bir şey ve bir ayrıcalık tabii. 

Tatmin ve ilham sanırım, değil mi? 

Tatmin ve ilham, altın kombinasyon! 

Son dEUS albümüne gelecek olursak… Şarkı yazımına katkıda bulunan üyeler birkaç kişi miydi yoksa kolektif bir süreç miydi? Şarkılar nasıl bir araya geldi? Sen de beste sürecine dâhil miydin?  

Evet evet herkes dâhildi ama önceki iki albüm hariç, Keep You Close ve Following Sea’de farklı olarak kutsal bir amaç uğruna sonsuz bir araştırmaya atıldık, aylarca ve aylarca ve aylarca çaldık, terabaytlarca materyalimiz vardı ama bunun bir dezavantajı var, o da sürecin çok yorucu olması ve bazen “mutfakta çok fazla aşçı” etkisi yaratması. Ama genellikle şarkıların yazım süreci Tom tarafından başlatılıyor ve sonrası grubun ortak çabası olarak şekilleniyor. Ama bu albüm için şöyle karar verdik, aslında Tom karar verdi: Önceden kendisi daha fazla şarkı yazdı ve bu süreç hâlihazırda yayımlanmış teklilerin bir kısmını oluşturdu. Ayrıca How To Replace It albümüne ismini veren şarkı, tamamen Tom tarafından yazılmış, onun elinden çıkan bir şarkı. Ama biz de öyle ya da böyle sürece her zaman dâhiliz çünkü hâlâ bir grubuz. Mesela “1989”da ben köprü kısmını yazdım, Klaas bir şarkının davul ritmini yaptı, Alan gitar çalıyor, ben şarkı söylüyorum, herkes şarkı söylüyor yani çok sabit bir çalışma yöntemimiz yok. Sonucunda geldiğimiz nokta her zaman grupça gösterilen bir çaba, herkes şarkının en iyi hizmet edeceğini düşündüğü şekilde katkıda bulunuyor. 

Anladım, şarkı sözlerini de kapsıyor mu bu? 

Hayır, hayır. Bu pek akıllıca olmaz.  

Daha çok Tom mu yazıyor şarkı sözlerini? 

Baştan sona Tom çünkü bu konuda çok başarılı. Kendi deneyimi üzerinden yazıyor. Tom en sıradan şey hakkında yazsa bile, o şarkıyı dinlemeyi ve okumayı ilginç kılacak hâle getirebiliyor çünkü bence metaforlar ve şiirsel süslemeler konusunda çok yetenekli. 

Dinlediği birçok şarkıcı-söz yazarı gibi.

Evet, çok şairane bir şekilde yazıyor. Kesinlikle bir şair bence. Hakkında yazdığı birçok konu kendi deneyimlerinden ve gerçekten yaşadığı duygu ve durumlardan geldiği için de dinleyiciye gerçekten dokunuyor. Bu benim kişisel fikrim. 

Evet, evet, kesinlikle. Son albümden özellikle “Dream Is A Giver”ı sevdim, gerçekten etkiledi beni. İngilizce olmayan tek şarkıyı ayrıca sevdim, “Le Blues Polaire”, “kutup mavisi” ya da nasıl telaffuz ediliyorsa…

Evet, o şarkı bipolar bozukluk hakkında.  

Tanıdığın kimse var mı bununla yaşayan? 

Hayır, Tom panik ataklar hakkında bir şarkı yazdı ya da bipolar bozukluk hakkında şarkılar yazıyor, evet yani karşısına çıkan ve ona dokunan, ilgisini çeken her şey hakkında yazıyor ama bunun belirli bir kişi hakkında olduğunu sanmıyorum. 

Kendisi de dâhil mi, kendisi de mi değil? 

Bildiğim kadarıyla değil, bu çok şeyi açıklardı ama! 

Ara sıra sizi biraz zorluyor Tom, o yüzden mi? 

