Yaşa takılanlar: Clandestino, Without You I’m Nothing, Believe ve dahası…

Kolaj: Nilsu Çeboğlu

Bu sekiz albümün ortak bir özelliği var. Hepsi Ekim 1998’de yayımlanmış ve artık tam 25 yaşındalar. Neden önemliler? Neler hissettiriyorlar? İlk dinleyişten bu yana nasıl anlamlar kazanmışlar? Şarkıların arasına neler sızmış? Hepsini açtık ve tekrar bir dinledik.


Manu Chao – Clandestino 
(Virgin, 6 Ekim)

Çok mühim albümdür çünkü…

Manu Chao’nun Mano Negra sonrası yayımladığı ilk solo albümü. Bariz Mano Negra izleri taşısa da eski grubundan getirdiği müzikal yaklaşıma ekledikleri ve çıkardıkları ile yakaladığı sound bugün de eşsizliğini koruyor. Manu Clandestino albümüyle kimsenin ödünç dahi alamayacağı, nevi şahsına münhasır tarzını tescilletti. Ki söz konusu kişi Manu olunca sadece müzikal tarzından bahsedemeyiz. Clandestino; Güney Amerika ve Avrupa arka sokaklarının sesini, bir süreliğine de olsa, anaakım basma kalıpların sesini kısarak kulaklıklarımıza oradan da efsanevi canlı performanslarıyla sahnelere taşıdı. 

İlk dinleyişte hissettirdikleri vs bugün hissettirdikleri

Albüm çıktığında İstanbul Üniversitesi’nde İspanyol Dili ve Edebiyatı öğrencisiydim. Fransız dilinden arkadaşım Mikail ile okula birlikte giderdik. İkimizin de dersleri sabahları çok erken başlardı. Okulu açan bizdik kadar erken. Kadıköy’den vapura atlar, Eminönü’nden tramvayla Edebiyat Kampüsü’ne giderdik. İki müzik sever olarak ağımıza yeni düşen albümleri birbirimize dinlettiğimiz vapur seanslarıydı bunlar. 

Mikail’in kulaklığı uzatıp bana Clandestino’yu dinlettiği ânı çok iyi hatırlıyorum. Hatırlıyorum çünkü dinlediğim hiçbir şeye benzemiyordu ama aynı zamanda farkında olmadan aradığım her şeydi. Gezmek için hayalini kurduğum dünyanın aklıma gelmeyen yerlerinden sesleniyordu bana. Punk ve Latin Amerika folk’u, reggae ve ozanlık beni büyüleyen bir harmanla önüme konmuştu. 

O zamanlar kulaklarını ağır gitar müziğine emanet etmiş biri olarak Clandestino zihnimi açmıştı. Dönüp dinlediğim zaman -ki hâlâ bu ve diğer Manu Chao albümlerine ara ara düşerim- o zamanki hislerim baki.  

Bunu biliyor muydunuz?

Manu Chao Clandestino’yu Paris’te Renaud Letang ile kaydeder. O zamanlar elektronik müziğe takık olan Manu’nun ilk kayıtları daha bu yöndedir. Ta ki bir gün Letang’ın bilgisayarındaki bir sorun şarkılardaki davul ve elektronikleri silene kadar. Ellerinde kalan bugünkü Clandestino sound’udur. Fazlalıkları atılmış, saf ve benzersiz. 

(J. Hakan Dedeoğlu)


CAKE – Prolonging the Magic
(Capricorn, 6 Ekim)

Çok mühim albümdür çünkü…

Zamanını tanımlayan parçalardan “Never There”i akışında barındırması itibarıyla Prolonging the Magic, CAKE diskografisinin en büyük başarıya sahip albümü, şüphesiz. Bir terazinin iki tarafına konduğunda önceki albüm Fashion Nugget’ın (1996) daha ağır geleceğine şüphe yok ama istatistikler başka sonuç veriyor.

İlk dinleyişte hissettirdikleri vs bugün hissettirdikleri

CAKE’in alternatif rock elementleriyle “catchy” pop şarkıları yazma becerisi malumunuz. Klibiyle de tüm müzik kanallarını ablukaya alan “Never There”, şüphesiz grubun da albümün de ötesine geçen bir şöhrete sahip, bir formül harikası. Bir diğer hit “Sheep Go To Heaven”, neşeli jelatinin ardında derinlikli mesajını kurnazca veren bir düzenlemeye sahip. “Satan is My Motor”, bir kez dinlediniz mi ne akor dizisini ne nakarat melodisini kulağınızdan atmanın kolay olmadığı bir parça. Hem vokalist John McCrea’nin lirik ve ifadelerindeki tavrı hem de nokta atışı orkestrasyonuyla kurduğu dengeye hiç zorlamadan, pürüzsüz bir şekilde ulaşılmış olması hâlâ şaşkınlık sebebi.

