Bir benliği onarmak: Başlangıçlar

Yazı: Deniz Dursun

Dünya prömiyerini 27. Tallinn Black Nights Film Festivalinde, Türkiye prömiyerini ise 43. İstanbul Film Festivalinde yapan ve oyuncu kadrosunda Ahsen Eroğlu, Hazal Subaşı, Zeynep Dinsel gibi isimlerin yer aldığı Ozan Yoleri imzalı Başlangıçlar, Paris’ten İstanbul’a dönen Defne’nin benlik arayışına odaklanıyor. Festivalin Ulusal Yarışma bölümünde yarışan film, Seyfi Teoman En İyi İlk Film Mansiyon Ödülü’ne layık görüldü.

*Bu yazı, henüz Başlangıçlar filmini izlememiş olanlar için bazı sürprizleri bozabilir.


Zaman dilimi ve mekân

Şimdi ve şu anda, Paris’ten İstanbul’a.

Konu nedir?

Paris’te doktora öğrencisi olan Defne, ev arkadaşının ölümünün ardından İstanbul’a döner. Ailesi, arkadaşları ve mesleğiyle olan ilişkisi etrafında bir benlik bulma yolculuğu başlar. 

İzlemeden önce bilmemiz gerekenler

Başlangıçlar, Ozan Yoleri’nin ilk uzun metrajı olsa da yönetmenin anlatı dili ve becerisine kısa filmi Aylinde de rastlamak mümkün. Aylin, 2019’da Antalya Altın Portakal ve Adana Altın Koza Film Festivalleri, ayrıca Palm Springs Kısa Festival’inden ödülle dönmüştü. 

İlk intiba?

Genç bir sanatçı Defne. Resim yapıyor. Yarım bıraktığı doktorasının ardından döndüğü İstanbul’da tutunmanın, çalışmanın, devam etmenin bir yolunu bulmalı. Filmin merceğinde yeniden başlamanın, bir hayat kurmanın, öte yandan bir türlü yerleşik hissedememenin sancılı süreci var. 20’li yaşlar bazı kırılmaları daha gözle görünür kılıyor. Hayat akışının garip bir noktası sanıyorum. İnsan kendini çelişkilerin yüzeye çıktığı ve sık sık iç gıdıkladığı sevimsiz bir hâlde bulabiliyor. Bir türlü olduramadığı, güçlü ve güçsüz hissetmek arasındaki o uzun mesafede yol alırken kişi -burada Defne- kabına sığamıyor.

Film özelinde bu kabına sığamama ve dikiş tutturamama hâli, önemli bir dönüşümle, bir ölümle kol kola ilerliyor. Derinde hissedilen tarifsiz huzursuzluk, bir kayıptan sonra hayata devam etme çabasıyla birleşiyor. Bir şeyler değişti, eskisi gibi değil artık, olmayacak da. Ama hayat zaten böyledir; bir şeyler hiçbir zaman eskisi gibi olmaz. Yine de şimdi bu değişim, bir yoklukla birlikte somutlaşıp masaya oturuyor. İnsan, gittiği her yere, geldiği yerden bir şeyler götürüyor. Başlangıcın ve bitişin sınırları böyle böyle muğlaklaşıyor.

İstanbul’a dönmesinin ardından Defne’yi önce annesinin “doktorayı neden bıraktın” hayıflanmalarından bunaldığı, lise arkadaşının evinde kalmakta ısrarcı olduğu bir pozisyonda seyrediyoruz. Zihni puslu ve koşullara tam anlamıyla adapte olamazken arkadaşının evinde, onunla birlikte yaşamanın zorlukları kapısını çalıyor. Böylece bir şekilde evine dönüyor.

Annesiyle, anneannesiyle, kanser olan dedesiyle ilişkisindeki ritim ve yavaş yavaş oturttukları rutine rağmen gitmek, kalmak, aidiyet ve tercihlerle ilgili sorular elbette bitmiyor; bilakis kurduğu tüm bağlarda, arkadaşlıklarında ve mesleğinde izdüşümüne rastlıyoruz. Aklının ve zamanının büyük kısmını, restore etmeye çalıştığı Osmanlı tablosuna verdiğinde, bir tablonun onarılması, artık bir benliğin onarılmasının da temsiline dönüşüyor. Bu temsil benim için epey kıymetli. Tüm eksik ve fazlalıklarına rağmen günün sonunda film, büyük laflar etmeyen, incelikli bir ton yakalıyor.

En çok neyi sevdin?

Ölümü deşmeden, ölümün kendisine ya da sebebine değil; usul usul onun ardında kalana bakmasını. Yaşamaya devam edenin adımlarını izlerken, yeni tanışılan bu yokluğu unutmamasını. Zamana yayılan ve soluğu her an ensede hissedilen yasın etrafında acelesiz dolanmasını.

En az neyi sevdin?

Mekân ve zaman değişirken hissedilen kopuşu. Defne’nin Paris’ten İstanbul’a dönüşü ve dedesinin ölümünün ardından anne ve anneannesiyle yaptığı şehir değişikliği buna bir örnek. Dedenin öldüğünü, bu üç kadının şu an İstanbul’da olmadığını anlamamız elbette uzun sürmüyor. Ancak bazı ani kopuşlar -ya da bazen tam tersi, uzatılan anlar- duyguyla arama mesafe koydu. Kimi anlarda bir süre daha kalmaya ihtiyaç duydum. Defne’nin tabloyu, boyaları ve bütün alet edevatı fırlatıp attığı sahnede de keza, o öfkenin ağırlığıyla bir süre durmayı tercih ederdim. Sessizlikle birlikte sakince beklemeyi, olup biteni sindirmeyi isterdim.

En çok hangi sahneye yükseldin?

Galiba en çok filmin açılışına. Defne’nin kamerasıyla aldığı kayıtları seyretmekten hem duygu yükü hem de sinematografik açıdan çok hoşlandım. Bana sahici bir şeyin tanığı gibi hissettirdi. Bir şeyleri kurcalamışım, birinin hayatını izliyormuşum ve bunda hiçbir ayıp yokmuş gibi.

Bir de filmin başında Defne’nin doktorayı bırakmasına öfkelenen annenin, filmin sonunda kızının Fransa’ya döneceğini öğrendiğinde içine bir sızı yerleştiği sahneye. Şuna benzer bir şey söylüyordu: “Ben artık buradasın, düzenini kurdun sanıyordum.” Anneler ve kızları arasındaki böyle ikircikli bağlar benim içimi de sızlatır hep. Burada bir parantez açıp Ahsen Eroğlu’na Defne’yi çok yakıştırdığımı ve oyunculuğuna hep bayıldığım Zeynep Dinsel’le ikisini yan yana görmenin bana epey keyif verdiğini de söylemeliyim.

Kimler sever?

İnsana dair incelikli hislerin peşinde olanlar. Sönmek üzere olan bir ateşin minicik ışığıyla yolunu bulmaya çalışanlar.

Bunu seven şunları da sever

Seyreden pek çok kişi Başlangıçlar’dan Joachim Trier filmlerinin tematiki tadını almıştır diye tahmin ediyorum. Başlayıp bitirememeye, bilememeye, kalakalmaya dair kurduğu anlatıyla The Worst Person in the Worldün zihnimde döndüğü anlar oldu. Ayrıca yer yer Frances’ı da (Frances Ha) hatırladım.