Bir dakika bekle şimdi. Mehmet, zihnimi açtın. 

Algının kapıları, değil mi! 

Evet.

Etkilendiğim bir diğer parça da albümün ilk parçası “How To Replace It”. Bu parça aynı zamanda albüme de adını veriyor. Sözlerinde “Omens” (kehanetler) olarak geçen bazı pasajlar var, o da çok dikkatimi çekti. Kehanet aslında kötü bir olayın öngörülmesidir, değil mi? Sanki albümün tamamına kasvetli bir hava veriyor çünkü bir kehanetle başlıyor, doğru mu? Ne düşünüyorsun bu konuda? 

“Kehanetler” dedik çünkü içinde “kehanet sesi” dediğimiz bir ses vardı. Şarkılarda çok fazla ve farklı unsur kullandığımız için yazarken her zaman “gecikmeli yükselen gitar kısmı” demek yerine ona bir isim veriyoruz. Yani bu parça özelinde nakarat kısmına kehanetler dedik ve bunu sevdik çünkü timpaniyle birlikte tüm atmosfer oldukça tehdit edici ve iç gıdıklayıcı bir şekilde tınlıyor. Bunu kullanmaya devam etmemiz de anlamlıydı o yüzden. Yazma sürecinden kalma bir şey ama anlamlı. 

Evet, kesinlikle. Benim kelimeyi öğrenmem, çocukluğumdan hatırlıyorum, şu meşhur korku filmi serisindendi Omen, Omen 2 diye devam ediyor. Neredeyse bir korku filmi müziği gibi yani. 

Evet, amaç da tam olarak buydu. 

Amacına ulaşmış diyebiliriz o zaman. 

Doğru, iletmek istediğimizi ilettik. 

FotoğraF: Joris Casaer
“Birinin sürekli aynı resmi yaptığını düşün. Bir tane tablosunu asıp geriye kalan külliyatı umursamazlardı. Tekrara düşmek değil mesele; gelişmeye ve denemeye açık olmak, yeni şeylerle deney yapmak, teknik şeyler ya da vokal teknikleriyle, böyle şeyler.”

“Kehanet” gibi farklı ses kalıplarına verdiğiniz başka isimler var mı? 

Evet vardı, “elektrikli süpürge” dediğimiz bir unsur vardı. 

Elektrikli süpürge, ilginç. 

İşte, “Elektrikli süpürgenin olduğu kısma gidebilir misin?” O zaman herkes, “Evet tabii, gidelim” diyor ve orada bitiyor. Yani bu daha çok bir haritalandırma yöntemi gibi, 80 parça, 100 parçayla çalıştığımız esnada yön belirlemeyi kolaylaştırıyor. Eğer nakaratları üst üste biriktirmeye başlarsan 10-15 parça ediyor bile, yani bazen tek başına bir evren gibi oluyor. Bunun içinde yer, yön bulabilmek için de “köpek”, “elektrikli süpürge” gibi isimler veriyoruz. Aslında işe yarıyor çünkü, işte elinde neler var, synth var, davul var, perküsyonlar ve vokaller var, gitarlar ve bas ve keman var. Ama atıyorum, 100 tane aynı ses kayıt kanalın var, yani evet, bu yaklaşım işi kolaylaştırıyor.  

2000’lerin başından beri dEUS ile müzik yapıyorsun. Ses mühendisliğinde, stüdyo deneyiminde ve kayıtlarda vs. neler değişti? Grubun albümlerinin yapım sürecini nasıl etkiledi bu? 2000’lerde de kayıt almaya girdiğinizde 100 küsür ses kayıt kanalınız oluyor muydu stüdyoda? Yoksa işler olması gerekenden daha karışık hâle mi geldi? 

Çok ilginç bir soru çünkü evet! Ama demek istediğim, her zaman değişiyor, daima dönüşüyor ve durmuyor. Sanayi devriminden sonra en büyük devrim bu, dijital çağ. Ama biz Michael Jackson kuşağındanız, öyle mi deniyor? Michael Jackson jenerasyonu mu? 

