Alevi sönmeyen gönülsüz kahraman: Mina

Bundan 80 yıl önce, 25 Mart 1940’ta dünyaya gelen Anna Maria Mazzini, 18 yaşında bir gece kulübünde ailesini eğlendirmek için öylesine sahneye çıktı. Önce kendini bir anda 1960’lar İtalya’sındaki toplumsal değişim dalgasının ön saflarında buluverdi, sonra kendi değişimiyle başka bir ilham kaynağı oldu. 

Yazı: Doruk Yurdesin – İllüstrasyon: Sadi Güran

Daha o zaman bile İtalyanların gelmiş geçmiş en büyük divası sayılan Mina, Ocak 1973’te Playboy Italia’ya bir röportaj verir. Hem kariyerinin ve hem de ülke çapındaki ününün 14’üncü yılını tamamlamıştır, 33’üncü yaşını geride bırakmasına az kalmıştır. Ünü İtalya sınırlarını çoktan aşmış, sayısız türde sayısız şarkıya üç oktavı aşan soprano sesini vermiş, söylediği hemen her şarkının kendiyle özdeşleşmesini sağlamış, İtalyanca, İspanyolca, İngilizce, Almanca, Fransızca, Portekizce, Katalanca, Türkçe ve Japonca söyleyip ismini oralardaki dinleyicilere de duyurmuştur (dönem Avrupa’sında müzikal etkileşimler biraz karşılıklıdır; ilk kırkbeşliklerinden birinde seslendirdiği “My Crazy Baby”nin bestecisi Yaşar Güvenir’di). Amerika’da önceki onyılda Louis Armstrong onu “en iyi beyaz şarkıcı” ilan etmiş, efsanevi Sarah Vaughan “Onun sesini isterdim” demiştir büyük bir alçakgönüllülükle. “Eğer kendi sesime sahip olmasaydım.”

Ocak 1973… Ajda Pekkan’ın iki Mina şarkısını seslendirdiği “Seninleyim/Palavra Palavra” (“E penso a te” ve “Parole parole”) kırkbeşliği Türkiye’de o yıl çıkacaktı. “Ya Sonra” (“Giorni”), “Düşünme Hiç” (“Il cigno dell’amore”), “Son Yolcu” (“Senza fiato”), “Aldatma” (“Ancora ancora ancora”) gibilerinin ise İtalya’da bile çıkmasına daha yıllar vardı. Ve Mina bu röportajda sanki her şey başlayalı bir asır olmuş ve işin sonuna yaklaşmış gibi konuşuyor, artık konserleri ve televizyon programlarını bırakmaktan, hatta sırf merakının peşinden koşmak için psikoloji ve tıp okumak arasında seçim yapmaya çalıştığından bahsediyordu (“Dr. Mazzini ismiyle muayenehane açmaya niyetim yok” diye bitirir röportajı). Bir yandan da tüm yaşananlar, 14 yıl, göz açıp kapayıncaya kadar oluvermiş gibiydi. Ne bunun nasıl gerçekleştiğini ne de kendisinin nasıl olup da böylesi güçlü bir etki bıraktığını anladığını söyler ısrarla, defalarca. Hiçbir şeyi planlamamıştır, her şey sadece olmuştur.

“Ben şarkıyı söylüyorum, gerisi şansa kalmış. Belli bir yetenek yok demiyorum, ama yeteneğin işlerin yolunda gidip gitmemesiyle bir ilgisi yok. Yolundaysa çok iyisin, yolunda değilse bir kaltaksın. Halbuki ikisi de doğru değil.”

