Yeniden başlayabilme ihtimali: Zeynep Köprülü ve Nazan Kesal ile Su Yüzü üzerine
Röportaj: Burcu Teker
Zamanında yaşanması gerekenler ve yaşanamayanların ardından “Yüzleşmeli ve iyileşmelisin,” diyor Su Yüzü, “artık büyümelisin de sanki, kendi iyiliğin için…” Gönülsüz başlayan yuvaya dönüş yolculuğu, kozadan kelebek çıkartır mı? Çıkartıyor. Keşkelerin gölgesindeki anne – kız dinamiği ve dengesini kaybetmiş ikili ilişkiler “odadaki fil”e vedayı geciktirse de yüzleşmeyle gelen kabul devreye girdiğinde, çatlaklardan içeri sızan su bu kez hayat veren, yeşerten türden. Anlatının dayanak noktası, arada kalmışlık ve sıkışmışlık duygusunun yön verdiği bir gencin, travmalarla baş etmeyi “uzaklaşmak” sanması aslında: Annesinden, arkadaşlarından, ülkesinden ve en nihayetinde kendinden. Kaçmak kolay olan, Deniz bunu yıllarca yapıyor. Büyümekse geçmişle yüzleşip iyileşme cesaretinde saklı. Bu da Deniz’in büyüme öyküsü…
Zeynep Köprülü’nün metnini Selin Sevinç ile birlikte kaleme aldığı, başrollerini Cemre Ebüzziya ve Nazan Kesal’ın paylaştığı Su Yüzü; 31. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nde gerçekleştirdiği prömiyerinin ardından vizyon serüvenine başlıyor. Kısa film çalışmalarıyla tanınan Zeynep Köprülü’yle ilk uzun metrajının yaratım süreci, öyküsünün kendi yaşamından taşıdığı izler, üzerine kafa yormaktan hoşlandığı temalar ve seyircisiyle kurmak istediği ilişki biçimi üzerine sohbet ettik. Başrol oyuncularından Nazan Kesal da anne karakteri ile kurduğu bağ ve ötesini, onay arayışlı büyüyememe hâlinin ardında yatan sebepleri ve çözümlerine dair yaşanmışlıkları aktardı.
Zeynep Köprülü yanıtlıyor:
“Deniz öğesi hem biraz korkutucu hem de özgürleştirici geliyor bana. O korkularla yüzleştikçe bir rahatlama, bir açılma hissi doğuyor.”

Su Yüzü ilk uzun metraj filminiz. Önceki sinema deneyimlerinizin, yolunuzu bu projeye çıkarmada etkileri neler? Size açtığı özgürlük alanları veya zorluklar oldu mu?
Sinema eğitimimin ardından sektöre yapım departmanında çalışarak adım attım. Ancak içimde hep film yapma arzusu vardı. Bu istek, kısa filmlerim Dans Eden Kızlar (2018) ve Orada (2019) ile hayat buldu. Bu iki film hem tematik hem de sinema dili açısından Su Yüzü’nün zeminini oluşturdu. Kısa filmlerimde giden ve kalan karakterlere odaklandım. Uzun metrajımda ise bu çizgiyi sürdürerek, bu kez evine dönen bir kadın hikâyesine yöneldim. Yapım alanında çalışırken farklı yönetmenlerle bir araya gelme ve onların bakış açılarına tanık olma fırsatım oldu. Bu karşılaşmalar beni oldukça besledi. Zamanla kendi uzun metraj filmimi gerçekleştirme isteği ağır bastı ve Su Yüzü de bu ihtiyaçtan doğdu diyebilirim.
Orada (2019) da genç bir kadının aidiyet, seçim yapma, yuvaya dönüş sorunsalını kurcalıyor. Arada kalmışlık teması sinemanız için ne ifade ediyor?
Arada kalmışlık, ister istemez tekrar tekrar döndüğüm bir tema. Ne zaman bir hikâyeye başlasam, bu duygu bir şekilde yolunu bulup içine dâhil oluyor. Belki de bu yüzden seçim yapmak durumunda olan, gitmekle kalmak arasında sıkışmış, yönünü bulmaya çalışan kadın karakterlere odaklanıyorum. Bu tema benim için oldukça içsel de bir yerden geliyor. Kendimi çoğu zaman bir yere tam olarak ait olamamış hissettim. Bu arada kalmışlığın duygusunu yakalamak ve onu sinemada görünür kılmak benim için çok kıymetli.