Beat It albümü, onu mu kast ediyorsun? 

Hayır, şey deniyor – bekle bakacağım, ah “Pepsi jenerasyonu”. Analogdan dijitale olan geçişi yaşamış insanların kuşağı. Kurman gereken saatli radyodan lanet Apple TV’ye, tam bir değişim. Hepimiz o dönemde yaşıyorduk, hepimiz o zamanı deneyimledik, kayıt almanın tek yolu kasetlere kaydetmekti. Önce bilgisayara geçtik, sonra şey vardı -önce sadece kaset vardı, sonra kaset ve bilgisayar vardı, yani her şeyi kasete kaydediyordun ve bir bilgisayara koyuyordun ve bu sesi çok etkiliyordu ama sana kaset sesini veriyordu ama yine de üstünde düzenlemek falan gibi dijital şeyler yapabiliyordun. Ben de o noktada gruba katıldım 2004’te, o zaman daha çok bilgisayarlar ve Pro Tools vesaire vardı artık. Ama o zamandan şimdiye bir devrim daha yaşandı, daha pratik anlamda, kaydettiğimiz sesleri nasıl kullandığımıza dair. Bir noktada kendi stüdyomuzu inşa ettik ve başka yerlere acayip miktarlarda para vermek yerine kendi stüdyomuzda kayda girdik. Ama aynı zamanda daha çok synthesizer ve dijital beatler ve elektronik hibritler kullanmaya başladık. Ben şimdilerde hibrit bir davul kiti kullanıyorum, yarı elektronik yarı akustik. Yani o geçiş sürecini aşama aşama yaşadık ama bence grubun başlangıç noktasındaki akustik rock grubu karakterine dair algımızı yitirmeden oldu bu.

Akustik derken gitar ve diğer enstrümanlardan çıkan kıtır kütür sesleri kastediyorsun, değil mi?

Evet, kirli sesler, gıcırtılı efektler, dijital ekipmanlarla yapamayacağın bir nevi organik şeyler. Aşamalı bir süreç oldu ama bence gerçekten kimliğimize sadık kaldık ve şimdilerde ses dönüştürücüleri vs. kullanıyoruz ama dizginleri ele geçirmesine izin vermiyoruz.   

Evet, kapılıp gitmiyorsunuz onlara. 

Kapılıp gitmiyoruz, onu bir kutuya koyuyoruz ve “Tamam, ancak buraya kadar gidebilirsin” diyoruz.

dEUS bir “art rock grubu” olarak anılıyor kimi mecralarda. Grubu siz nasıl tanımlıyorsunuz ve sence siz bu türle birlikte anılmaya başladığından beri art rock’a özgü trendler büyük bir değişime uğradı mı? Yoksa müzik türleriyle ilgili klişe bir sorudan mı bahsediyoruz? Çünkü “art rock grubu” ne demektir, hiçbir zaman tam olarak anlamamışımdır. Kimi zaman gruplara konulan havalı etiketten ibaretmiş gibi geliyor. Uzun lafın kısası, sana göre “art rock grubu” nedir ve art rock grubu olmayanlar kimlerdir?