1958 başlarında Domenico Modugno televizyonda “Volare”’yi seslendirirken bir noktada ellerini havaya kaldırmış, bu hareket İtalya’da şaşkınlık yaratmıştı. Televizyon ve sahne normları böyle katı, böyle sterildi. Ve aynı yılın son aylarında 18 yaşındaki Mina geldi. Küçüklükten itibaren düşkünlük duyduğu Amerikan swing şarkılarının ve sadece birkaç yıldır dünyayı sallayan rock ’n roll şarkılarının sarsak yorumlarıyla izleyici karşısına çıktığında İtalya’da rock ‘n roll söyleyen isimler vardı, ama aralarında bir kadın yoktu. Üstelik Mina kafasını, ellerini ve kalçalarını sallıyordu. Bu bile bir depremdi. İtalyan basınının Urlatori (Çığlıkçılar) diye adlandırdığı yeni nesil şarkıcılar arasında hemen “Çığlıkçılar Kraliçesi” unvanını kaptı. Fazla geçmedi, vahşi jestleri ve kıvırtan danslarıyla “Cremona’nın Dişi Kaplanı” oluverdi. Bir yıl geçmeden panter ve kartal da oldu.

Mina’nın İtalya’daki ilk bir numarası “Tintarella di luna”, bu profile uygun bir rock ‘n roll şarkısıydı. Haziran 1960’ta çıkan ikinci bir numarası “Il cielo in una stanza” ise bambaşka bir âlemdi. Bir odadaki gökyüzü. Yirmilerinin ortasındaki şarkı yazarı Gina Paoli’nin bir genelevde geçirdiği gecede odanın pembe tavanını seyrederken hissettiği, bir anlığına gelip ardından uçup gidiveren kısacık mutluluğun ve bu hızlı geçişin onda yarattığı hiçlik duygusunun şarkısıydı, bestecisinin kendi tanımıyla. Sokaktan gelen konuşma sesleriyle birleşerek odanın duvarlarından seken tanımlanamaz düşüncelerin ve söylenemeyen sözlerin spiraller çizerek, âdeta hiç bitmeyecek bir rüya gibi boşluğu doldurmasıydı. Çığlıklar Kraliçesi, nedendir bilinmez, kendiyle aynı kulvarda olmayan daha ünlü iki yorumcunun pas geçtiği bu şarkıyı söylemek istemedi ilk başta. Sırf plak şirketinin baskısıyla parçayı bir kez de Paoli’nin piyano eşliğinde seslendirmesiyle dinleyince kabul etti. Parça 1960 yazında listelerin ortalarında belirdi, sallana sallana yükselerek yılın sonunda 1 numara oldu ve 14 hafta orada kaldı. O yıl 400 bin, sonraki yıllarda toplam 2 milyon satmanın yanında, şimdi dönüp bakıldığında 20 yaşındaki bu genç kadının hayatının geri kalanına üç miras bıraktı. Mina bu şarkıyla insanları sesiyle hayatlarının en mutlu ve en mutsuz anlarında sonsuza kadar dondurabileceğine inandırdı ve hiç hayal kırıklığı yaratmadı. Utanmazca çığlık atarken gerektiğinde utanmazca romantik olunabileceğini gösterdi. Ve anlaşılan o ki, hayatının geri kalanında bir daha hiçbir baskıya boyun eğmedi.

“Oraya seni daha önce hiç görmemiş (ve bir daha görmeyecek) birinin gelip, yirmi dakika konuşup hayatını talan edecek delice şeyler yazarak seni bir kalıba sokmasını saçma buldum. Anlamıyorum, başlangıçta bir süreliğine kendimi gazetelerde görüp eğlendiğimde bile anlamadım. Ortada bir diyalog yok ve benim konuşmak istemediğim şeyler var. Sevdiğim insanları ilgilendiren ve yabancılara söylemek istemediğim şeyler. Hele gazeteciler, belli gazeteciler var ki, onlar sana ne sorabilirler? Nereye kadar kaldırabilirsin? Ben de görmezden geliyorum. Çünkü ya defedeceğim ya dişlerini kıracağım (ve tabii ikimiz de hastanelik olacağız) ya da görmezden geleceğim…”