Bunu biliyor muydunuz?

Kimi şarkı sözlerinin barındırdığı satanik referanslar sebebiyle, CD baskıları “Parental Advisory” etiketiyle piyasaya sürülmüş. Bir de “güvenli” olan, etiketsiz versiyonlar hazırlanmış; “Satan is My Motor”un adını “Motor” olarak değiştirerek.

(Cem Kayıran)


Placebo – Without You I’m Nothing
(Hut, 12 Ekim)

Çok mühim albümdür çünkü…

90’ların sonlarına bomba gibi düşen Without You I’m Nothing, o eranın, geniş kitleyi “müzik türü” üzerinden yakalama alışkanlığını tek albümle yerle bir etmişti. Dönemin Brit-pop, grunge, elektronik dinleyici “profillerini” aynı akım içerisinde albüm albüm dolaşmaktan alıkoymuş, bir önceki kuşağın tek albüm içerisinde kaybolma dürtüsünü geri çağırmıştı.

Katmanlı duygusal altyapısı ve kuvvetli şarkı sözleriyle geniş kitlelere ulaşmış, “alternatif” ana başlığında her çeşitten fanatik dinleyiciyi yakalamayı başarmıştı.

İlk dinleyişte hissettirdikleri vs bugün hissettirdikleri

İlk dinleyişte en çok tavlayan kısmı şüphesiz Brian Molko’nun sakin vokalinin duygu dünyamıza derinden girmesi ve “ait olmama” hissini kendi kişisel dünyasından bize ulaştırmasıydı.

O zamana dönüp baktığımda en asi denebilecek hislerin bu kadar derinden ve naif ifade edilebilmesinin bende bıraktığı hayranlık öne çıkıyor. Bugün tekrar dinlediğimdeyse –ki dinliyorum–, bu kadar kişisel bir albüm olması ve içtenliği hâlâ çok etkiliyor.

Molko; açılış şarkısı “Pure Morning”de arkadaşlık dinamiklerini gerçek değerlerle ortaya sererken, duygusal ilişki hüsranlarını dramatik detaylarla hikâyeleştirdiği “My Sweet Prince”leyse sergilediği asi, sert ve kurşun geçirmez imajını yumuşatabiliyor. Anlatım dili şarkıdan şarkıya çeşitli seyretse de her birinde bizi tam hassas noktamızdan yakalayıp kendi karanlık deneyimlerine çekebiliyor.

Albüme adını veren şarkı “Without You I’m Nothing” ile alışılagelmiş bir pazarlama metodu olan kolay tüketime açık, akılda kalıcı, rahat dinlenecek “reklam şarkı” klişesini de yıkarak yine farkını ortaya koyuyor.

Özellikle albümün çıktığı dönemin koşullarında, servis edilen yerine geride duranı kovalamanın daha sıkı bir duruş olduğunu hatırlamak lazım. Albümün asi çizgisi bu tavırda da gözler önüne seriliyor.

Bunu biliyor muydunuz?

Grubun kurucu üyelerinden, Molko’nun uzun yol arkadaşı Stefan Olsdal MTV’ye vermiş olduğu röportajda grubun adını Placebo seçmelerinin asıl nedeninin, bilinen ve tanınan anlamından ziyade Latinceden direkt çevirisinin “I will please / Memnun edeceğim”e karşılık gelmesi olduğunu söylemiş.

Molko da Placebo kararının, özellikle dönemin uyuşturucu madde adlarından ilhamla seçilen popüler grup isimleri klişesine cevap niteliğinde olduğuna dikkat çekiyor. Kalabalığın kendi isimlerini bağırdığında yaşanan hazzın ötesinde çok da fazla anlam yüklenmemesi gerektiğini söylüyor.

Bu da, bir kez daha, en “poser” hâlleriyle ortaya çıktıklarında bile grubun hiç rol yapmadan kendini dinleyicisine sunabilmesini mümkün kılıyor.