Film, yaşanan ani kaybın ardından alt üst olmuş bir genç kadının sancılı olgunlaşma, yüzleşme ve iyileşme öyküsünü mercek altına alıyor. Baba gitmiş, anne var ancak orada değil… Deniz suçluluk ve terkedilmişlik duygularıyla yapayalnız, çareyi kaçmakta bulmuş. Hikâyenin yaratım sürecinde nelerden beslendiniz? Karakterlerde kendi yaşantınızdan yansımalar var mı?
Bu hikâyeye başlarken temel motivasyonum, “büyüyememe” hissine odaklanmaktı. Deniz’in büyüyememiş, geçmişte takılı kalmış bir kadın oluşu; aslında benim de hissettiğim bir durumdu. Yerini bulamayan bir karakter Deniz. Hâlâ babasının öldüğü yaşta gibi hissetmesi, bu duygunun bir yansıması. Geçmişi geride bırakma, kendini kabul etme ve her şeye rağmen yeniden başlayabilmenin ihtimaline eğilmek istedim. Bu, sadece karakterin değil; benim de ihtiyaç duyduğum bir şeydi. Aynı zamanda çevremdeki kadınların hikâyeleri, tanıklıklarım, mekân arayışları sırasında karşılaştığım insanlar ve onların öyküleri de süreci çokça besledi.
Deniz, onu tanıdığımızda, kendi içinde yetersizlik hissinde boğulurken her şeyin tıkırında olduğu yaşamında güçlü ve ayakları üzerinde duran bir sanatçı imajı çizer vaziyette etrafına. İyileşmek için maskelerini çıkarması gerekiyor. Günümüzde sıklıkla karşı karşıya geldiğimiz bu tutumun kaynağı ne sizce? Bu tonu yakalamanızın kökeninde neler var?
Bendeki his şöyleydi aslında: Kendimizi bir an önce gerçekleştirmek, bir yerlere varmak istiyoruz ama o yol, o kadar da kolay bir yol değil. Bir yandan sürekli bir onay ihtiyacı var; herkesin bizi sevmesini, hayatımızın düzenli ve başarılı görünmesini istiyoruz. Ama içerideki hislerle bu görüntü her zaman örtüşmüyor. Deniz karakterini tasarlarken de bu hislerden yola çıktım. Dışarıdan güçlü, üretken, hayatını kurmuş gibi görünse de içeride kendine yabancı, eksik, geçmişe takılmış biri aslında. Filmin tonunu kurarken de biraz bu hislerin getirebileceği yorgunluklardan ve insanın kendisine daha dürüst bir yerden bakma ihtiyacından beslendim.

Mesele su yüzüne çıkmamış, bastırılmış ama sindirilememiş duygular. Su imgesinin gerek tematik olarak, gerek metaforik anlamda pek çok yerde kullanıldığını görüyoruz. Su, sinemanızda nasıl bir karşılık buluyor?
Su, hem kısa filmlerimde hem de Su Yüzü‘nde kendine yer bulan bir öğe oldu. Benim için bir tür kendine dönüşü, yeniden doğuşu temsil ediyor. Deniz’in bastırdığı duygular, yaşadığı acılar yavaş yavaş su yüzüne çıkıyor filmde. Aynı zamanda su o duygulardan arınmanın da bir yolunu temsil ediyor aslında. Deniz öğesi hem biraz korkutucu hem de özgürleştirici geliyor bana. O korkularla yüzleştikçe bir rahatlama, bir açılma hissi doğuyor. Sanırım yaptığım filmlerde de su, bu karşıt duyguları bir arada taşıyor.
Filmde pek çok tereddüt ânına, flu iletişime şahitlik ediyoruz. Çoğu yerde yorum seyirciye bırakılıyor. Bir yönetmen olarak izleyicinizle kurmak istediğiniz ilişkinin sınırlarına dair neler söylemek istersiniz?
Benim için en başından beri önemli olan, duyguya ve atmosfere odaklanmaktı. Bir hissiyatı aktarmak ve izleyiciyle aynı paydada buluşmak istiyordum. Bu yüzden her şeyi net şekilde açıklamak yerine bazı boşluklar bırakmayı tercih ettim. Seyircinin kendi deneyimiyle bağlantı kurmasına, kendi duygusuyla o boşlukları doldurmasına alan açmak istedim.