Genç Mina’nın kendisine türlü lakaplar yakıştıran bulvar basınıyla asla dost olamayacağını anlaması fazla sürmedi. Her hareketini izleyen, hepsinden de bir haber ve çoğunlukla asılsız bir iddiaya dayanan bir sansasyon çıkarabilen tutucu bir yapıyla ilişkisini kariyerinin çok başında değerlendirmeye başladı. Bu ilk kez tam olarak ne zaman gerçekleşti bilinmez, ama Sanremo’da 1961 yılında sahnede parmağını ağzının kenarında gezdirdiği o meşhur hareketini ilk kez yaptığında bunun izleyicilerle dalga geçmek olarak görülüp yerden yere vurulması bir etkendir mutlaka. (Yarışmalardan o kadar nefret etti ki bir daha ne Sanremo’ya ne de bir başkasına katıldı). Ama asıl ilk büyük test, aktör Corrado Pani’yle yaşadığı beraberlik ve bu süreçteki hamileliğiydi. Pani’nin her ne kadar eşinden ayrı yaşıyor olsa da evli olması ve 1960’lar başı İtalya’sında boşanmanın kanunen yasak olması gibi iki ufak problem vardı. Mina bu durumu ona sonuna kadar destek olan ailesinden de basının hiddetinden de saklamadı. Ve 1963’te Katolik ve burjuva değerlerin sarsılmazlığına leke sürdürtmemek isteyen yayıncı kuruluşu RAI, Mina’yı yasaklayıverdi.    

“Massimiliano’nun doğumundan sonra büyük destek vardı. O zamanlar böyle bir şeyin üstesinden gelmek zordu, çünkü hatırlarsan dokuz yıl önce İtalya hâlâ Orta Çağ’ı yaşıyordu. Ülkenin her yerinden hayatımda görmediğim kadar hediye yağdı. ‘Endişelenme’ diyen mektuplar yağdı, sokakta yanıma gelip ‘Merak edecek bir şey yok’ dediler. Ve gazetelerde berbat şeyler yazıyordu.”

1960’ların henüz başıydı ve Batı dünyasının birçok yerinde olduğu gibi İtalya’da da bir şeyler kıpırdanıyordu. Mina’nın plak satışlarında da herhangi bir düşüş yaşanmayınca kamuoyu baskısı karşısında RAI’nin direnişi birkaç ay sürebildi. Yasak, onu sindirmek şöyle dursun, daha da biledi. Onun uslanacağını sananlar istediklerini hiçbir zaman alamadılar. Mayıs 1964’te yeniden televizyonda belirdiğinde kaşları tıraşlıydı. Daha da cool, daha da seksiydi. Ve çok, çok “kötü” bir kızdı. Kaşları bir yana, kamusal alanda ve televizyonda sigara içmek, saçlarını sarıya boyamak gibi, tutucuların tüylerini diken diken eden hareketleri kararlılıkla sürdürdü. İtalya’da televizyonda mini etek giyen ilk isim oldu.

“Hep ucu bana dokunmayan şarkılar seçtim. Biyografik anlamda söylüyorum. Ama karakter benim aslen kim olduğumdan tamamen farklı olduğu için ‘gözlemciler’ kendi fantezilerinin peşinden gidebiliyorlar ve bu da onları çeşitli haftalık dergilerin bana yakıştırdığı çeşitli yaşamlara sokuyor.”