(Başak Tanrıverdi)


Squarepusher – Music Is Rotted One Note
(Warp, 12 Ekim)

Çok mühim albümdür çünkü…

Tom Jenkinson’ın doğada nadiren rastlanan müzik insanlarından biri olduğunu âleme duyuran kayıt Music Is Rotted One Note. Rephlex ve Warp etiketleriyle yayımlanan ilk iki albümünde bir jungle / DnB dehası olduğunu ispatladıktan sonra, bu kez tek kişilik bir caz orkestrasına dönüşüyor. Sampler ve sequencer gibi dijital ekipmanların yerini; her birini kendisinin çaldığı akustik enstrümanların aldığı koleksiyon, kimi mecralarca Miles Davis’in Bitches Brew’u ile kıyaslanmış, hmmm…

İlk dinleyişte hissettirdikleri vs bugün hissettirdikleri

Squarepusher külliyatından başkaca albümlerle epey vakit geçirdikten sonra dinlemiştim Music Is Rotted One Note’u. Açıkçası diğer işlerine dair de ufkumu genişlettiğini; bir prodüktör olarak benimsediği yaklaşıma dair açık ipuçları barındırdığını söyleyebilirim. Kavurucu groove fırtınası “Don’t Go Plastic”, bir tür radyonuzun ayarlarıyla oynamayın şarkısı olan “Shin Triad” ya da bas cümlelerini ağızda yuvarlama isteği uyandıran “Chunk-S” gibi kesitler, yıllarca sonra kaydedilmiş başka bir albümün de anahtarı olabiliyor. 25 yıl önce yayımlanmış olmasına rağmen hâlâ dumanı üstünde, zamanlar ötesi bir kayıt.

Bunu biliyor muydunuz?

2012’de Red Bull Music Academy için gerçekleşen bir söyleşide Lisa Blanning, uzun kariyerinin hangi aşamalarına en fazla sevgiyle baktığını sormuş Squarepusher’a. Yanıtı şöyle: “Music Is Rotted One Note’u yapmak, benim için çok özel bir zamandı.” Röportajın tamamını buradan okuyabilirsiniz.

(Cem Kayıran)


The Cardigans – Gran Turismo
(Stockholm, 19 Ekim)

Çok mühim albümdür çünkü…

Günümüzden 90’lara baktığımızda on yılın belirleyici “My Favorite Game” ve “Erase & Rewind” gibi iki hitine sahip, heavy metal geçmişine sahip müzisyenlerden oluşan The Cardigans’ı, ABBA-vari bir gruptan alternatif pop’un bir başatına dönüştüren albüm Gran Turismo. 3 milyondan fazla satan albümle grup, hem zamanının ilerisinde imajı ve tavizsiz sound’uyla tarihin en verimli on yıllarından birinin en belirleyici işlerinden birine imza attı.

İlk dinleyişte hissettirdikleri vs bugün hissettirdikleri

Albüm çıktığında 18 yaşında biri olarak “My Favorite Game”in videosunun hissettirdikleri önemliydi. Jonas Âkerlund’un yönettiği ve zamanında sansür de yemiş klipte; vokalist Nina Persson’un yüzünde son derece duygusuz bir ifade ve kolunda ejderha dövmesiyle gaz pedalına taş koyduğu arabasını sağa sola çarpa çarpa son sürat kullanırkenki hâli harikaydı. Video kliplerin altın çağında sadeliğiyle, tavrıyla dikkat çekiciydi. Müzik olarak da kimseye benzemiyordu. Hani zorlasak, belki biraz Garbage… Onlardan farklı olarak o İsveç mesafeliliği müziklerinde de vardı. Aslında gayet basit yapılı şarkılar çekingence kotarılmıştı. Öğelerini trip hop ve Amerikan alternatif rock’ından alan albüm elektroniğe göz kırpan teneke davullar, homojen gitar ve baslarla farkını gösteriyordu. Rock pelerini altında sağlam bir pop albümü. Zamana dayandığını da rahatlıkla söyleyebilirim. Bugün “Erase & Rewind”ı uzun süredir dinlememiş tanıdıklarım şarkıyı duyduklarında “Ne güzel şarkıymış” tepkisini veriyor. Bu güzel bir test. Evet prodüksiyonun hamlığı biraz sırıtıyor yer yer, modern kulaklar daha organik bir yapı ister belki. Daha sonra Franz Ferdinand’ın da ilk albümünün prodüktörlüğünü üstlenecek olan Tore Johansson tarafından özellikle closed mic’d tekniğiyle kaydedilen albüm (yani kaydın yapıldığı odanın doğal reverb’ünü, sekmelerini tamamen devre dışı bırakarak) bu tavır sayesinde o dönemin işlerinden ayrı bir yerde durabiliyor. Tabi bunda Nina Persson’un kimseye benzetemeyeceğiniz vokalinin de payı büyük.

