Dogmatizm gölgesinde kimlik inşası: Nehir Tuna ile Yurt üzerine
Röportaj: Yiğit Atılgan
90’ların sonundaki Türkiye’nin siyasi kutuplaşma atmosferinde geçen bir büyüme hikâyesi anlatan Yurt, vizyon yolculuğuna başladı. 14 yaşındaki lise hazırlık öğrencisi Ahmet’in, ailesinin zoruyla gönderildiği tarikat yurdu ile gündüzleri okumaya gittiği kolej arasında sıkışıp kaldığı hayatını izleyen film; dünya prömiyerini 80. Venedik Film Festivali’nin Orizzonti bölümünde yapmasının ardından, 43. İstanbul Film Festivali’nde En İyi Film seçilerek Altın Lale’ye uzanmıştı.
Henüz ilk uzun metraj çalışmasıyla büyük ses getiren yönetmen Nehir Tuna’ya bağlandık ve “pahalı bir terapi seansı” olarak bahsettiği filminin kişisel tecrübeleriyle ilişkisini, iki ideoloji arasındaki kutuplaşmaları ele alış biçimini, farklı kültürel bağlamlardaki izleyici tepkilerini ve Yurt’a dair çok daha fazlasını kendisinden dinledik.
“Ben hiçbir zaman babamı yaptığı tercihlerle ilgili suçlamadım. Yurt’taki baba da büyük bir heyecana kapılıp oğlunun da aynı hisleri ve güzellikleri tatmasını istiyor ama Ahmet buna hazır değil.”
İlk uzun metrajınız Yurt uzun bir hazırlık aşaması sonunda ortaya çıkmış. Bu süreçten bahsedebilir misiniz?
Uzun bir süreç olmasının sebeplerinden biri senaryo yazımından sonra çekimler için finansman bulmanın kolay olmamasıydı. Aslında 2021’de çekmeyi planlıyorduk ama 2020’de pandeminin dayattığı koşullar sebebiyle de ertelemek durumunda kaldık. Çekimleri 2022’de, kullandığımız okulda rahat çalışabilmek için sömestr arasına denk getirerek, ocak-şubat aylarında yaptık. O ara havaların güzel olduğu bir dönemdi, kalan üç-dört günlük çekimler için havaların tekrar düzelmesini beklerken neredeyse yazı bulduk. Uzun süren geliştirme süreçte ben de motivasyonumu diri tutmak ve projeye görünürlük kazandırıp üzerine tekrar eğilebilmek için Sundance, Crossroads, Cinelink, MedFilm WIPS, Antalya Forum gibi çeşitli lab’lere katıldım.
Yurt birçok açıdan otobiyografik bir film. Siz de çocukken aileniz tarafından, baş karakteriniz Ahmet gibi, dini eğitim veren bir yurda gönderilmişsiniz. Senaryo aşamasında ne ölçüde kendi tecrübelerinizden yola çıktınız? Çocukluğunuzu anılarınızda ziyaret ederken nelerle karşılaştınız?
Ben filmi yarı otobiyografik olarak görüyorum. Tabii ki fikrin çıkmasında, o atmosferin ve dünyanın oluşmasında yurtta kalmışlığımın büyük bir etkisi var. Hepsi filme yansımasa da yola çıkarken kullandığım; bende çok fazla yer etmiş anılar var. Ama filmin bazı yerleri dramatize etmek anlamında kurgusal bir yönü de var. Filmi geliştirme sürecinin uzamasına rağmen pes etmememi sağlayan güç biraz da kişisel tecrübelerime dayanıyor olmamdan, bunun benim için çok derin bağları içeren bir öykü olmasından geliyor. Başkası olsa belki bazı fonlardan daha fazla destek alabileceği bir istikamete de yönelebilirdi ama o kişisel bağ beni dirayetli kıldı. Yurt’u çok uzun ve pahalı bir terapi seansı olarak da görmek mümkün. Elbette hepimiz kendimizden bir şeyler anlatıyoruz ama ergenlikte ailemden sadece duygusal olarak değil fiziksel olarak da ayrı kalıyor olmanın getirdiği hüzün bende çok büyük yer etmişti. Bu, unutulabilen bir şey değil; tekrardan geri çağırdığınız, gelip içinize sinen ve boğazınıza oturan bir şey. O yalnızlık aynı zamanda yetişkin hayatımda da beni ben yapan bir şey. Çocukluktan getirdiğim tek başına mücadele etme hissi aslında bu filmin yapılma süreciyle de örtüşüyor.