Mina sadece tavırları ve görünüşüyle değil, 1960 ve 1970’ler boyunca yorumlamayı seçtiği şarkılarla da hep sansürün kıyısında dolaştı. “Sacumdì sacumdà”da bir kızın şeytanla ilişkisini anlattı, “Ta-ra-ta-ta”da sigara içmenin zevkinden bahsetti, “La canzone di Marinella”da öldürülen bir seks işçisinin ardından ağıt yaktı, “L’importante è finire”de keyfi ve utancıyla aşksız seksi tarif etti. Hem o dönemde hem de sonrasında şarkı yazarları ve aranjörlerle hep uzun dönemli ortaklıklar kurdu (bunlardan Augusto Martelli, 1960’ların ikinci yarısındaki büyük aşkıydı). Diğer yanda özel yaşamına ve ailesine sıkı sıkıya bağlı bir başka Mina vardı. Daha yirmilerinin ortalarında sahnede ve televizyonda olmadığı zamanlarda kalabalıklardan adım adım uzaklaşmaya başladı. Onun izinden gidip müzik dünyasına atılan erkek kardeşinin 1965’te bir trafik kazasında ölmesinden sonra anne ve babasıyla beraber İsviçre’ye, Lugano’ya taşındı. Orada babasıyla bağımsız bir plak şirketi kurdu ve sonrasında albümlerini hep bu şirket üzerinden çıkardı. 1970’e gelindiğinde azar azar da olsa konserleri bırakmaktan bahsetmeye başlamıştı bile. Öyle ki, ta Amerika’dan, Frank Sinatra’dan gelen beraber televizyon programı yapma teklifini reddetti; söylenene göre uçak korkusu geliştirmişti, ama gerçek neden sevdiklerinden ayrılmak ve İtalya’dakinden daha yorucu bir gösteri dünyasında çalışmak istememekti.

Playboy Italia’daki röportajından birkaç ay sonra, ikinci çocuğunun babası, 1970’te evlenip bir yıl sonra boşandığı gazeteci Virgilio Crocco’yu 1973’te şüpheli bir trafik kazasında kaybetmesinin ardından her şeyi bırakma kararını daha da ciddi düşünmeye başlamış olacak ki, 1974’te televizyonda armonikacı Toots Thielemans’la seslendirdiği “Non gioco più” (Artık Oynamıyorum) şarkısıyla beraber artık izleyici karşısına çıkmayacağını duyurdu: “Ben değişiyorum; değişmeyen, ben olarak kalmayı sürdürür.” 1978’de bir kez daha televizyonda göründü ve sağlık sebepleriyle tamamlanamayacak olan son konser serisine başladı. O yıl bir röportajında “Aslında insanların önünde şarkı söylemeye hiç alışamadım” dedi. “Her şeyden korktum; sözleri unutmaktan, takılıp bir çuval gibi yığılmaktan, beni Nashville’deki gibi, Network’teki gibi vuracaklarından. Birinin beni ben şarkı söylerken öldürdüğünü düşünürdüm hep. Bu sefil bir his.” Bundan sonrası Mina için başka bir cesaret gösterisiydi. Hayatının geri kalanı, “Bir kadın şarkıcı, fiziksel varlığı olmadan kitlelere ne ifade eder?” sorusunun yanıtı olacaktı. Belki de yaşayan efsane olunup olunamayacağı sorusunun.

“Müzik, ister güzel ister çirkin, ister ciddi ister umarsız, ister kutsal ister kaltakça olsun, süreklidir. Sizi terk etmez. Ruhunuzun sesidir. Cildinize ve kalbinize yapışır ve sizi bir daha bırakmaz” dedi Mina, 2014 gibi yakın bir zamanda. Kariyerinin geri kalanında da buna sıkı sıkıya bağlı kalırken yine en büyük gücü aile bağlarından aldı. 1979’daki Attila albümünde prodüktör koltuğuna 16 yaşındaki oğlu Massimiliano Pani’yi oturttu ve halen de onunla çalışmayı sürdürüyor (bu albümle beraber hep aynı tasarımcıyla çalıştığı albüm kapakları da giderek daha ilginç bir hal aldı). Yıllar geçti, Pani’nin oğlunun şarkısını da seslendirdi, 2010’ların ortasında onun da oğluyla, yani torununun çocuğuyla da kayıt yaptı. Ve 2019’a gelinceye kadar bıkıp usanmadan her yıl en az bir albüm çıkarmayı sürdürdü. Albümler insanlarla tek bağ kurma yolu değildi. 2000’den 2011’e kadar La Stampa gazetesinin ön sayfasında haftalık köşe yazıları yazdı; Vanity Fair dergisinde 2003’ten 2015’e kadar okurlardan gelen, insani her türlü meseleye dair soruları yanıtladı (belki tıp okumadı, ama 1970’lerin sonunda eski arkadaşı kalp cerrahı Eugenio Quaini’yle ilişkiye başladı ve ikisi 2006’da sessiz sedasız evlendiklerinde haberi buradan verdi). Ve kamuoyunda görünmeme kararına 2001’de bir mola verip albüm kayıt seanslarının görüntülerinden oluşan ve bugün tamamını Mina in Studio adıyla YouTube’da da bulabileceğiniz videoyu Wind adlı internet sitesinden yayınladı. Video o yıl 20 milyon kez seyredildi; Mina yaşayan bir efsaneydi.

