“Bob Dylan Bilinmezi” bilinmezi: A Complete Unknown
Yazı: Utkan Çınar
Geçtiğimiz günlerde açıklanan 97. Akademi Ödülleri adaylıklarında tam sekiz kategoriye adını yazdıran A Complete Unknown 7 Şubat itibarıyla vizyona girdi. James Mangold’un yönettiği, başrolde Timothée Chalamet’nin yer aldığı film Bob Dylan’ın kariyerinin ilk yıllarını konu ediyor.

Zaman dilimi ve mekân
1961’de Bob Dylan’ın New York’a gelişiyle başlayan hikâye, 1965’deki Newport Folk Festival’e doğru uzanıyor.
Konu nedir?
Bob Dylan’ın tanınmayan, çulsuz bir şarkı yazarından büyük şöhrete ulaştığı ve günümüze de hâlâ en çok bilinen şarkılarını bestelediği döneme odaklanıyor film.
İzlemeden önce bilmemiz gerekenler
60 yılı aşan kariyerine tam gaz devam eden Bob Dylan’ın yaşamı hâliyle birçok parçaya bölünebilir. Film bunlardan ilkine bakış atıyor. Filmdeki dönemin ardından geçirdiği motorsiklet kazası sonrası daha içine kapanan, dinle tanışan, daha enigmatik bir karakter oldu Dylan. Her ne kadar tüm dünyada ilk çıktığı zamanlardaki şarkılarıyla bilinse de naçizane 80’ler sonrasından günümüze kadar da oldukça iyi işler çıkardığını, ilk dönem şarkılarıyla yarışacak güzellikte şarkılar bestelediğini rahatlıkla söyleyebilirim.
Yönetmen James Mangold 20 yıl önce Joaquin Phoenix’le beraber Johnny Cash üzerine Walk The Line’ı çekip baya da iyi eleştiriler almıştı. Sonraki 20 yılı da oldukça inişli çıkışlı bir Hollywood kariyeri izledi. Sırada da bir Star Wars filmi olduğu konuşulmakta.
En çok neyi sevdin?
Kadın oyuncuları. Özellikle Monica Barbaro hem güzelliği hem sesi hem de “atarlı” tavırlarıyla Joan Baez’i ilgi çekici kılmış. Elle Fanning de klasik Hollywood klişesiyle “erkeğinin yanındaki kadın” durumuna düşmekte olan karakteri abartısız yaklaşımıyla doldurmuş. Şarkıların kayıtları güzel; dönemin New York arka planı ve prodüksiyon dizaynı kaliteli.

En az neyi sevdin?
Nereden başlasam bilemiyorum. Bob Dylan gibi bir efsanenin böyle yüzeysel, sırtını onun güzel şarkılarına dayayan (işin yarısı şarkılardan ibaretti herhalde) bir filmle anılması sinir bozucu. Birçok belgeselle ve kitapla detaylandırılmış dönemi filme uysun diye kafasına göre değişiklikler yapan, o dönem dünyadaki son derece önemli gelişmeleri tamamen televizyondan gelen sesler olarak geçiştiren, Pete Seeger ya da Johnny Cash gibi folk ve country dünyasının başat isimlerini karikatürleştiren bir yapıma ihtiyacımız var mıydı? (Burada Boyd Holbrook’un Cash’inin eğlenceli bir yorum olduğunu eklemeliyim.)
Dylan’ın son derece apolitik ve şımarık bir çocuk gibi gözüktüğü, ortamlardaki muhabbetlerin country mi folk mu gibi yavan bir tür tartışmasına indirgendiği tipik bir Hollywood işi. Bob Dylan’a çok aşina olmayan genç kuşağa onun şarkılarını dinletmekten başka bir derinliği yok ne yazık ki.
En çok hangi sahneye yükseldin?
Scoot McNairy ile hastanede geçen Woody Guthrie sahneleri filmin en samimi anlarıydı. Jesse Moffette karakterine hayat veren Big Bill Morganfield’li sekans da öyle aslında. Morganfield’in gerçek hayatta Muddy Waters’ın oğlu olduğunu da hatırlatalım.
Modunu nasıl etkiledi?
Bob Dylan’ın tüm kariyerini yakından takip etmiş ve keyif almış biri olarak şarkılarını duymaktan hiç sıkılmam. O yüzden mutsuz olmadım. Ama tabii yönetmenin gerçekleri filme uydurma çabalarına denk geldiğim anlarda (mesela “Judas!”) içimden kötü sözler söylediğimi de itiraf etmeliyim.
Karakterlere dair neler söyleyebilirsin?
Burada yine Walk The Line’ı hatırlamak isterim. O da aslında A Complete Unknown’a çok yakın bir damardan ilerliyordu. Ancak o yapım, Joaquin Phoenix’in sadece bir Cash taklidi olmaktan öte kendini karakterin içine sokabildiği, şarkıları da “kendi” sesiyle söylediği, nüanslı, dinamik bir hikâye anlatıyordu. Burada Timothée Chalamet’nin, evet aksana, şarkı söylemeye iyi çalıştığı belli ama onun dışındaki anlarda, o “ölü gözlerinin” ardında bir şey yakalamak kolay değil. Taklit etme ile can verme arasındaki fark flu. Neredeyse filmin Dylan konseptini bir yana bıraksak seri katil olma eğilimli, sosyopat bir müzisyenin öyküsünü izliyor gibiydik ki şimdi düşününce hiç fena bir fikir gibi de gelmedi bana! Edward Norton’ın canlandırdığı Pete Seeger da çok yüzeysel, film boyunca tutarsız bir öğeydi.

Bunu seven şunları da sever
Lafı uzatmaya gerek yok. Todd Haynes, I’m Not There ile Dylan hakkında yapılabilecek en iyi filmi yaptı ve konuyu kapattı. Hal Ashby’nin 1976 yapımı ve David Carradine’ın Woody Guthrie’yi canlandırdığı harika Bound for Glory’sini de analım. Yine Dylan hakkında bolca fikir sahibi olabileceğimiz Martin Scorsese yapımı belgesel No Direction Home’u da pas geçmeyelim. Aynı dönemde ve coğrafyada geçen Coen Kardeşler’in Inside Llewyn Davis’i de bundan çok daha iyi bir iş olarak söyleyebiliriz.
Soru işaretleri / varsa açtığı tartışmalar …
Son dönem müzisyen biopikleri akımına değinmeli. Bohemian Rhapsody hem muazzam gişe performansı hem de başrolüne Oscar kazandırınca azıttılar. Asif Kapadia çok başarılı bir Amy Winehouse belgeseli çekmişken Back To Black yapıldı. Şimdi Dylan. Bir tek arada, o da Baz Luhrmann’ın yeteneğiyle orantılı olarak Elvis’i daha ilgi çekici bir yapım olarak söyleyebilirim. Ama çoğu benzer şekilde gelişen, suya tirit, işin derinine inmeyen, yaratıcı açılardan yaklaşılmayan bu hayat hikâyeleri, belki mirasçılarını mutlu ediyordur ama sinema sanatında hatırda kalıcı işler olarak anılmayacaklar kanımca. Artık bu furyanın bitmesini umuyorum.