2012 tarihli Dedeler En İyisini Bilir adlı kısa filminizde de bir insanın kendini ve ailesini aynı anda mutlu edip edemeyeceği sorusunun peşine düşmüşsünüz. Sizce Ahmet bu soruyu nasıl cevaplıyor?
Ahmet uysal, çalışkan, sevdiği insanları mutlu etme çabası içerisinde, başkaldırmayan bir çocuk. Babasını çok seviyor. İlişkinin temelinde her ne kadar bir baba-oğul çatışması bulunsa da bir sevgi arayışı da var. Ahmet bu sevgiyi ilk başta babasından almak, onun istediği gibi bir insan olarak babası dinle tanışıp aralarındaki duygusal duvar örülmeden önceki ilişkilerine dönmek istiyor. Ben hiçbir zaman babamı yaptığı tercihlerle ilgili suçlamadım. Yurt’taki baba da büyük bir heyecana kapılıp oğlunun da aynı hisleri ve güzellikleri tatmasını istiyor ama Ahmet buna hazır değil. Bir insanın bazı şeyleri kendisinin keşfetmesi ve yolunu kaybettikten sonra tekrar bulmasıyla birinin ona doğru olduğunu düşündüğü yolu göstermesi aynı anlamları taşımıyor. Dolayısıyla filmde bir noktada birilerinin sevgisini kazanmak için başkası olmayı reddeden bir Ahmet görüyoruz.
Baba karakteri kendisine ve geçmişine dair bazı şeyleri oğlunda temize çekmeye çalışıyor, hatta Ahmet’in yaşadığı şiddeti görmesine rağmen onun bu yolda ilerlemesi için ısrarcı oluyor. Sizce baba ne yaşamış ki bu cemaatin parçası olmak ve oğlunu da bir parçası yapmak için bu kadar çaba sarf ediyor?
Aslında Ahmet’in yurtta kalıyor olması bu olayın sadece bir parçası. Babanın tek istediği geç tanıştığı ve çok yıllar önce tanışmayı arzulayacağı bir şeyi oğluna erken yaşta göstermek ve aşılamak. Babanın geçmişte ne yaşadığıyla pek ilgilenmiyorum. Gerçek anlamda bu tür değişimlere uğrayan insanlar yeni hayat tarzlarını hep eskisiyle kıyaslar ve geçmişte yaptıkları çok sıradan şeyleri bile artık “günah” olarak algılayabilir. Bu tür insanlar büyük bir pişmanlık ve af dileme hâli içerisine giriyor, o yüzden yeni yaşam tarzlarına aile bireylerinin de adapte olmasını istiyorlar. Tabii burada inancın ötesinde bir komüniteye ait olmanın getirdiği sosyal artılar ve görünürlük de var. Ahmet’in yurtta kalması da bu yaşam tarzının gerektirdiği görselliğin, imajın bir parçası. Öte yandan babanın tam anlamıyla şiddetin farkında olduğunu düşünmüyorum. Her ne kadar Ahmet’e uygulanan ayrımcılığın, herkese sağlanan bazı hakların ona sağlanmadığının farkına varsa da daha ötesini görmediğinden tavırlarında bir değişiklik olmuyor. Ayrıca Yakup Hoca’nın yurttan gönderilmesi de babanın büyük bir tepki koyduğunun işareti.
Anne ise oğlunun yaşadıklarına karşı koruma içgüdüsüyle hareket eden ama bir noktada kocasının otoritesine çarpan zeki bir kadın. Bu karakteri nasıl kurguladınız?
