26. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali’nin ardından 

Yazı: Esin Çalışkan

Türkiye’nin ilk kadın filmleri festivali olan 26. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali, bu yıl 31 Mayıs – 7 Haziran’da Ankara’da Büyülü Fener Sineması’nda -âdeta bir parti havasıyla- sayısız seyirciyi bir araya getirdi, film çıkışı sohbetlerini sokağa taşıdı. Festivalin son dört gününe yetişmenin burukluğu bir yana, direnmeye/dayanışmaya her daim devam eden onlarca kadın ve kuirin hikâyesiyle sarmalanmanın verdiği güçle, programdan üç filme dair izlenimler ve filmlerin hissettirdiklerine dair notlarımı paylaşmak istedim.

20.000 Species of Bees / 20.000 Especies de Abejas 

(Yön: Estibaliz Urresola Solaguren)

Sinemanın büyüme hikâyeleri içinde kendine genişçe yer bulan ilk aşklarını, kalp kırıklıklarını ve ailelerin gölgesi karakterlerin üzerine bir karabulut gibi yapışmışken çıkılan yolculuklarını düşününce bir gün diyorum; 20.000 Especies de Abejas gibi doğduğu bedende mutsuz hisseden, kendine yanlış isimle seslenildiğini bilen sekiz yaşındaki bir çocuğun yaşadıklarını izlemek de bir o kadar alışıldık gelecek. Şimdilik İspanyol yazar-yönetmen Estibaliz Urresola Solaguren‘in gözyaşı pınarlarına taarruza geçmiş bu ilk uzun metrajlı filmi, Céline Sciamma‘nın Tomboyu gibilerine katılıyor. Bize de Sofia Oteronun Berlinale’de ödül alan en genç oyuncu olarak En İyi Başrol performansına uzanmasıyla haklı bir vecde kapılmak düşüyor.

20.000 Especies de Abejas, annesi ve iki kardeşiyle birlikte Bask bölgesine tatile giden Coco’nun, birçok komşu kadın ve başını büyükannesinin çektiği sayısız akraba ile geçirmek durumunda kaldığı birkaç gününü odağına alıyor. Film, başlangıçta kamerasını yaklaştırdığı yüzlerin her çizgisine başka bir duygu kondursa da sunacağı kavurucu his dünyası hakkında pek de ipucu vermiyor. Sonuçta “aile” her zaman havai fişekler gibidir. Dışarıdan rengârenk ve arzu dolu görünür ama içeride, mutlaka birilerini öldürür. 20.000 Especies de Abejas’nin kahramanı da alabildiğine alçakgönüllü, meraklı ve yanıtını alamadığı sorular karşısında her çocuk gibi keder dolu. “Erkek olduğunu nasıl anladın?” diyor mesela kardeşine, birlikte yatmalarından aslında hiç hoşlanmasa da. İkisi de bir şeyleri eksik biliyor, ama en azından yetişkinler kadar acımasız ve keskin sınırlarla örülmemiş zihinleri, bu sayede minik ellerini birbirine bağlıyor.

Çoktandır doğumda kendisine verilen erkek adını duymak istemediğinde ve bazı alaylar nedeniyle Coco da amacına ulaşmadığında “isimsiz” kalan bir çocuğun ağırlığını ince bir sızı gibi seyircisinin dünyasına akıtıyor Solaguren. Bir evlilik krizinin göbeğinde, hayatta hangi yöne gideceğini bilmeyen, çocuğu için elinden geleni yapsa da “Nasıl sen kim olduğunu biliyorsun da ben bilmiyorum?” deyiveren anne (Patricia López Arnaiz) ile işine âşık bir arıcı olan hala (Ane Gabarain) arasında mekik dokuyor film. Bu sahneler, insan olmanın getirdiği kaygı, varoluş sancıları ve her şeye rağmen doğa ile kurduğumuz bağın iyileştirici etkisine dair keskin metaforlarla kaplı. Öyle ki karakterin değişen ruh hâllerini, çocukluğun getirdiği başına buyrukluğu ve büyüklerin bakışlarının “erkek çocuk” ithaf edilen ojeli bir ele ulaştığında vardığı korkuyu; Otero’nun performasından izlediğimiz her âna şapka çıkarsak yeri.

Her yeni gün LGBTİ+ hakları konusunda umut kırıcı haberlere uyanmak şüphesiz acı verici, toplumun bir bedeni nasıl aidiyetsizleştirdiği ve içinden çıkılamayan bir mekâna çevirebildiğini her toprakta görmek de öyle elbet. Ama biz, kendi çocukluklarımıza açılan bu pencerelerden koca bir orman yaratacak, orada sırlarımızı ve sözlerimizi arı kovanlarıyla tıngırdatacağız, 20.000 Especies de Abejas’in işaret ettiği gibi.

Totem

(Yön: Lila Avilés)

Meksikalı auteur sinemacı Lila Avilés’in önceki filmi The Chambermaid, nasıl kendi dünyasını arayan, bir hayli içine kapanık ve gözlemci bir sinema dilinin eseriyse; Berlin Film Festivali’nde prömiyerini yapan Totem de benzer patikaların izinden giden bir yapım. Bir kez daha bir ailenin portresi, bu kez küçük bir kızın gözünden çiziliyor. Filmde mutlu ve kalabalık yakınlarıyla birlikte kıpır kıpır bir çocuk görünümü veren Sol, babasının doğum günü merasimi için bir yemek hazırlığının tam ortasına düşüveriyor.