Art rock basın tarafından, gazeteciler tarafından bulunmuş bir terim. Şimdilerde bizim gruba bir art rock grubu demezdim, alternatif rock grubu derdim; gerçi orta yaşlı, müzik yapıp duran bir grubuz ve kendimizi tekrar etmeye alerjik gibiyiz. Art rock, belki eskiden art rock’tı ama Velvet Underground, Captain Beefheart gibi gruplardan etkilenmişti, bu art rock mıydı? Onlara art rock mu deniyordu zamanında? Belki bu dEUS’un 90’lar başlarında sahip olduğu etkiden geliyor. Ama artık öyle değil. Yani bu çok kolay bir şey, insanların bir şeyi anlamak için onu etiketlemesi gerekiyor, öteki türlü gizli saklı, anlamadığımız bir şey oluyor. Belki bize hâlâ art rock diyorlar çünkü hiçbir zaman aynı albümü iki kez yapmıyoruz. Çok grup var öyle, işin “formülünü” bir kez buldular mı ona tutunmak istiyorlar çünkü geçimlerini de oradan sağlıyorlar ve belirli bir statü veriyor ve bu statüyü bırakmak istemiyorlar, ona tutunmak istiyorlar ama bence bu biraz sıkıcı bir şey. Aramak, düşmek, geri kalkmak çok daha heyecanlı ve işin sonunda bu aşman gereken bir öğrenme noktası. Yani hâlâ sanat bu, “art rock” değil ama müzik hâlâ sanat. Birinin sürekli aynı resmi yaptığını düşün. Bir tane tablosunu asıp geriye kalan külliyatı umursamazlardı. Tekrara düşmek değil mesele; gelişmeye ve denemeye açık olmak, yeni şeylerle deney yapmak, teknik şeyler ya da vokal teknikleriyle, böyle şeyler. 

Bu bana albümün tanıtım yazısındaki ilk paragraftan bir cümleyi hatırlattı, Tom’un bir sözünü alıntılıyor, “Kendini tekrar etmek istemezsin ama kendi tarzına da sahipsin.” Bu sanırım söylemeye çalıştığın şeyi özetliyor, ne dersin? 

Evet, aynen. 

Bu arada grubun instagram hesabına bakıyordum. Bir tane gönderi dikkatimi çekti, sanırım Suds & Soda grubunun erken zamanlarına ait bir videosunun mash-up’ıydı, çeşitli Beavis & Butt-Head klipleri içeriyordu. Gönderinin altında “Duman alarmı mıydı o?” yazıyordu. Yakın zamana ait bir yapım mıydı o, yoksa orijinal video muydu? 

Evet o orijinal bir video ve sanırım grup o parçayı 1994’te bir tekli olarak yayımlamış ve büyük bir çıkış yakalamıştı. O zamanlar MTV Alternative Nation vardı ve dünyadaki en büyük programdı. O programda çok sık yayımlanıyorlardı ve Amerikan MTV tarafından keşfedildiler, sonra da Beaves & Butt-Head tarafından. Ekranda sürekli gösterilen klipleri vardı, orada Suds & Soda “Friday Friday” diyordu, Beavis ve Butt-Head de “Fried egg? Fried egg?” dediler. Ve “keman” ah *keman sesi çıkarıyor* buna da “Duman alarmının sesi miydi o?” dediler. 

O zaman Beavis & Butt-Head’deki insanlar videoyu desteklemiş, sonra da tam tersi olmuş. 

Evet yani kesinlikle seslerinin duyulmasına, şarkıya ek olarak dEUS’un dünya çapında tanınmasına yardımcı oldu ama işte o zaman öyleydi, şimdiyse şimdiki gibi. Aradan geçen zamanda müziğe dair manzara tamamen değişti. 

Aynen öyle. Kim MTV izliyor ki artık? 

Kimse. Sanırım MTV’de çalışanlar bile izlemiyor. 

Peki bugün Beavis & Butt-Head dışında kara komedi tarzı başka bir oluşum, dEUS’u destekleyecek olsa, bu kim olurdu sence? Kendi zevkine göre, grup adına konuşmak zorunda değilsin çünkü Beavis ve Butt-Head de geride kaldı artık; 90lar başları, kara mizah, ilginç estetikler, koca kafa adam… 

Beavis & Butt-Head acayip bir şeydi. Ben 17-18 yaşındayken bu adamlar kaç yaşındaydı kim bilir… Ama şimdilerde biliyor musun Monty Python’ın yeni bir serisi çıkacağını okudum, Sanırım Monty Python’ın John Cleese’le olan yeni bölümü… Yani dEUS bir Monty Python bölümünde olacak olsa inanılmaz gurur duyardım. İşimin taçlandırılması olurdu benim için. O zaman direkt emekliye ayrılırdım, valiz falan olmadan sonsuz bir tatile çıkardım, bir tek o bölümün içinde olduğu bir flaş diskle, o kadar!  