Aslında anneyi ve babayı baştan beri eğitimli insanlar olarak hayal ettim. Mesela üniversitede tanışan, bir flört dönemi yaşayan, severek evlenen bir çift. Anne, erkek egemen bir ortamda, tıpkı Ahmet gibi herkesi mutlu etmek için çaba gösteren itaatkâr bir kadın. Kocasını seviyor, yapmak istedikleri için ona alan açmaya çalışıyor ve onun söylediği bazı şeyleri sorgulamadan hayatına uyguluyor. Öte yandan yurdun Ahmet’e iyi gelmediğinin farkında ve çocuğunun da yanında durup iki tarafa da yaranamamak pahasına arada bir köprü görevi görmeye çabalıyor. Ailesinin mutluluğu için kendini arka plana atan bir yapısı var. Tabii öyle bir nokta geliyor ki o da sesini bastıramıyor.
Böyle bir aile için çocuklarının iyi İngilizce öğrenmesi neden önemli? Ahmet için nasıl bir gelecek hayal ediyorlar?
Kendileri de belli bir eğitim seviyesinde oldukları için bu durum eski hayatlarının uzantısı. Belki Ahmet ileriki zamanlarda o okuldan alınacak ve bu tip bir eğitimin öncelenmediği bir yapıya da geçecek olabilir. Ama bir insanın dindar bir hayat tarzını benimsemesi dünyevi eğitimi ikinci plana atması anlamına gelmiyor. Elbette çocuklarına televizyon izlemeyi yasaklayıp tamamen öbür dünya için çalışmaya sevk eden uç örnekler vardır. Ama benim durumum böyle değildi. Zaten film de bu iki dünyayı bir arada götürmenin zorluklarından besleniyor. Ahmet’in iki ideoloji ve dünya arasında savrulması ve böyle bir çatışmanın içerisinde bir yere ait olmak zorunda olup olmadığını sorgulaması önemliydi.
“Hakan, Ahmet için sevgiye açlığının ve kısıtlanmışlığının içinde aradığı her şeyi bulabildiği birine dönüşüyor. İlişki bağlarına bakarken perspektifinizi çok ufak değiştirdiğinizde bile ortaya farklı anlamlar çıkabilir.”
Seküler okulu Ahmet’in dini yurttaki baskıdan sıyrılıp ferahladığı bir ortam olarak resmetmemişsiniz. Atatürk büstü ve öğrenci andı okunurken girilen askeri düzen bir kışla hissi uyandırırken okul ayrı bir yabancılaşma ve baskının mekânı hâline geliyor.
Bahsettiğimiz gerilim en az Türkiye’nin kuruluşundan beri hüküm sürmekte. Yakın tarihimizde bunun en fazla zirveye çıktığı nokta 90’ların sonu, 1997’de 28 Şubat’a giden süreç. Filmin çerçevesini o dönemde kurmamın birinci sebebi benim de yurda o zamanlar başlamış olmam. İkincisi ise iki dogmatik sistem arasındaki kutuplaşma ne kadar yüksekse Ahmet’in savruluşunun o kadar görünür olduğu bir ortam oluşacaktı. Ben çocukların kalplerini ve beyinlerini ele geçirmeye çalışan sistemlere dair eleştirimi taraf tutmadan, iki tarafa da aynı mesafede kalarak göstermek istedim. Bu sebeple okulun Ahmet için bir kaçış alanı olması mümkün değildi.
Ahmet ile yurtta tanıştığı Hakan arasında dostluk, sevgi, rekabet ve dayanışmanın iç içe girdiği bir ilişki var. İki çocuk arasındaki maddi uçurum sebebiyle ilişkinin sınıfsal bir boyutu da mevcut. Bu karakterleri nasıl ilişkilendirmek istediniz?
