Oyunun ruhu: Ange & The Boss
Yazı: Utkan Çınar
2016 tarihli bir başka ilgi çekici futbol belgeseli The Galahs’ın yönetmenleri Cam Fink, Rob Heath ve Tony Wilson, ikinci uzun metraj işlerinde yine Avustralya kıtasının tozlu futbol arşivlerinden usulca yükselen bir hikâyenin peşine düşüyor. Ange & The Boss: Puskás in Australia, Ferenc Puskás’ın Pele ve Maradona gibi devlerle aynı cümlede anıldığı yıllardan başlayarak, onun Avustralya’ya uzanan sürprizli yolculuğunu ve futbol dışı etkilerini incelikle anlatıyor.

Ne hakkında?
Tarihin en iyi futbolcularından biri olarak gösterilen Macar sporcu Ferenc Puskás’ın 80’lerin sonunda Melbourne’e gelip oranın Yunan göçmelerinin kurduğu takımda teknik direktörlük yapmasını anlatıyor. Takımın kaptanı ve Puskás’ın şoförü! Ange Postecoglou da günümüzün önemli teknik direktörlerinden biri.
Zaman dilimi ve mekân
Puskás’ın geçmişine gitsek de kulübün başında olduğu 1989-1992 yılları arasında geçiyor ve mekân da Avustralya, Melbourne.
İlk intiba?
Spor belgeselleri arzının coşmasıyla arada bu tarz “niş” diyebileceğimiz spor belgesellerini yakalamak çok kolay olmuyor. Bütün platformlar birbiri ardına özellikle son 20-30 yılın popüler isimlerinin, biraz da “badem gözlü” işlerini yayımlıyor. Evet aralarında iyileri var ama mesela geçen sene çıkan Copa ’71 gibi ilk gayrıresmî kadınlar dünya kupasını anlatan belgesel gibi işlere çok sık rastlamıyoruz.
Ange’i severiz, Puskás da Puskás. İsim güzel. O yüzden merakla beklediğim bir yapımdı.

İzlemeden önce bilmemiz gerekenler
Avustralya’nın göçmenlerine değinmeli. Özellikle 50’ler ve 60’larda Yunanistan ve Hırvatistan’dan büyük göç alıyor Avustralya. Kendilerini bilmedikleri bir topluma ve kültüre atan göçmenler futbolda bir ortaklık buluyor ve âdeta birer mini milli takım olan South Melbourne Hellas (Artık ismi South Melbourne FC) ve rakipleri olacak Melbourne Croatia (Şu andaki ismi Melbourne Knights FC) gibi kulüpler kuruyorlar. Hatta Melbourne, Atina ve Selanik’in ardından dünyadaki en kalabalık üçüncü Yunan nüfusuna sahip şehir hâline geliyor.
Puskás’ı da bilmeyenler için; Avrupa’nın ilk devi Real Madrid formasıyla, Şampiyonlar Kupası finalinde 4 gol atmış, Milli takımıyla Dünya Kupası finali oynayıp, ucu ucuna kaybetmiş; İngiltere’yi Wembley’de 6-3 yenen efsane Macar takımının da lideri olmuş bir isim. Teknik direktörlük kariyerinde de 1971’de Panathinaikos’u Şampiyonlar Kupası finaline çıkarıp Cruyff ve Ajax’a kaybetmesi çok önemli bir iş. Bir Yunan ligi takımının en büyük başarısı. Kulüp kariyerinde 629 maçta 624 gol atmış birinden bahsediyoruz. Konsensus olarak tarihin en iyi 10 futbolcusundan biri sıralamalarına rahatlıkla giren bir isim.
Belgesel nasıl yöntemler/malzemeler kullanıyor?
Genel olarak klasik kullanımların olduğu bir yapım. Dönemin futbolcularının konuşan kafaları, Puskás’ın kariyerinden arşiv görüntüleri ve de en güzeli maçların gayet güzel çekilmiş görüntüleri. 35 sene öncesi için oldukça kaliteli.
En çok neyi sevdin?
Tümüyle çok sevdim. Ama en çok o naifliği ve heyecanı herhalde. Özellikle bu arada örnekler vererek spoiler vermek istemiyorum ama takımdaki futbolcuların Puskás ile olan diyaloglarını, ilişkilerini anlatırkenki açık hafızaları ve netlikleri; olayların komikliği, sevimliliği çoğunu yüzümde bir gülümsemeyle izlememi sağladı. En güldüğüm yerlerden biri de beş dil bilen Puskás’ın İngilizce bilmemesi oldu! O yaşında, o göbeğiyle (!) bile yeteneğini gördüğümüz arşiv görüntüleri de eşsiz. Ayrıca ligi kazandıkları final de pek rastlanmayan türden. Robbie Williams da sürpriz oldu!

En az neyi sevdin?
İlla bir şey yazmam gerekiyorsa, montaja biraz değinebilirim. Başlarda konudan konuya atlarken bazen karışıklık oluyor. Puskás’ın, Ange’in geçmişlerini tek parça vermek daha mantıklı olabilirdi. Sonlara doğru düzeldi bu. En gırgır hikâyeler de son yarım saatinde zaten.
Kimler sever?
Kanımca illa futbola ilginiz olmasına da çok gerek yok. Yer yer bir çizgi roman karakteri gibi gözüken Puskás’ın enerjisi ve hikâyeleri belgeseli taşıyor zaten. Sporun hayatlara kattığı pozitif şeyleri hatırlamak için ideal.
Bunu seven şunları da sever
Ülkemizde de çalışmış bir başka “karakter” John Benjamin Toshack’ın, Swansea City’yi çalıştırdığı ve çok başarılı olduğu dönemleri merkezine alan Tosh da aynı Ange & The Boss gibi bir naifliğe ve pozitifliğe sahipti. Copa ‘71’den yukarıda bahsetmiştim. Daha önce de bir yazımda önerdiğim, 2021’den, Brezilya takımlarından Atletico Mineiro’yu anlatan Strive Strive Strive’ı da oyunun tutkusu üzerine çok etkileyici bir iş olarak hatırlatmalı. Taraftarlık üzerine de basketboldan bir örnek, The Grizzlie Truth’u söylemek isterim.
Soru işaretleri / varsa açtığı tartışmalar…
Bir futbolsever için çok… Eskiden iyiydi geyiğine girmek istemiyorum ama şu yapımdaki futbolla şu anda maruz kaldığımız futbolun aynı olmadığı kesin. Belki saha içinde daha çok yetenek var, ki gayet tartışılır, daha hızlı oynanıyor ama ruhunu kaybettiği ortada. Maç sayısını artırdıkça değerini azaltıyor bu açgözlülük. Puskás’ın betimlendiği gibi bir rahatlık, işinden zevk alma hâli artık ortada yok. Bizim memleketi hiç konuşmuyorum zaten. Oyunu gerçekten seven giderek azalıyor. Futbol basit bir oyun ve tutkusu naif bir şey. Böyle işler bunu hatırlamaya yardımcı oluyorlar. Bir de belgesel çıktıktan sonra Tottenham Hotspur’deki görevinden kovulan Ange Postecoglou’nun da son iki yılda oynattığı bazı “deli” oyunların nerden geldiğini de öğrenmiş olduk.