Seni bu konuda biraz ittirmeme izin ver çünkü Monty Python çoktan klasikleşmiş bir oluşum, 1970’lerde yayınlanmıştı değil mi? 

Sadece 12 bölümü var, sadece 2 sezon, evet. 

Peki günümüz jenerasyonundan, bu ne demekse, kimi takip ediyorsun ya da kim tarafından desteklenmek isterdin, diyeyim? Monty Python daha çok bir yeniden bir araya gelme yapımı gibi. Çünkü Beavis & Butt-Head de o ânın bir parçasıydı, çıkış yaptılar ve çocuklar da gençti yapımcılar da – bu tip bir şeyi kastetmiştim. 

Ricky Gervais komedisinin büyük bir hayranıyım, bence insanı çok hazırlıksız yakalayan bir komedi tarzı var ama çok yerinde ve sanırım onun onayını alsak mutlu olurdum. Beğendiğim çok fazla insan var ama şimdiyle 30 yıl önce arasında çok büyük bir fark var gibi geliyor. Her şey politik olarak çok doğru olmak zorunda, yani akranlarına ve genel olarak diğer insanlara saygılı olmak zorundasın ama biraz yaramaz olunabilir bence. Az miktarda yaramazlık yapmakta ne var? Her şey fazla kibar bugünlerde.

Espiriler, fıkralar bile auto-tuned bugünlerde, ha? 

Bu iyiydi! Evet, ama yanlış perdede, yanlış notada! 46 yaşındayım ve kendimi bunu söylerken duyunca dede gibi hissediyorum. Ama değilim, bazen diyorum ki “Aman tanrım ne kadar politik doğrucu ya da değil”, yani risk alalım biraz, kaldırabiliriz, insanlar bunu kaldırabilir. Sanki insanlara karşı yaptığın her şeyde eldiven takman gerekiyor ve bence bu otomatik olarak hüsran yaratıyor. İnsanların hasta olmak istemeyip evden hiç çıkmamasıyla aynı şey. Deli gibi hasta olacak ilk kişi onlar. Bir birey olarak büyüyebilmek için de bir şeyler deneyimlemen ve bir şeylerle yüzleşmen lazım. Bu bende de biraz eksik olan bir şey.

Kendin hakkında da mı öyle mi düşünüyorsun? 

Kolay biri değilim, ortalarda bir yerlerdeyim. 

Dediğini anlıyorum. Yeni albümle turneye çıkıyorsunuz. Çoğunlukla Batı Avrupa’da olacak, öyle mi? İnternet sitenizdeki turne rotası öyle diyor en azından. 

Şu ana kadar Batı Avrupa var ama Türkiye’ye geleceğimize eminim çünkü daha önce bir iki konser verdik Zorlu PSM’dE. 

2019’da The Ideal Crash’in 20. yıl dönümü için buradaydınız, değil mi? 

Evet, o yüzden tekrar İstanbul’a gelmek için heyecanlıyız. Belki 1,5-2 yıl boyunca yollarda olmayı umuyoruz, tabii belli aralıklarla. 

Çok iyi. Grup üyeleri başka oluşumlarla da çalıyor mu? Ek projeleriniz var mı? 

Evet herkesin ek projeleri var. 

Biraz bahsedebilir misin bundan? 

Tabii, ben plak prodüktörlüğü de yapıyorum. En son Stake diye Belçikalı bir metal grubunun prodüktörlüğünü yaptım, bir de lalma adında bir black metal grubununkini. Son 5-6 senede 4-5 tane albüm yaptım.