Bence Ahmet bu tip demografik farkları pek göz önüne alarak arkadaşlık kuracak biri değil; daha hümanist bir çocuk. Kalbi herkese açık, o yüzden bu uçurumun farkında bile değil. Ama tabii bu farkında olmama hâli Ahmet’in sahip olduğu imtiyazlarla da ilgili. O haklara sahip olmadığınızda günün her saati aklınızdan çıkmayan şeyler hâline gelirken bu haklara sahip olanlar ayrıcalıklı konumlarının ayırdında bile olmuyor. O yüzden Hakan durumun son derece farkında. Her an teyakkuz hâlinde, çocuksu ve insancıl bir yanı olmasına rağmen sahip olmadıklarının bilincinde. Hayatta kalmaya çalışırken bunları kafaya takan ve içten içe rekabet doğuran bir pozisyonda. Ahmet aslında zaman içinde Hakan için bir sığınak ve kaçış noktasına da dönüşüyor. Çünkü yurttan kaçmak, özgür olmak ve istedikleri hayatı yaşamak üzerinden çok benzer hayallere sahipler. Ahmet için ise gerek babada, gerek okula sonradan gelen kızda vücut bulan sevgi arayışları, Hakan’da tüm ilişki formlarını kapsayan bir karşılık buluyor.
Bu hissin romantik bir yanı da var mı?
Tabii, bu reddedemeyeceğim bir şey. Filmin atmosferinde, karakterlerin bakışlarında bunu görüyoruz. Hakan, Ahmet için sevgiye açlığının ve kısıtlanmışlığının içinde aradığı her şeyi bulabildiği birine dönüşüyor. İlişki bağlarına bakarken perspektifinizi çok ufak değiştirdiğinizde bile ortaya farklı anlamlar çıkabilir. O sebeple iki karakterin arasındaki sevgi bağı kesinlikle öyle bir alanı da içinde barındırıyor.
Ahmet’i ve Hakan’ı canlandıran Doğa Karakaş ve Can Bartu Arslan’da nasıl karar kıldınız? Biri 14, diğeri 16 yaşındaki bu iki karakter için neden 20’li yaşlarında iki oyuncuyu tercih ettiniz?
Çünkü çocuklar çok hızlı büyüyor. Gerçek anlamda 14 ve 16 yaşında oyuncularda karar kılsaydım onları bulur bulmaz çekimleri gerçekleştirmem gerekirdi. Bizim sürecimiz ise öyle gelişmedi. Ergenlik çağındaki bir çocuğun sesi ve fiziği bir günde değişebiliyor. O süreci geride bırakmış birileri olmalıydı, bu da içinden seçim yapabileceğim havuzu epey kısıtlıyordu. Can ile 2017’de bir kısa filmde çalıştığım için bu filmde de onunla çalışmayı hayal ediyordum. Ama tabii bu hayali kurduğumda filmi 2019’da çekebileceğimizi düşünüyordum, o yüzden biraz endişe yaşadım. Doğa Karakaş ile de auditionlar yaptık. İlk görüşmemizde beni çok rahat bir şekilde dinleyip cevap verdiğini, sohbeti günlük konuşma diline indirgeyebildiğini not etmiştim. Bir oyuncuda en çok aranan şey dinleme ve ona göre cevap vermedir. Benden her çekimde farklı çıkan şeylere Doğa’nın da aynı farklılıkta cevap vermesi o yaş grubundaki oyuncularda nadir rastladığım bir özellik. Aslında Ahmet için kafamda hiç sarışın ve mavi gözlü bir çocuk yoktu, hatta belki biraz beni andıran birini düşünüyordum. Ama sonradan bunun hiç önemli olmadığını fark ettim. Biz provalara başlamadan Doğa ve Can arkadaş oldular, bu sayede aralarındaki enerji perdeye de yansıdı. Filmi çekemedikçe bolca provaya yöneldiğimiz ve kendimizi diri tuttuğumuz bir süreçten geçtik. Prova süreçlerinde anneyi oynayan Didem Ellialtı da bana çok yardımcı oldu, zira oyuncularla iletişim bir yönetmen olarak en güçlü yönüm değil. Bu film sürecinde ben de bu konuda çok şey öğrendim.
Az önce bahsettiğiniz 2017 tarihli kısa film sanırım Yurt’ta da yer bulan küçük bir öyküyü anlatan Ayakkabı. O film de Yurt gibi siyah-beyaz. Bu tercihin sebebi nedir?