Bunu biliyor muydunuz?

Persson albümdeki şarkıları ormanlık alanda bulduğu ölü bir yarasayı stüdyoya getirerek ona söylemiş derler. Bu da Gran Turismo’nun; özellikle Persson’un turneler, şan şöhret gibi (Evimiz Hollywood’da’nın bir bölümünde yer aldıklarını biliyor muydunuz?) konularla dertlerinin başladığı dönemin de bir ürünü olmasını güzel anlatıyor aslında. Tabii ironi o ki bu albüm onları daha da ün sahibi yaptı. Ardından iki albüm daha yaptılar ama bu hayat tarzının onlara uymadığı belliydi ki yavaş yavaş gözden kayboldular. Nina Persson geçen aylarda buralarda da andığımız Mark Linkous’la 2000’lerde verimli bir müzikal ilişkiye girdi ve hem kendi projesi A Camp’de onun prodüktörlüğüne başvururken onun albümlerinde de vokaller yaptı. 

(Utkan Çınar)


Fatboy Slim – You’ve Come a Long Way, Baby
(Skint / Astralwerks, 19 Ekim)

Çok mühim albümdür çünkü…

Döneminin popüler dans müzik geleneği Big Beat’in en nitelikli örneklerinden biri olmasının ötesinde; anaakım müzikte sample kullanımına dair bir başucu albümü You’ve Come a Long Way, Baby. Fatboy Slim’in gerçek zirvesi, tabii ki liste başarısıyla da dünya çapında bir üne ulaşmıştı. “Gangster Trippin”, “Right Here, Right Now”, “The Rockafeller Skank”, “Praise You”… Boş yok anlayacağınız. Albümden ziyade bir parti gibi!

İlk dinleyişte hissettirdikleri vs bugün hissettirdikleri

Yayımlandığı yıllar 8-9 yaşlarındaydım. Kuzenim Emre’yle evdeki kasetlerden seçmece parçalar ve kayıt aletini televizyonun önüne koyarak Number 1 ve MTV akışından sevdiğimiz hitleri kattığımız radyo programları kaydediyorduk. İki kanalın da en sık döndürdüğü klipler arasında bu albümden çıkan güzellikler başı çekiyordu hâliyle. Spike Jonze ve dostlarının “Praise You” dansına da az eşlik etmedik… 

Albümden bir ay sonra piyasaya çıkan FIFA 99’un jenerik müziği olarak kullanılan “The Rockafeller Skank”in de o zamanlar klavyesinin A,S,D tuşlarıyla goller atan akranlarımın içinde bir şeyleri titrettiğine eminim. Bugün yine o çocuksu coşkuyu yaşatıyor ama hemen her şarkısı albüm bağlamının dışına çıkan başkaca popüler kültür referanslarını çağrıştırıyor ister istemez.  

Bunu biliyor muydunuz?

Albümün ismi ve kapak görseli, geçmişten kimi meşhur reklam kampanyalarına referans vermekte. Philip Morris’in 1968’de kadınlara hitap eden bir kampanya ile piyasaya sürdüğü

Virginia Slims sigaralarının reklam sloganıydı “You’ve come a long way, baby.” (Büyük mesafe katettin, bebeğim.) Albüm kapağında gördüğümüz melek kanatlı sırıtık arkadaşın giydiği tişörtte de “I’m Number 1, so why try harder” (1 numara benim, niye daha fazla çabalıyorsun?) yazar. Bu cümle de otomobil kiralama firması Avis’in reklamcılık tarihine geçen sloganı.

(Cem Kayıran)


Silver Jews – American Water
(Drag City, 20 Ekim)

Çok mühim albümdür çünkü…

90’lar Amerikan bağımsız müziğinin çok da öne çıkamamış cevherlerindendir. Albüm bugünlerde daha çok takdir ve ilgi görüyor. Zamanında akranları kadar popülarite kazanmış, MTV’lerde klip döndürmüş, hit çıkarmış bir albüm değildir belki ama dönemin şarkı yazarlığının en iyi örneklerinden bazılarını içinde barındıran, baştan sona boş şarkısı olmayan, içinde bulunduğu çağın ve coğrafyanın özetlerinden sayılabilecek, nadir albümlerden biridir. 

