Aklımdakiler: Deniz Göktaş

Hazırlayan: Cem Kayıran - Kolaj: Deniz Bankal

Sinema okumak için İstanbul’a gelen Deniz Göktaş, bir gün Tuz Biber ekibinin düzenlediği açık mikrofon etkinliğinde sahneye çıktı. Sonrası malumunuz. 

2020’den beri sahnelediği gösterisiyle; Ses Tiyatrosu’nda kaydedilen performansını “çocukluğumdan beri acı-tatlı karşılaşmalar yaşadığım Türkiye’ye ilk mektubumdur ve belki de son” notuyla ve Selam Selam ismiyle YouTube’a yükleyerek vedalaştı Deniz Göktaş. Şimdilerde yeni gösterisiyle Avrupa’yı turluyor; 28 Ağustos’ta Berlin’de başlayan ve 28 Eylül’de Madrid’de sonlanacak turnenin takvimine de buradan ulaşabilirsiniz.

Deniz Göktaş; farklı disiplinlerde üreten dostlarından gelen soruları, Aklımdakiler köşemiz için yanıtladı: Dünyayı daha iyi bir yer hâline getirmek için önerileri, kaygıyla harmanlanmış sinema tutkusu, Gibi dizisiyle yaşadığı ilk kamera önü deneyimi, kedi alerjisi ve dahası…


Efe Tunçer soruyor

İnsanlar seni seyrettiğinde yalnızca çok etkileyici bir şov izlemiş gibi değil; çok derin bir kitap da okumuş gibi hissediyor. Hem bu kadar edebi hem de bu kadar eğlenceli bir üretime şahitlik etmek çok nadir rastlanan bir olay. İlk amacı güldürmek olan, sınırlı zamanının olduğu, kalabalıklara ihtiyaç duyan bir sanat dalını; bazen yüzlerce sayfanın bile az geldiği, insandan ciddi bir asosyallik ve kendisiyle kalma hâli talep eden bir başka sanat dalıyla birleştirirken artık kemikleştirdiğin kilit bir tekniğin, mutlaka uygularım dediğin bir taktiğin var mı?

Abi utandırdın, teşekkür ederim. Şimdi ben de seni utandırıp övdüğün hiçbir şeyi bilinçli yapmadığımı söyleyeceğim. O yüzden yeni gösteri yazma süreci çok sancılı geçiyor. 

Metinle bu kadar uğraşmamın sebebini kendimce açıklayabilirim belki. Performans kısmında yetersiz olduğumu düşündüğüm için metne daha fazla mesai ayırmam gerekiyor. Genelde günlük hayatta dertlendiğim, sohbetlerde öfkeyle bahsettiğim konuları içine koyabileceğim oyunsu bir çerçeve bulmaya çalışıyorum. Onu düz akıttığımda içten ama çok geveze ve az komik bir paragraf çıkıyor. Sonra o paragrafın içinde minik boşluklar yakalayıp oralara başka notlardan şakalar, örnekler, diyaloglar gömüyorum. Sahnede düzenli anlatmaya başladıktan sonra da makaslamaya başlıyorum. Ben seyirci olarak bu cümleleri duysam ne hissederdim, gerçekten bunları düşünerek mi söylüyorum yoksa bahsettiğin güldürme, ilginç olma baskısıyla mı çıkıyor? Böylelikle sahnede söylemek için heyecanlanmadığım her cümleyi atmış oluyorum Sonuç olarak olabildiğince fazla yazıp sonrasında iyice buduyorum. Belki dediğin hissin sebebi budur ya da senin öyle hissedesin vardır, ben de gaza gelip bunlarla altını doldurmaya çalışmışımdır. 


“Selensu” Miray Karabulut soruyor

Portal açıldı Deniz. Kendine bir komedyen seçiyorsun. Geçtiğimiz evrende, Ses Tiyatrosu’nda Selam Selam’ı bu arkadaşımız yapacak. Onun şovu da sende. Hangi komedyen, neden? Onun hangi şovu, neden?

Üslup olarak zıt olduğum komedyenleri hayal etmek daha eğlenceli geldi. Bazı şakaları Huysuz Virjin ve Ata Demirer’den dinlemeyi çok isterdim. Huysuz Virjin’in firesiz agresifliği ve argosuyla bambaşka bir hâl alırdı herhalde. Ata Demirer de aralara nağmeler sığdırır, taklite boğardı. Ama sorunun ikinci aşaması biraz korkuttu. Onların gösterilerinin hiçbir parçasını beceremem herhalde… Büyük rezillik olur. Gerçi çocukken Ata Demirer’in dolmuştan inmek isteyen huysuz yaşlı kadın taklidinin taklidini yaparak ortaokul tiyatrosunda başrolü kapmıştım. Ama şu an kurtarmayabilir. 

