Aklımdakiler: J. Hakan Dedeoğlu ve “Bunu Biz İstedik İstanbul” romanı

İstanbullu iyi darlandı değil mi son yıllarda? Büyük olasılıkla bugüne kadar her bir dönem için geçerli bir gerçek bu ama Bunu Biz İstedik İstanbul romanı Kasım 2019’da yayımlandığında şehrin verdiği göç sayısının rekor seviyeye ulaştığı istatistiği de önümüzde durmaktaydı. 

Hazırlayan: Ekin Sanaç – İllüstrasyon: Sadi Güran

Bunu Biz İstedik İstanbul, şehrin başından geçen fantastik felaketler silsilesiyle yakalıyor okuyucusunu. Tanıdık gelen mekânların ve tanıdık gelen sıradan karakterlerin olayların sıra dışı akışında yarattığı atmosfer, hem sürükleyici hem de süründürücü bir etkiye sahip. Kalmak-kaçmak, mücadele etmek-koyvermek gibi türlü karmaşık duyguya hareket alanı açıyor. Tabii aynı zamanda Bant Mag. kurucularından J. Hakan Dedeoğlu’nun ilk romanı olma özelliğini taşıyor. Dolayısıyla takdir edersiniz ki ekipçe bu kitabı elimize almayı sabırsızlıkla beklediğimiz bir süreci geride bıraktık. Karakarga yayınevi tarafından basılan bu fantastik romana kapağında ve içerisinde Sadi Güran’ın illüstrasyonları eşlik ediyor. İkili daha önce, 2017 Mayıs’ında da Osmanlı’da bilinen ilk vampir/hortlak hadisesini hayal ederek aktaran Tırnova: Rumeli Kabusu’nu yayımlamıştı.

İstanbul iyileşir mi? Dahası, İstanbullu bu felaketlerin sorumluluğunu alır mı? İstanbul’un başına gelen felaketlerin tanıklarını buluşturan Babil isimli konser mekânının buz gibi karanlığının etkisi henüz tazeyken, Aklımdakiler serimiz için J. Hakan Dedeoğlu’nun hayatına ve romanına dokunmuş müzisyen, oyuncu, yazar ve sanatçı dostlarından ona kitaba dair sorularını yöneltmelerini istedik. 

Hakan Bıçakcı: 

İlk romanlar için klişeleşmiş ama kısmen doğru bir tespit vardır: ilk romanlar otobiyografik olur ve ana karakter yazarı temsil eder. Ancak Bunu Biz İstedik İstanbul‘da birden fazla ana karakter var. Böylece ilk romanınla bu klasik kurala uymadığını söyleyebilir miyiz? Yoksa gizlice kendini daha yakın hissettiğin, seni temsil eden bir karakter var mı şahıs kadronda?

Aslında kısmen uydum kısmen uymadım diyebiliriz. Gençliğimin geçtiği yerlerden, olaylardan, tanıdığım, sevdiğim, sevmediğim insanlardan özellikler serpiştirdim birçok yerine kitabın. Bunun dışında romanın ana karakteri gibi sayılabilecek Derya Deniz’in, asla beni temsil ettiğini düşünmesem de, olaylara vereceği muhtemel tepkiler bakımından bana oldukça yakın durduğunu söyleyebilirim. Her zaman şüpheci ama bir o kadar da makul olmak gibi. Ya da geçmişimden bazı gerçek olayları da verdim kendisine, kitabın sonunda anlattığı yumurta operasyonları hikâyesi gibi… 

Kalben

Seni yazma sürecine tekrar tekrar bağlayan bir sebep keşfedebildin mi?