Filmin siyah-beyaz olması çok erken, daha en başından alınan bir karardı. Çünkü öncelikle o döneme dair kendi anılarımın hiçbiri renkli değildi. İkincisi, tek tip insan yetiştirme amacı güden ve farklılıklara açık olmayan dogmatik sistemlerin içindeki kapana kısılmışlığı ve klostrofobiyi en iyi bu şekilde yansıtabileceğimi düşündüm. Akabinde Ahmet ve Hakan’ın yurttan kaçtıkları bölümde bir süre tattıkları özgürlüğü vurgulamak için renkli çekmeyi tercih ettim. O bölümde iki dünya arasındaki farklılığın altını çizmek için değişik kamera konumları, kadrajlar ve el kamerası kullanımıyla daha farklı bir görsel dil denedim.
Görüntü yönetmeni olarak en çok Reha Erdem filmlerinden tanıdığımız Florent Herry’yi tercih etmişsiniz. Kendisi masaya neler getirdi?
Onunla çalışmak inanılmaz bir maceraydı. Aslında kendisi ilk tercihim değildi ama iyi ki çalıştığım kişi o oldu. Kendisini tanıdıkça ve fikirlerimi paylaştıkça aklımdakilerin saygıyla karşılandığını ve vücut bulduğunu gördüm. Çekimlere başlamadan senaryodan bile uzun görsel notlarım vardı, tartıştıkça her gün yeni bir şeyler de çıkıyordu. Florent illa her dediğinizi yapmayan ama fikirlerinizin gerçeklikten kopmadan hayata nasıl geçirilebileceğini düşünen biri. Yaratıcı iş birliği açısından müthiş bir ikinci göz, kendimi çok şanslı hissediyorum.
“Öykü bu topraklara özgü çok fazla kod barındırıyor olsa da ben çok evrensel olduğuna inanıyorum. Sonuçta bu bir büyüme hikâyesi ve özünde bir sevgi arayışı var.”
Yurt’ta ön plana çıkan unsurlardan biri de filmin öyküsünü birçok açıdan çerçeveleyen müzik kullanımı. Oradaki tercihleriniz nasıl şekillendi?
Seçtiğim müzikler öncelikle benim de çok sevdiğim müzikler. Ama seçimleri yaparken en büyük motivasyonum iki ideolojiyi de temsil edebilmekti. Yedi dakikalık son sekanstaki ilahi tınılar nasıl İslamiyet’i çağrıştırıyorsa onun karşısına Batı müziğinin en büyük temsilcilerinden olan Vivaldi’nin “Dört Mevsim”inden “Kış” konçertosunu koydum. Ahmet’in tecrübe ettiği korku, belirsizlik, heyecan ve aşk gibi hislerin hepsini yansıtan bir eser. Onun dışında örneğin 60’lardan İtalyan şarkıcı Nada’nın “Ma Che Freddo Fa” parçası var. Bir kadının bir erkeğe yazdığı bir aşk mektubu gibi ama sözlerine bakarsanız tam anlamıyla yaşanamamış bir aşkı dile getiriyor. Ayrıca bir noktada “Yüzümdeki gülümsemeyi çaldı” diyor sözlerde, tıpkı babanın / yetişkinlerin Ahmet’in gülümsemelerini çalması gibi. Dönemsel olarak alakasız olsa da beni çocukluğuma götüren bir tarafı mevcut. Aynı şey 90’larda evimizde hep açık olan Manuela dizisinin müzikleri ya da o dönemin en büyük hitlerinden olan Burak Kut’un “Heyecanlıyım” parçası için de geçerli.
Ek olarak, müziklerin ve görsel tercihlerin filmin bütünündeki dairesel yapıya da hizmet ettiğini not düşebilirim. Ahmet’in yurtta kaldığını saklamasıyla başlayan filmin aynı noktada Ahmet’in tamamen değişmiş biri olarak yurtta kaldığını artık saklamamasıyla bitmesi hoşuma gidiyor. Bu döngüselliği Ahmet’in baktığı pencerenin formu ya da babasıyla arabada spin atarken çizdikleri daireler gibi motiflerle desteklemeye çalıştım. Bunu işitsel olarak da kompozitörüm Avi Medina ile arka planda kendini tekrar eden notalar vasıtasıyla yansıtmaya çalıştık. Sonuçta ideolojiler tıpkı hamsterlerin içlerinde dönüp durduğu çarklar gibi, içlerinden çıkmak kolay değil.