Yabancı komedyenleri Türkçe gösteriyle düşünemedim. “Dua Lipa, İbrahim Tatlıses söylüyor” tarzı yapay zekâ seslendirmeleri gibi şeyler canlandı kafamda. Bir de madem böyle bir portal açtın, gösterideki polis-Deniz GBT diyalogunun bol mimikli bir whenselensu coverını görmek isterdim.


Bora Akkaş soruyor

Deniz Göktaş; internette çok paylaşılan bir meme, Türkçe rapte bir şarkı, bir estetik operasyon, ve herhangi bir süper kahraman olsaydı bunlar ne olurdu?

Meme sayılır mı, bilmiyorum ama “Kız ironi ne adımızı da mı unuttun?” cümlesiyle biten Facebook diyalogu.

Türkçe rapte bir şarkı: Sahtiyan – “Kartlar Karışsın” diyesim geldi. Çıkalı 10 yıl geçti hâlâ dinliyorum, değişik bir bağ kurdum sonum benzemez umarım. (Aynı dönemden Doğa Bora da severiz )

Estetik operasyon: İsminden dolayı Fransız askısı, cismimden dolayı Rinoplasti. 

Süper kahraman: Mobbing yapmayan babacan bir Batman bulursam Robin’i olmak isterim.


Ali Farkhonde soruyor

Bütün dünyanın izleyeceği bir yayına davet edildin ve sana 10 dakika süre verildi. En az 4 milyar insana ulaşacağını düşünürsek, hangi konuda ne konuşmak isterdin?

Zor soruymuş. Bir kere yatakta debelenip dünyayı değiştirmeyi düşünürken bir fikir gelmişti aklıma. Saçma ve ütopik ama hazır 4 milyar insanlık bir kitle bulmuşken şansımı denerdim. Başlıyorum. 

Dünya daha iyi bir yer olsun diye kafa yoran çok insan var ama genel olarak odaklarımız dağınık; bu sebeple de iş gücü fazla bölünüyor, bir şeyi değiştirebilecek toplu bir etkiye erişemiyoruz. Değişimler de yüzlerce yıl sürüyor. Halbuki farklı ülkelerden 1 milyar insan aynı anda tek bir soruna odaklansa ve çözülene kadar bırakmasa dünya kısa-orta vadede çok hızlı değişir. 

Şöyle bir proje. Dünyadaki irili-ufaklı sorunları hiç ayırt etmeden kâğıtlara yazıp fanusa koyuyoruz. FIFA kurası gibi… Yetkili birisi çekiyor. Herhangi bir problem olabilir, öncelik sırası yok. Ortadoğu’daki iç savaşlar olabilir ya da Küba’daki glütensiz yemek seçeneklerinin azlığı olabilir. 

Diyelim ki Kanada’da bir çocuğun bisiklet sürmeyi bir türlü öğrenememesi çıktı. Herkes seferber oluyor, muhtemelen bir saatte çözülür. Başka kura çekiyoruz bu sefer Afrika’da su sorunu… Bu biraz daha uzun sürüyor ama kimse başka işle ilgilenmiyor. O sırada “Ama şu an Ukrayna…” falan diyen olursa uyarılıyor, “Dikkat dağıtma!” Bir-iki ayda Afrika’yı çözünce yeniden kura. Öyle irili ufaklı, aciliyet ayırt etmeden gidiyoruz. Hem de küçük sorunları çözerek büyük sorunlar için özgüven kazanıyoruz. Değiştirme gücümüz olduğunu fark ediyoruz. 

Bunu didaktik olmadan, küçük şakalarla doldurup yeri gelince Çinliye yeri gelince İsveçliye hitap eden yerel referanslarla süsleyerek anlatırdım. Konuşma bitince kulise inip “Off çok kötü anlattım biraz iyi anlatsam dünya değişecek gibiydi” diye sızlanırdım. Sen de muhtemelen “Abii niye öyle diyosun iyiydi gayet” diye moral verirdin.