Yazıda bahsini geçirdiğim iki filmde de yetişkinlerle çevrelenmiş bir dünyanın enerji kaynağı gibi onları bir araya getiren asıl gücü temsil eden çocuklar var; biri burada, Naíma Sentíes’in eşsiz gözlerinde parlıyor. Üstelik Sol, İspanyolca “güneş ışığı” demek olduğundan yönetmen Avilés de söyleşi sırasında vurgulanan bu ilişkiye katılıyor. Filme geri dönersek, Totem ele aldığı ve her adımında biraz daha kaotikleşen aile bireyleri, çıkıveren sümüklü böcekleri, balıkları, kedileri, köpekleri ve daha nice canlısı ile küçük bir mikrokozmosu andırıyor. Bu mikrokozmosa kamerasını incelikle uzatan ve aradığı gerçekliği çoğunluğu karakter odaklı, hareketsiz ve yakın çekimlerinden alan Avilés; bu yolla Sol için kimselerin görmediği bir “boşluk” da yaratıyor. 

Kısa sürede Sol’ün babasının hasta olduğunu anladığımız ve ailenin muhtemelen hep birlikte kutladığı son doğum günü olacak bu günün; kendine özgü eğlenceleri ve alkolden, tütsü yakmaya uzanan acıyla baş etmek için sığınılmış farklı durakları var. Yalnız tüm bunlar, öyle bir akış içinde büyüyor ki bir noktadan sonra mevcut boşluğun bir çocuğun içinde neleri filizleyeceğini ve bir başkasının görünmezliğinin, hikâyedeki herkese nasıl bir aynadan yansıyacağını düşünmeye başlıyorum. Bir kapının ardında usulca gelen ölüm gerçeği ve yasın zamansız ağırlığı içinde Sol’ün dünyası her şeye rağmen en yıkık dökük olanı. Belki de ne olup bittiğini tıpkı hayvanlar gibi anlayamayan ya da en az onlar kadar iyi anlayan Sol; bu yüzden her birine derinden bağlı. Avilés, kendi kızının yaşadığı başkaca bir kaybın ilhamıyla ürettiğini söylediği, etkisi epey uzun sürecek Totem’e dair “bir tohum atmak” dediğinde bu fanusta nefes almak biraz kolaylaşıyor. Film, festivalin FIPRESCI ödülünün de kazananı oldu.

The Eclipse

(Yön: Nataša Urban)

Açıkça söylemem gerekirse, üç farklı salonda aynı saatte perdede olan yapımlar arasından bir seçim yapmam gerektiğinde, bu filmi neredeyse atlamak üzereydim. Nataša Urban’ın filmografisine hâkim değildim ve savaşı hatırlama – unutmaya dair bir belgesel izleme fikri pek çok sebepten iç açıcı değildi. Nitekim, kendisini ve oğlunu birden salonun önünde görünce dayanamadım ve filmden umduğumdan fazlasını bularak çıktım, maalesef her anlamda.

Her ikisi de Sırbistan’da gözlemlenebilen 1961 ve 1999 güneş tutulmaları ile aydınlık – karanlık imgelerinin altında keşfe çıktığı savaşın yıkıcı etkilerini parantez içine alıyor The Eclipse. Elbette anılar, daha en başında kendisi hakkında pek çok şey söyler, gelecek ve geçmiş kavga ederken epey hırpalanmış ve yüzleri tanınmaz hâldedir. Bir yerden çıkarır, tozunu alır sonra hafıza dediğiniz geniş düzlükte yerine sokuşturursunuz. Güneş tutulmaları öyle değil, birkaç on yılda bir yaşanan bu eşsiz doğa olaylarını, genelde gözünüzün önüne tuttuğunuz özel filtrelerin arkasından izlemek mümkün. Buradaki perde nüansı yanıltmasın, güneş milyonlarca ışık yılı uzakta olsa da “ordadır”, zorlamaya gerek yok, anılarsa gözle görülmez. Sırbistan doğumlu Urban, hayatını uzun süredir başka ülkelerde sürdürürken; bir noktada Yugoslavya’nın tarihini, ailesine sorduğu sorular üzerinden konuşulur kılmak ve soykırım suçları ile yüzleşmek zorunda hissettiğinde alışılmadık bir yola başvuruyor: Güneş tutulmasının gerçekleştiği bu iki tarihi sabitliyor ve âdeta politize ediyor.

Özellikle ev filmi tarzındaki Super-8 görüntüler ve siyah-beyaz eklemeler gibi arşiv çalışmalarının yanı sıra, ailenin günlük rutinlerini izleyen çekimlerin; son üç-dört yıl içinde gerçekleştiğine inanmak epey güç. Urban, onları bilerek eskittiğini ve neyse ki görüntü yönetmeninin, kamera tercihlerine fazlasıyla saygı duyduğunu söylüyor. Filmin her karakteri savaşın bir kaybolup bir görünen, yaklaşık 40 yıla yayılan etkileri arasında kendine has bir yerde, dürüstçe duruyor. Ülkenin politik iklimi sonucu rengi atmış, boşalmış sokaklar ve kapanan perdeler tanıklık hissini genişletiyor. Bir nevi geçmiş izlerin haritasını çıkaran The Eclipse, hem evrene hem hayata dair döngüsünü tersten tamamlayan derinlikli bir seyir tecrübesi.