Peki, Ahmet’in yurtta yaşadığını saklamamaya karar vermesini karakter açısından nasıl okuyorsunuz?
Ahmet bence Hakanlaşıyor, bir anlamda özgürleşiyor. Ona söylenen şeyler bir kulağından girip diğerinden çıkarken Ahmet kendisi olmayı öğrenme yolunda bir adım atıyor. Son sahnede ışığı bir kere kapatması onun ailesini öldürerek bireyselleştiği ve olgunlaştığı bir an bence. Çok detay belki ama krediler akarken arkadan bir sincap sesi duyuyoruz. Ahmet de nefsi fare gibi değil sincap gibi düşünüyordu. Yurda tekrar geri dönse de babası ruhuna sahip olamıyor, Ahmet arzularını bastırmayıp kucaklamayı öğreniyor. Benim için pozitif bir son.
Film festival yolculuğuna yurt dışında başladı, Venedik gibi festivallerden ödüllerle döndü. Farklı ülkelerde nasıl tepkiler aldınız?
Olaylar her ne kadar Türkiye’de geçiyor ve öykü bu topraklara özgü çok fazla kod barındırıyor olsa da ben çok evrensel olduğuna inanıyorum. Sonuçta bu bir büyüme hikâyesi ve özünde bir sevgi arayışı var. Bu açıdan herkesin kendinden bir şeyler bulup özdeşleşebileceği unsurlar içeriyor. Hiçbirimiz çocukluğumuzu aşırı steril ortamlarda geçirmiyoruz, yabancı bir izleyici de kendi hayatında tecrübe ettiği baskı mekanizmalarını filmdekilerle ikame edebilir. İslamiyet yerine Hristiyanlığı çok rahat bir şekilde koyabilir. Ya da laiklik konusu Fransa’da her daim çok güncel ve tartışılan bir mevzu. Bu açıdan filmin Fransız seyircide ya da diğer yabancı izleyicilerce algılanması konusunda bir probleme tanık olmadım.
Filmde yurttaki iki çocuğun tuvaletteki kabinden beraber çıktığı çok kısa bir sekans var. Bu sahneyi göstermek sizin için neden önemliydi?
Arka planda gizlenen, bastırılan ve hakkında konuşulmayan bir istismar var. Bu aslında yoğun bir arada yaşama ve vakit geçirme hâlinin bir tezahürü. Aslında o iki çocuk orada sigara da içiyor olabilirler. O yüzden çok merkezi bir yere koymaktan ziyade bir an Ahmet gibi bir şaşkınlık yaşadığımız, hayal gibi bir sahne olmasını tercih ettim. Filmdeki esas ilgi alanım bu değil ama o dünyanın içerisinde kendisine yer bulmasını istediğim bir meseleydi. Ya da Hakan’ın Yakup Hoca giderken baktığı pencerede ve başka sahnelerde el izleri görüyoruz. Bu tür semboller aracılığıyla anlattığım dünyanın içinde barındırdığını bildiğim bir olguya temas etmeyi arzu ettim.
Anne-babanız filmi izledi mi?
Hayır, izlemediler. Ama izlemelerine dair bir sorun görmüyorum. Gösterime de davet edeceğim, nasıl bulacaklarını merak ediyorum. Ama benden birkaç yaş küçük kardeşim izledi. Onun da bir yurt macerası var ama o okula gitmeyi reddettiği için üç haftada geri aldılar, az kalsın sınıfta kalıyordu. Ben ise böyle bir yöntem, kapı olabileceğini bilmiyordum. Aramızdaki fark bu. Ben çok risk alabilecek biri değildim, kafamda şimdiden ziyade gelecek vardı, yurt dışına gidip eğitim alma hayalleri kuruyordum. O yüzden her şeyi olduğu gibi devam ettirdim. Kardeşim ise her şeyi yakmayı tercih etti. Normalde aramız çok iyi değildir, bana pek saygı da duymaz ama filmi çok beğendi, epey delirdi. Doğrusu beni de şaşırttı, çok mutlu etti.