Educatedear soruyor

Setini hazırlarken “bu şakaya biri alınır mı? bu şakadan başıma bir sıkıntı gelir mi?” gibi düşünceler aklından geçiyor mu hiç? Bu seni zorlayan bir konu mu? Bu gerginliği yaşıyor musun yoksa aşabildin mi?

Aşmak mümkün değil bence ama alıştım diyebilirim. Bu aslında benim hep yaşadığım bir kaygıydı. Çocukken de yanlış bir şey söyler, kendimi kaptırır küfür ederim diye korkup akrabaların yanında hiç konuşmazdım. Şu anda bile sosyal ortamlarda enerjimin çoğunu neyi konuşmamam gerektiğine karar verirken harcıyorum. 

Sansürden bağımsız olarak stand-up’ta da hangi cümleyi söyleyeceğinden çok hangisini söylemeyeceğine karar veriyorsun aslında. Aklına gelenlerin çoğunu komik değil; sıradan, klişe diye engelliyorsun. Bunlar işin zevkli kısmı. Fakat birileri alınır mı diye düşünme mesaisi psikolojik olarak zorluyor. Belirli bir yolu ya da belirgin bir sonu da yok. Kendi seyircinle gerilmekten sıkılıyorsun, şehir-mekân değişince hangisini yapmamak lazım diye düşünmekten yoruluyorsun. İşin keyfinden götürüyor, kronik bir gerginlik yaratıyor. 

Esas tehlike ise bir süre sonra zihnin bu gerginlikten kaçmak için öyle çalışmaya başlıyor bence, seni zora sokacak konularda daha az yaratıcı oluyor, tehlikeli fikir üretmemeye başlıyor. Otosansürün de bi adım öncesi, pre-oto-sansür. Yine de bunların farkında olup steril-uslu çocuk olmadan ama irrasyonel risklere de girmeden dengeli bir gösteri oluşturmaya çalışmak keyifli bir süreç.  


Gülinler soruyor

Selam Deniz, elinde olsa neleri değiştirmek isterdin?

Selam Gülin. “Sınırları kaldırmak isterdim…” tarzı iddialı cümleler sarf edesim geldi ama çok büyük sorumluluk. Benim lafımla sınırlar kalkar sonra da işler daha kötüye giderse üzülürüm. O yüzden kendimden bir şeyler düşündüm… Biraz hayat enerjimi artırmak ya da kedi alerjimi iptal etmek. İkincisi, ilkini de çözebilir.


Ahmet Kürşat Öçalan soruyor

Gibi dizisinin “Vita Brevis” adlı bölümünde Yanni rolüyle izledik seni. Oyunculuk deneyimin hakkinda neler söylemek istersin? Kamera önü performansı ile sahne performansı arasında ne gibi benzerlikler ve farklılıklar var?

Benim için oyunculuk deneyiminden daha fazlasıydı. Büyük fanı olduğum bir dizinin ortasında buldum kendimi. Oynamaktan çok, Seinfeld’i içinden izlemek gibiydi. Öte yandan oyunculuk çabamı görmeye katlanamadığım için o bölümü izleyemedim. İzlemediğim tek Gibi bölümü. 

İlk kamera önü deneyimimdi ve galiba sizin için bile zor bir setti. Çekimlerin 35. günü, dakika başı arkadaki Roma meşalelerini tekrar yakmak için çekim durduruluyor vs. Setin bu işleyişini bir hata yapıp sekteye uğratacağım korkusu dışında hiçbir şey hatırlamıyorum. Hatta o kadar gerilmiştim ki kostümcü “Dün sette köle gibi yemek yiyordun” demişti. Anksiyetemi metod oyunculuğuna yormuş.  

Çok kısıtlı bir tecrübe tabii ama benim için sahneyle arasında uçurum var. En önemli fark stand-up’ta kontrol tamamen sende, hatalar çok telafi edilebilir. Dilin sürçer toparlarsın, gülünmez kendinle dalga geçersin. Bu hatalar bazen daha doğal bile kılar gösteriyi. Sette hata olunca akış duruyor, herkes en baştaki yerine geçiyor, bazen yemek saati erteleniyor. Seni yönlendiren, dediklerini anlayıp ânında uygulaman gereken başka insanlar var. Profesyonel olmayan oyuncular için büyük bir baskı. 