Film izlemek, benim için hissetmekle de ilgili. İzleyici olarak en çok duygusunda buluştuğum filmlerden etkileniyorum. Bu yaklaşım da oradan geliyor aslında. Bir de filmdeki karakterler arasında bulanık bir iletişim hâli var. Birbirlerine net biçimde ulaşamıyor, açık ve dürüst bir diyalog yürütemiyorlar. Bunu yansıtmak benim için önemliydi.
Yeni keşifler, denemek istediğiniz farklı sanatsal yaklaşımlar var mı? Sırada bizleri neler bekliyor?
Şu anda ikinci uzun metrajımı geliştiriyorum ve film yapma serüvenine devam ediyorum. Bu kez yaklaşımım biraz daha öfkeli bir yerden geliyor diyebilirim; daha realist ve doğrudan bir anlatım denemek istiyorum. Üretme heyecanı devam ediyor, bakalım nasıl olacak!
Nazan Kesal yanıtlıyor:
“Tülin’in her şeye rağmen yola devam etme cesaretini önemsiyorum. Ölmediysek yaşıyoruz, yaşayacağız. Hayat yaşanmak ister. Öyle ya da böyle.”

Yeni kuşak bir sinemacının ilk uzun metrajlı projesinde yer almayı kabul etmenize sebep olan o ışık neydi? Sizi bu projeye çeken şeylerden biraz bahsedebilir misiniz?
Ülkede sinema zor durumda. Bağımsız sinemanın içinde bulunduğu durum çok acı. Bu ekonomik darboğazda sinema filmi çekme cesareti gösteren yapımcımız Utku Zeka’yı ve yönetmenimiz Zeynep Köprülü’yü kutluyorum. Sinema pahalı bir sanat, hâliyle ekonomik kriz sanat üreticilerini de çok etkiledi.
Beni çeken unsurlar arasında en önceliklisi, senaryo. Hikâyeyi sevdim; bir genç kızın büyüme hikâyesi… İnsanın süreli ömründe en zor dönem olan ilk gençlik çağını merkeze almış ve bunu bir genç kızın gözünden anlatmayı seçmiş. İlk okuduğumda senaryonun sessiz ama derinden gelen yalın anlatım dilini sevdim. İlk filmleri desteklemeye, omuz vermeye hazır bir oyuncu oldum her zaman. Yeni kuşak yönetmenler ne düşünüyorlar, nasıl bir dünyaları var, neye heyecan duyup senaryo yazıyorlar merak ediyorum. Beni heyecanlandıran senaryolara destek olmaya gayret ediyorum.
Sinema zamanı mühürleyen, insan ruhuna tanıklık eden bir sanat. Kötü bir senaryoya, ilk film de olsa destek vermeyi tercih etmiyorum. Zeynep’i yakından tanımak ve filmin yolculuğuna tanıklık etmek istedim. İyi ki bu yolculuğa eşlik etmişim. Onun sinema yolculuğunu ve ikinci filmini merakla bekliyorum.
Yönetmen Zeynep Köprülü ve rol arkadaşınız Cemre Ebüzziya ile bu sahici anne – kız dinamiğini kurarken en çok nelere yaslandınız? Metne mi, yaşanmışlıklara mı veya sezgilere mi?
Zeynep’le çekim öncesi uzun uzun sohbet ettik, bu anne – kız ilişkisini anlamak için okuma provaları yaptık. Sinema benim için yönetmenlik sanatı. Yönetmenin senaryoyu yazarken hayal ettiği, tanımladığı ilişkiyi doğru anlamaktı muradım. Senaryo çok iyi yazılmıştı her şeyden önce. Hem senaryoyu hem deneyimlerimi hem de gözlemlerimi kullanarak organik bir hâle getirmeye çalıştım ilişkiyi.
Tülin karakteri yakın çevremden de çok beslendi aslında ve sezgilerimin de bana çok yardımı oldu. Anneliğin ne olduğunu bilen biriyim. Benim de büyüme sancıları çeken bir oğlum var. Sanırım insan ömrünün en zor yılları, ilk gençlik çağı. Anne – kız ilişkisi muhakkak daha farklı. Filmde anne ile kızın ilişkisi bir kopuş, bir özgürleşme hikâyesi bir yanıyla da.