İlk dinleyişte hissettirdikleri vs bugün hissettirdikleri

Albümün açılış şarkısı “Random Rules” beni o zaman da bu zaman da can evimden vuran şarkılardan biri oldu. Vokalist David Berman’ın pes sesine eşlik eden gitar, davul, bas üçlüsünün yarattığı yalın, içten, hüzünlü ve romantik atmosfer başta tanıdık gelse de işin sihri aslında Berman’ın liriklerinde yatıyor. Muhtemelen ben bu albüm ile şarkı sözü denen dünyaya kulak kabartmaya ve takdir etmeye başladım. Muhtemelen bu konuda yalnız da değilim. 

Şarkının sonuna doğru şöyle diyor Berman: “I asked the painter why the roads are colored black. He said, Steve, it’s because people leave and no highway will bring them back.”(Ressama yolların rengi niye hep siyahtır diye sordum. Steve dedi, çünkü insanlar ayrılır ve hiçbir otoban onları geri getirmez.) American Water albümü, ister kişisel hezeyanlardan, ister toplumsal tespitlerden bahsediyor olsun; o gün de olduğu gibi bugün de bir şiir kitabı gibidir. Zamansız ve ölümsüz. 

Bunu biliyor muydunuz?

Berman maalesef 2019 yılında kendi yaşamına son verdi. Silver Jews hayalini kurduğu ticari başarıyı hiçbir zaman yakalayamadı. 2019’da Silver Jews ismini geride bırakıp Purple Mountains ismiyle sahalara başarılı bir dönüş yapsa da albüm çıktıktan bir ay sonra intihar etti. Berman müzisyen kimliği kadar şair kimliği ile de tanınıyordu. 1999’da yayımlanan Actual Air şiir kitabı Amerikan yeraltı edebiyatında kült bir hittir. Silver Jews ile ilgili bilinmesi gereken bir diğer anekdot ise Berman’ın grubu Pavement vokalisti Malkmus ile birlikte kurduğudur. Hatta Silver Jews tarih olarak Pavement’tan eskiye dayanır. American Water albümünde de Malkmus’un sesini en can alıcı anlarda Berman’a eşlik ederken duyabilirsiniz. 

(J. Hakan Dedeoğlu)


Cher – Believe
(WEA, 22 Ekim)

Çok mühim albümdür çünkü…

22. stüdyo albümünde megahitlerle çıkagelmek pek sıradan bir durum olmasa gerek. Cher ve sıradanlık kelimelerini aynı cümlede kullanmak pek yakışık almaz zaten. Ama Believe, Cher’in başarıyla verdiği bir uzun ömürlülük testi değildi sadece. “Believe”, vokalde autotune efektinin kullanıldığı ilk şarkı olmasa da yaygınlaşmasının sembolü olarak tarih yazdı. 

İlk dinleyişte hissettirdikleri vs bugün hissettirdikleri

Açıkçası ilk dinleyişlerde “Believe”deki autotune efektine biraz temkinli yaklaşmış, tutucu bir tepki vermiştim. Albümü şimdi dinlediğimde ise “Runaway”, “Strong Enough”, “All Or Nothing” gibi diğer bangerlarla hem leziz bir dans müziği hissinin hem de diskotek ruhunun 90’lar sonundan 2000’lere doğru uzanışının kapsüle konmuş halinin tadını çıkarıyorum. Eller havaya! 

Bunu biliyor muydunuz?

Galiba “Believe”e zamanında temkinli yaklaşılabilmesinin bir sebebi de aynı dönem Roy Vedas çılgınlığının yaşandığı sayılı lokasyondan birinde bulunmamızdı. Arjantinli gizemli ikili Roy Vedas’ın autotune dolgulu one hit wonder’ı “Fragments of Life”la ilk karşılaşmada aşk yaşanmıştı. İkisi arasında net herhangi bir bağlantı yok ama “Fragments of Life”ın çıkışı, “Believe”in çıkışından birkaç ay öncesine tekabül ediyor. Şarkı zannediyorum Danimarka, İsveç, Yunanistan gibi birkaç noktada ve esasen Türkiye’de büyük bir hit oldu. 8 milimetreyle çekilmiş el emeği göz nuru klibi de Roy Vedas’ın bambaşka bir evrenden dünyaya indiği algısını güçlendiriyordu. Kent FM İnteraktif Yayını’nın geceyarısı listesinin vazgeçilmezi “Fragments of Life”, bu vesileyle sana da selam olsun. “Believe” mi “Fragments of Life” mı dense “Fragments of Life”cı olduğumu itiraf ediyorum. Bunu yazarken biraz saçma bir karşılaştırma olduğunun da farkına vararak.

(Ekin Sanaç)