Kendimi bildim bileli hikâye düşünmeye, kurmaca olaylar düşlemeye bayılıyorum. Kafamda döner dururlar. E bunları durduk yere insanlara anlatamayacağıma göre yazmanın iyi bir fikir olduğuna karar vermiştim ta küçüklüğümde. Sanırım bu aklımda dönenleri paylaşma arzusu beni yazma sürecine tekrar tekrar bağlayan şey. Bir de aklından geçeni, içindeki hissi güzel bir cümle ile verebilmenin, bir hikâyeyi güzelce bağlamanın keyfi de bambaşka, bu da sürekli peşinden gidilecek bir haz benim için. 

Sezin Akbaşoğulları: 

Sevgili Hakan, on parmağında on marifet bir arkadaşımsın, seni gururla takip ediyorum. Dergicilik, müzik,  hatta Aylin Güngör’ün göze batan fotomodellerinden birisin aynı zamanda! Şimdi de şahane kitabınla karşımızdasın. E insan hayret ediyor, bu ne cüret? Daha nelere cüret edeceksin acaba?

E, madem sordun, söyleyeyim, yapmak istediğim şeylerden biri benim yazdığım, senin oynadığın bir dizi ya da filmi hayata geçirebilmek. Bunun çalışmaları ufaktan da başlamış durumda. Gerçi senaryo yazmak yabancısı olduğum bir dünya ama öğreniriz, değil mi? 

Gökhan Akçura: 

Sevgili Hakan. Kitabında gerçek zamanın geçtiği iki mekân var. Radyo ve bar… Bunları yazarken, aklından hangi gerçek mekânlar geçti? Benzese benzese nerelere benzerlerdi?

Gökhan Abi çok teşekkür ederim. Aslında ikisi de senin gayet iyi bildiğin yerlerde geçiyor. Kaan Mordoğan’ın bulunduğu radyo istasyonu Oskar FM’i yazarken aklımda hep Elmadağ’daki eski Açık Radyo ofisi vardı. Ama Oskar FM elbette Açık Radyo’yu karşılamıyor, sadece mekânsal bir durum. Kitapta geçen, konser mekanı Babil ise, biraz bariz de olsa, hepimizin özlediği Asmalı’daki eski Babylon. 

Ali Güçlü Şimşek: 

Müjdemi isterim JHD! Warner Bros’tan bir arkadaşım aradı ve Bunu Biz İstedik İstanbul’u perdeye taşımak istediklerini söyledi. Hem de bol sıfırlı bir kontratla! Şayet kabul edersen en kısa zamanda senden çalışmak istediğin yönetmeni, oyuncuları ve müzisyenleri bekliyorlar…

İpimi çektin AGŞ! Çok zor bir soru… Daha filmin ne tatta olması gerektiğine karar veremiyorum, hafif matrak ve eğlenceli mi olsun, karanlık ve ürkütücü mü olsun? Ama şöyle yapardım, bir tur Jeremy Saulner ve Lantimos ile görüşür ama filmi nihayetinde Coen biraderlerin eline bırakırdım. Yönetmenliği yabancılara verdik ama oyuncu kadrosu yerli olmalı! Şu oyuncular mutlaka olmalı derdim: Sezin Akbaşoğulları, Cem Üzümoğlu, Öner Arkan, Ece Yüksel, Şebnem Bozoklu, Okan Urun, Berkay Ateş… ilk aklıma gelenler. Müziklere gelecek olursak. Valla sen sordun diye değil ama sen ve Gaye’nin elinden acayip yakışan müzikler çıkardı bu filme. Siz filmin tema müziklerini yapın. Aralarda da şu grupların parçalarını mutlaka duyalım isterdim: kim ki o, BaBa ZuLa, Hayvanlar Alemi, Da Poet, Palmiyeler, Özgün Semerci … Kapanış parçası olarak da Hakan Vreskala’nın “İstanbul” parçasını duymak isterdim.  

