İyi niyet ve kaçan fırsatlar: American Fiction

Yazı: Utkan Çınar

Cord Jefferson’ın ilk yönetmenlik denemesi iyisiyle, kötüsüyle dikkat çekici bir yapım. Percival Everet’’ın 2001 tarihli Erasure adlı romanından uyarlanan American Fiction, Siyah stereotipleştirmesini hicveden bir romancının öyküsünü anlatıyor. 96. Akademi Ödülleri’ne altı dalda aday olan filmin oyuncu kadrosunda Jeffrey Wright, Tracee Ellis Ross, Issa Rae, Sterling K. Brown ve dahası bulunuyor.

Zaman dilimi ve mekân

Günümüzün Los Angeles ve Boston’ında geziniyoruz.

Konu nedir?

Eğitimli, orta – üst sınıftan gelen, orta karar bir üne sahip, öğretmenlik yapmaktan sıkıntılı, Siyah yazarımız Thelonius “Monk” Ellison; Siyah kültürün edebi alandaki konumuna dertlenirken, bir yandan da annesinin hastalığıyla, kız kardeşinin ölümüyle ve ekonomik sorunlarla uğraşmaktadır. Bütün bunların arasında aklına bir fikir gelir.  

İzlemeden önce bilmemiz gerekenler

Filmi yazan ve yöneten Cord Jefferson’ın ilk yönetmenlik denemesi olduğunu söyleyelim. Zaten açıkçası görsel olarak biraz toyluk hissediliyor. Senaryo ve diyalog ise çok daha güçlü. Jefferson daha önce Master of None ve The Good Place gibi kalburüstü işlerde yazarlık yapmış, hatta Succession’da danışmanlık rolü bile var.  

İlk intiba?

Filmle ilgili yorumlar ve fragmanının verdiği intibayla karşılaştığımız şey aynı değil. Çok daha sivri dilli bir komedi bekleyerek oturdum karşısına. Asıl derdini bulanıklaştıran “sıradan” yan hikâyelerle güçlü yanlarını törpülediğini düşünüyorum. Jeffrey Wright’ın Stagg R. Leigh karakterine bürünmesi 50 dakikamızı aldı. Ama o an da hakikaten çok komikti, değmedi diyemem.

En çok neyi sevdin?

Sterling K. Brown ve Jeffrey Wright olmalı. Brown bir sürpriz olarak belirip, derinlikli karakterini iyi bir oyunculukla birleştirip âdeta filmin içinde kendi filminin başrolünü oynuyor. O karakterin kendi hikâyesini anlatan bir yapım bile olabilirdi aslında. O yüzden genel reflekslerin aksine American Fiction’ın dizi olabilecek kapasitesi olduğunu düşündüm. Stagg R. Leigh’nin belirdiği her sahne gayet komik. Ve tabi Brecht soslu bitiriş de fena olmamış.

En az neyi sevdin?

Sinematografi, kamera işçiliği biraz sorunluydu. Tutarsız bir kadraj ve mekân kullanımı; sıradan dekorları da eklemeliyim. Ama oyuncu yönetimi iyi; Wright ve Brown’un yanında herkes iyi iş çıkarmış. Tabii asıl derdim; filmde hem zamansız bir ölüm ve hem de bir Alzheimer hikâyesi olması. Bu tür konular her ne kadar hayatın gerçekleri de olsa da bazen samimiyetsiz gözükebiliyor. Tıpkı yerli dizlerde daha 2. bölümden karakol – hastane – adliye sarayı sarmalına dalınması gibi. Orta yaşlı bir adamın ailesi ve geçmişiyle hesaplaşması konusu artık bayatladı gibi. Bu kısım hiç olmasa, komedi seviyesinin biraz artırıldığı bir dil olsa çok daha iyi olurdu diye düşünüyorum. Ama gene de Wright bütün bunların altından çok iyi kalkmış.  

En çok hangi sahneye yükseldin?

Gene ve gene, Stagg R. Leigh’nin ortaya çıkışı çok keyifli bir andı: “Yeah, Goddamn it! Motherfucker.”

Modunu nasıl etkiledi?

Hep daha iyi olabilirmiş hissiyle izledim tabii. Ama güldük mü, güldük. 

Karakterlere dair neler söyleyebilirsin? 

Dediğim gibi Jefferson’ın karakter yazımı güçlü. Baş karakterin annesi, kardeşleri, menajeri; hepsi ekran süreleri ne kadar olursa olsun belli bir dolgunluğa sahipti. Zaten o yüzden de daha uzun vakit geçirebilirdik onlarla. 

Bunu seven şunları da sever 

“Huysuz yazar” kontenjanından, pek sevdiğim 2000 çıkışlı How to Kill Your Neighbor’s Dog hemen aklıma gelen yapım. Kenneth Branagh’ın az bilinen keyifli bir işidir. Gene o dönemlerden American Splendor’u da genel hissiyat bakımından hatırlattı. Tabii gene Boots Riley ve onun güzel işi Sorry To Bother You’dan esintiler de var bu filmde. Alexander Payne filmlerini hatırlatan bir feel-good havası olduğunu da söylemeli. 

Soru işaretleri / varsa açtığı tartışmalar 

Filmin, Siyahların “beyaz”lar tarafından nasıl görülmek istediğiyle, bunun sanat eserlerindeki yansımalarıyla ilgili parmak bastığı yerler çok doğru kanımca. Temsiliyet konusunun da eğlence sektöründe bir ürüne dönüşerek, stereotiplere sıkıştırılması da önemli. Jürilik yaptığı sırada Sintara Lee karakteriyle girdiği tartışma da ilgi çekiciydi. Nuri Bilge Ceylan’ın son filmi Kuru Otlar Üstüne’deki Samet ve Nuray’ın şarap eşliğindeki tartışmalarını hatırlattı bana. İki tarafın da haklı olduğu ama bu haklılığın belki de çözümlerin önünde engel oluşturduğu hâli.

Yazara / yönetmene bir soru soracak olsan ne olurdu?

Filmdeki beyaz karakterlerin kasıtlı olarak mı tek boyutlu ve klişe tipler olduğunu sorardım sanırım. Eğer öyleyse bu fikri anladığımızı ama artık bu kısasa kısas tavrın verdiği mesaja da çok gerek olmadığını söylerdim.