Plak şirketinin adı ne? 

Plak şirketim yok, onların plak şirketi  Sargent House, grubun adı da Stake, yaptığım albüm Critical Method’du. lalma’yla olan albümün adı da ănˈtʌmbrə. Rheinzand diye bir grupta çalıyorum, Belçikalı bir slow disco grubu, balearic, disco falan. Tom’un fotoğrafçılıkla ilgili projeleri var ve filmler yapıyor, ayrıca TaxiWars diye başka bir grubu daha var. 

Tom’un başka bir grubu mu var?

Evet, TaxiWars bir caz grubu. Sonra, basçımız Alan, o da her yerde çalıyor. Canlı performanslar yapıyor. Klaas, viyolonistimiz, onun da Antwerp’te bir barı ve gece kulübü var. Türlü türlü şeyler yapıyoruz anlayacağın. 

Adı ne kulübün? 

Pekfabrik. Katran fabrikasıymış eskiden. Stüdyomuzun olduğu yer de orası, barı da orada, kulüp de orada. 

Ah, yani albümün kaydedildiği yer de kompleksin bir parçası mı? 

Evet. 

İlginçmiş. Uzun bir kayıt gününden sonra orada epey içer miydiniz yoksa başka bir mekâna mı gidiyordunuz?  

Evet içerdik ama içmeyi bıraktım dört sene önce. Artık öyle takılmıyorum. Şimdi sadece alkolsüz şeyler içiyorum.

Sadece soda, viski ve soda değil, sade soda. 

Hayır hayır sadece soda değil. Her tür köpüklü, kabarcıklı içecek. Tüm araştırmalarım, tüm vaktim oraya yöneliyor, yeni köpüklü içecekler. Yok gerçekten, 10 senedir ilk albümümüz o yüzden son iki albümden sonra biraz zamana ve hangi yöne gideceğimize dair araştırma yapmaya ihtiyacımız vardı ve başka şeyler de yaptık. The Ideal Crash turnesiyle ilgili bir film yaptık grupla beraber. Eski dostum Fleur Boonman bu turneyle ilgili bir belgesel yaptı, adı Confessions to dEUS, Apple TV’de bulabilirsin, gerçekten çok güzel, bir bakmalısın. Bir de Belçikalı bir moda tasarımcısı, Martin Margiela hakkında yapılan belgesel için müzik besteledik. Margiela çok ünlü ve epey saygı duyulan bir tasarımcı, 80’ler ve 90’lardaki Antwerp Six hareketinin bir parçası. Birçok işle meşguldük yani, bir şeyler yapıyoruz ve aynı zamanda 2017’nin bir noktasında gitaristimiz ayrıldı ve yeni birini bulmamız gerekti ve o da ayrıldı, yerine Mauro geri geldi. Tek bir ânımız sıkıcı geçmedi açıkçası.    

Olaylarla dolu bir dönem. 

Evet evet, çok olaylı. 

Vakit ayırdığın için teşekkür ederim. İstanbul’u yakında ziyaret etmeniz umuduyla. 

Sanırım yüzde 99.999 ihtimalle geleceğiz İstanbul’a. Aklımızın deprem sebebiyle zarar gören ya da kayıp yaşayan insanlarda olduğunu da söylemek istiyorum, kalbim hepinizle birlikte. Olanlar korkunç ve kocaman bir alanın ve insanların yaşamının yıkımını ancak izleyip görebiliyoruz. Hepiniz için en iyisini ve alabileceğiniz bütün yardımları alabilmenizi diliyoruz. Belçika’da yaşadığım yerde Türkiye’den büyük bir topluluk var, ben Gentliyim, İzmir ve Emirdağ’dan çok büyük bir topluluk var ve bu insanlar mahvolmuş durumda. Şehirde yürümek ve bu insanları bu halde görmek çok zor. Size en iyi dileklerimizi gönderiyoruz, güçlü kalmanızı diliyoruz.