Deniz Özturhan:

Bu kitapla Hakan’ın uzun süredir Türk edebiyatında yapılmaya çalışılan bir türde – dramatik bilimkurgu diyebilir miyiz, tam bilmiyorum, neyse –  aslında ilk dişe dokunan eseri vermiş olduğunu düşünüyorum. O içinde bulunduğu ya da bizzat yaratmaya başladığı edebiyat janrı hakkında bir şey düşünüyor mu? Buradan mı devam edecek? İkinci kitap için fikri hazır mı? Çıtayı koyduğu yerin farkında mı?

Öncelikle nazik sözlerin için çok teşekkür ederim. Soruna gelecek olursak, janr olarak düşünmesem de gerçekten bahsettiğin türde bir eser olmasını çok istedim. İçinde fantastik öğeler barındırdığı kadar dramatik tarafı da olan, doğaüstü olayların içsel arayışların önüne geçmediği, doğaüstü hadiseler karşısında insanların yaşayabileceği muhtemel hislere, etkilere odaklanan bir dünya olsun istedim. Büyük bir olayın tek bir kişi üzerinde yarattığı etkiyi yazmak istedim. Kötülüklere karşı savaşıp şehri kurtaran kahramanların değil, bunlara maruz kalan, şehrin normal insanlarının hikâyeleri olsun istedim kitabımda. Buradan mı devam edeceğim? Bence öyle, zira kendimi en güvende hissettiğim, anlatmak istediğim hislerin, hikâyelerin yattığı yerler de buralar. İkinci kitap için çıkmak üzere olan üçüncü dünya savaşının gölgesinde bir yazlık sitede gerçekleşen tuhaf olaylar ve ilişkiler zincirini anlatıyor olacağım diye düşünüyorum, bakalım. 

Gülinler: 

Romandaki devin önce görselini mi hayal ettin, yoksa fikir olarak mı geliştirdin?

Kitaba başladığımda aklıma gelen ilk fikir buydu aslında. İstanbul’un başına Hollywood senaryolarından alışık olduğumuz felaketler gelsin istedim. Bunlar neler olabilir derken aklıma gelen ilk şey şehre musallat olan dev bir yaratıktı. Sonra bunun, ağzından ateş püsküren, kocaman dişleri olan, Godzilla-vari bir yaratık olmasını istemediğimi, bizim, şehirde yaşayanların tuhaf bir tezahürü olan bir dev olmasını istediğimi fark ettim. Böyle böyle düşünürken bu adsız devin eşkali çıkıverdi. Anlayacağın eşkalden önce fikir vardı…

Ekin Sanaç: 

İnsanın günlük yaşantısını kesintiye uğratan, gücünü aşan ya da “dünyanın sonu” tabir edilen şeylere karşı ilgin kişisel tarihinde ne kadar eskiye gidiyor ve nelerden besleniyor? “Fiktif” İstanbullarını buradan kurmak sana neden ve nasıl bir zemin/alan açtı? 

Nedenini bilmiyorum ama felaket senaryoları kendimi bildim bileli beni heyecanlandırmıştır. Belki de Körfez Savaşı’nı televizyonlardan canlı izleyen ilk çocuklardan biri olduğum içindir. Muhakkak bir etkisi olmuştur üstümde, üstümüzde. Analarımızın babalarımızın da aklına sağlık, çizgi film gibi izlettiler bize scut füzelerini, patriot roketlerini… Öte yandan hayatın gündelik akışını bir anda durduran, ezberleri toptan bozan olaylarda, her ne kadar korkunç olsa da, bir kurtuluş, yeni bir başlangıç seziyorum. Olası felaketler insanların kendini, içinde bulunduğumuz dönemi sorgulaması için harika birer zemin bence. Buradan hareketle, canımı bir hayli sıkan günümüz Türkiye’si ve İstanbul’unu kaleme alırken felaketleri çıkış noktası olarak almak nefis bir kurgu alanı sağladı bana. Şehrin dertlerini temsil eden farklı felaketler. Şehrin buhranından kaçış isteğini, umudu ya da karamsarlığı temsil eden karakterler ve bunların bir araya gelmesi.