Gitmek her zaman kaçmak mıdır sizce? Tülin de Deniz gibi yeni hayatını bir “kaçış” üzerinden mi inşa ediyor?
Tülin, kızı Deniz gibi gitmeyi seçmemiş. Eşini kaybetse de yoluna devam etmeyi seçmiş. Tülin için yeniden evlenmek bir kaçış değil bana göre, ben öyle yorumlamadım daha doğrusu. Karşısına çıkan, onu seven, anlayan bir erkekle daha güvenli bir yerden yoluna devam etmeyi seçmiş. Bu yargılanamaz. Yalnızlık uzun vadede taşınabilir bir durum değil, yükü ağırdır. Tülin de bu yükü hafifletmeyi seçmiş diyebiliriz.
Gitmek, kalmaktan daha zor bana göre. Giderken kaçar gibi arkanda bıraktığın bir geçmişle gidiyorsun aslında. Deniz’inki de böyle. Sen gittiğini zannederken, kaçtığın her neyse peşinden geliyor. Yüzleşerek, annesi ve çevresiyle hesaplaşarak, babasının yasını tutarak gidebilseydi bu gidiş kaçış olmayacaktı muhakkak. Film de bunu anlatıyor; gidememeyi… Vedalaşmadan gidilmiyor bir yere. Kavafis’in çok sevdiğim dizelerindeki gibi;
Yeni ülke bulamazsın
Başka bir deniz bulamazsın
Bu şehir arkandan gelecektir
Kadınlara yüklenen fedakârlık ve kendinden vazgeçme beklentisine dair de bir söylemi olduğunu düşünüyorum senaryonun. Hayatta kalmaya çalışan bir anneye kırılmak adil mi? Kırılmamak mümkün mü?
Tülin eşini kaybetmiş, büyüme sancısı çeken kızıyla bir sahil kasabasında yapayalnız kalmış. “Dul kadın” toplumun gözünde. Herkes bir şekilde ayakta kalmaya çalışırken bu hayatta, Tülin’in her şeye rağmen yola devam etme cesaretini önemsiyorum. Ölmediysek yaşıyoruz, yaşayacağız. Hayat yaşanmak ister. Öyle ya da böyle. Tülin kocasının ölümüyle, kızıyla, ebeveyn hatalarıyla hesaplaşmaya hazır, buna açık bir kadın. Vicdanı onun evlenmesine, hayatta kalmasına engel değil. Hayatlarımız biricik, bir daha dünyaya gelmek gibi bir lüksümüz de yok. Seçimlerimizle var oluyoruz. Tülin’in seçimine, yola devam etmesine kırılmak ne mümkün! Tülin’in ikinci evliliği, Deniz’in büyümesini hızlandırıyor ve özgürleşmesini sağlıyor aynı zamanda.
Daha kişisel bir taraftan, örneğin bir anne olarak, karakterinizin yaratımında yönlendirmeler yaptığınız noktalar oldu mu? Bu anlamda bağ kurdunuz mu? Tülin elbisesini giymek nasıl hissettirdi?
Tülin’i oynamayı çok sevdim. Açıkçası onu biraz daha tanımayı, anlamayı çok isterdim. “Sahne yoğunluğu daha çok olabilseydi!” dediğim rollerden biridir. Her senaryonun bir matematiği var ve karakterlerin hacmi de bu matematiğe göre şekilleniyor. Ben doyamadım, yetmedi bana.
Elbette yönlendirmeler de yaptım. Annelik çok zor bir görev, iki kalple yaşıyorsunuz. Biri sizin bedeninizdeki, onu kontrol edebilirsiniz. Diğeri dışarıda atıyor, evladınızın bedeninde. Müdahale etmek, kontrol etmek hiç mümkün değil. Kaygılarla, bitmeyen endişelerle dolu bir kalp bırakıyor size çocuk. Kendi anneliğimin izdüşümleri yok Tülin’de lakin Poyraz’ın annesi olmak empati kurmamı kolaylaştırdı diyebilirim. Tülin hayata tutunabilmiş, cesaretli, neşeli, coşkulu bir kadın. Kadınlığını unutan pek çok insan tanıyorum. Yaşadıkları, kadın olduğunu Tülin’e unutturamamış. Ez cümle Tülin’i sevdim!