Şimdi İtalya dışında yeni kuşaklarca pek bilinmeyen Mina sadece kendi çizdiği yoldan giderek 1960’lardan itibaren birkaç kuşak için toplumsal baskılara karşı bireysel bağımsızlığın bayrağı olageldi. En güzel tarafıysa bunu söylemde iddiasız, kendine bir rol biçmeyerek yapmasıydı. 1960’larda dönemin modasına uyup birkaç müzikal filmde rol aldıktan sonra bunun kendi işi olmadığını düşünüp sonraki yıllarda Fellini’nin Satyricon ve Il viaggio di G. Mastorna’da, Coppola’nın The Godfather’da (evet, daha sonra Diane Keaton’ın canlandırdığı Kay Corleone rolü) oynaması için getirdikleri teklifleri de kararlılıkla reddetmesi gibi, sanki kendine bir yer çizdi ve orayı her zaman bildi. O kadar naifti ki, 1973’teki aynı röportajda toplum gözündeki konumunu sadece şu şekilde tarif edebildi:

“Bazen bir şekilde, mecburen veya başka sebeplerden, insanlarla ilişki kuruyorum ve her şeyi görme fırsatım oluyor. Mesela bir fahişe yolda durdurup bana fotoğraflar gösteriyor. Kaldırımdaki o fahişe ‘Bak, saçlarımı senin gibi yapıyorum’ diyor, ağlıyor. Bana sarılıyorlar. Bunlar çok güzel şeyler, başıma gelen en güzel şeyler. Veya ibneler, herkes, deliler, öfkeliler, hep bana sarılıp ağlıyorlar. Burada ortak payda gözyaşı olgusu. Sonra yaşlı kadınlar. Ağlayıp ellerimi öpüyorlar. Ve küstah çocuklar var, kendileri de küstahlığın kurbanı olmuşlar. Sonra kadınlar. Bu kadınlar tuhaf biçimde böyle bir dişi karaktere karşı çok sevimli bir tavır gösteriyorlar: Bu fenomen karşısında tedirgin hissetmek şöyle dursun, hatta tersine davranıyorlar. Belki benim güçlü olduğumu, bir şekilde onların intikamını aldığımı düşünüyorlar. Bilmiyorum neden bu kadar bağlanıyorlar. Anlamaya çalışıyorum, ama anlayamıyorum. Bu, masaya yatırılması gereken bir fenomen, belki de üzerinde çalışılması gereken bir tez.”