Onun dışında sahnede sürekli seyirci onayı var. Gülüyorlar. Kamera önünde “iyi mi yaptın kötü mü yaptın” son kurguyu görene kadar muamma kalıyor. Benim gibi onay bağımlısı biri için çok belirsiz bir süreç. Öte yandan setteki o işleyen dev bir mekanizmanın minicik parçasıymışsın hissi de güven verici. İşler kötü gitse uyaran var, düzelten var, paslaştığın diğer oyuncular var, hadi diyelim sette batırdın kurgusu var. 


Melikşah Altuntaş soruyor

Aklında ve iş planında yıllardır duran ama bir türlü tamamlayıp çekmeye çalışmadığın bir uzun metraj film (ya da filmler) olduğunu tahmin ediyorum. Bu potansiyellerin yükü ve onlarla ilgilenmezken geçen zamanın vicdan azabıyla nasıl baş ediyorsun? Yani umarım böyle bir kaygın vardır hayatta, yıllardır film yapmanı bekliyorum ben şahsen.

Aktif kaygı koleksiyonumun en güzel yerini ayırdım buna, vicdan azabıyla da tabii ki baş edemiyorum. Dört yıl önce çok sevdiğim bir kısa film senaryomu bakanlık fonlu, prodüksiyonlu çekme şansım oldu ama sosyal-teknik yetersizliklerim ve sete dair deneyimsizliğim sebebiyle beceremedim. Yıllar boyu sadece sinema odaklı yaşadıktan sonra “Bu iş bana göre olmayabilir” ihtimaliyle yüzleşmek çok zordu. Neyse ki tam o dönem stand-up imdadıma yetişti, yeni taşındığım şehirde bana maddi manevi destek oldu, arkadaşlar buldu, bir ifade alanı sağladı. Ayrıca aklına gelen her hikâyeyi başka insanlara, şirketlerin onayına, onlar için doğru proje olduğuma ikna etmeye çalıştığım fonlara ihtiyaç duymadan anlatabilmek büyük lüksmüş. 

Stand-up bu açıdan muhteşem bir şans. Hem de sürekli insanların önünde deneye yanıla geliştirebiliyorsun, işin son hâline ne zaman geleceğine sen karar veriyorsun. Bu olanaklara hemen alıştım ve film yapmak gözümde iyice büyüdü. Şu an bana durduk yere onlarca alakasız insanla iki ayda bina dikmeye çalışmak gibi geliyor. O daracık sürede ne yaptıysan o, bir daireye pencere koymayı unuttuysan hadi geçmiş olsun, şehrin ortasında sonsuza kadar duracak o penceresi eksik bina, soranlara “Deniz yaptı” diyecekler. 

Ama dediğim gibi bahsettiğin kaygı sabit; sinema tutkusu ilk günkü yoğunluğunda. Taslaklar, senaryolar hazır, bir gün tekrar cesaret edeceğim umarım. Hiç olmadı Maskeli’ye malzeme olacak bir kötü film daha katarım dünyamıza. 


Ali Kemal Güven soruyor

Joan Rivers, Jerry Seinfeld ve Kathy Griffin gibi kariyerine stand-up’la başlayan efsanevi komedyenlerin hayatlarına baktığımızda, mutlaka bir sonraki adımları ya bir dizi yazıp oynamak ya da talk-show sunmak oluyor. Türkiye sektöründeki -tek tük işler hariç- bize sunulan yapımların durumu malumken… Bir sonraki adımında böyle bir planın varsa, işinin hayata geçmesi adına kendi vizyonundan feragat edecek misin? Yoksa şimdiki tavrını koruyup YouTube mecrasında özgürce istediğini yapmaya devam mı edeceksin?

YouTube bu tarz bir gösteri için tek seçenekti. Türkiye’deki platformların çekingenliğine bakılırsa stand-up için hep öyle olacak gibi görünüyor. Stand-up’ın dışında prodüksiyonlu, kalabalık ekipli dizi-film işleri yapmak istiyorum. Orada da bahsettiğin kaygılar devreye giriyor, işin içine ne kadar çok para ve insan girerse o kadar çok onay aşamasından ve müdahaleden geçiyor, özünü kaybediyor. Örnek aldığım, işlerini takip ettiğim insanların ortak özelliği kendi vizyonlarından ödün vermemeleri, üretimlerindeki son kararların tamamen onlara ait olması. Benim niyetim de bu yoldan gitmek, şu ana kadar hep bunu destekleyen insanlarla masaya oturdum. Eğer işler istediğim gibi gitmezse de tekrardan küçülüp sahneye ve YouTube’a sığınmak her zaman güzel bir seçenek.