Mina, 1958’de sahnelere adım attığında ilk kırkbeşliklerinin üzerinde yer alan isim Baby Gate’ti. “Baby” onun 1,78’lik boyuna, “Gate” ise 1930’larda kurulan ve değişen kadrolarla varlığını bugün de sürdüren geleneksel caz vokal ekibi The Golden Gate Quartet’a göndermeydi; tehditkâr yenilik ve geleneğin birleşimi gibiydi. 2010’a gelindiğinde artık 1.500’den fazla kayıt yayınlamış, dünyada 150 milyondan fazla albüm satmıştı ki, bugün bu rakam bunun çok üstünde olmalı (sadece 2016’da kendinden iki yaş büyük Adriano Celentano’yla 18 yıl aradan sonra çıkardıkları ikinci albümleri bile 350 bin sattı). Rock ‘n roll ve swing’le başladı, cazdan mamboya, sörften soul’a, bossa novadan diskoya, kalipsoya, Napoliten’e, hatta dini türlere uzandı. Hip hop şarkıcılarına ve bilumum güncel türlere hem destek hem de sample verdi; oğlunun 10 yıl önce anlattığına göre, Mina’yla beraber yılda dinledikleri demo sayısı yaklaşık 3 bin kadardı. 2019 yılında Mina’nın sosyal medyadaki ilk ve tek fotoğrafı kızı Benedetta tarafından paylaşıldığında kendisi sırtı kameraya dönük, bir koltukta oturmuş, kızının sevgilisiyle beraber televizyonda Venezuelalı gangsta rap’çileri seyrediyordu.

60 yılı geride bırakmış bir kariyerden, 80 yıllık bir yaşamdan bahsederken çok şeyi atlamak olası. Bu yazı, kendi portresini çizmiş bir kadının eskizi olabilir ancak. Yazının bahsettiği şarkılar ise insanı kuşaklar arası bir yolculuğa çıkaran dev bir külliyatın çok küçük bir kısmını kapsayabilir; Mina’ya aşina olanlara “Bunu bilmiyordum” dedirtebilir, hiç tanımayanlara bir girizgâh olabilir belki. Bu satırların yazarının seçimi bugünlerde onlarca şarkının arasında burun farkıyla “Grande grande grande” olurdu, ama bir yerden başlamak için bir en arayışında olabilecekler Mina’nın kendi memleketindeki hayranlarının seçimine de kulak verebilirler deyip tarihteki bir başka noktaya gidelim yine. “Se telefonando”ya. 1966’da kaydedilen ve her aşamasıyla kolektif deha kokan “Se telefonando”, 2010’da Mina’nın 70’inci yaşını kutlayan La Repubblica gazetesinin yaptığı bir ankette 30 bin okuyucunun oylarıyla onun gelmiş geçmiş en sevilen şarkısı seçildi. Bir televizyon programının teması olması planıyla hayata gelmiş, önce sözleri yazılmış bir şarkıydı. Bir gün şarkının iki söz yazarı, bu sözleri müziğe dökmesi istenen Ennio Morricone ve Mina bir araya geldiler. Morricone’nin elinde Marsilya’da duyduğu polis sirenlerinden esinlendiği üç notalık bir melodi vardı. Bunu piyanoda çalmaya başladığında Mina sözlerin yazılı olduğu kâğıdı eline aldı, sanki daha önceden bildiği, çoktan yazılmış bir şarkıyı söyler gibi devam etti. Parça her şeyiyle hazır olduğunda, piyano ve trompetlerin başlattığı melodiye sekiz kez ton değiştirterek gerilimi tırmandıran, Hal Blaine tarzı davullar, dönemin Avrupa popunun alametifarikası koro ve sesaltı frekansta sinsice ilerleyen trombonlarla zirveye çıkan bir başyapıt ortaya çıkmıştı.   

“Se telefonando”. Fırtınalı başlayıp bir şekilde telefonda bitmek zorunda kalan bir aşkın hikâyesi. Böyle bir günde böyle bir yazıyı bitirirken şu anda çok daha fazla şeyi telefonda yapmak zorunda kalıyor olmamız da geliyor insanın aklına. Bunun burada da, yazımızın konusunun anavatanı İtalya’da da, dünyanın aklımızın ucundan geçmeyecek birçok köşesinde de böyle olduğu geliyor. Diğer yandan böyle bir hayat, her şeyin planlananın çok daha ötesine taşmasının da her zaman mümkün olduğunu düşündürtüyor. Bırakalım, neler olacağına bakalım demek biraz daha ağır basıyor o zaman. Ve Mina’nın 80 yıllık dopdolu yaşamına kadeh kaldırıp gerisini bir anlığına da olsa düşünmemek istemek…