Ayrılır mı et tırnaktan: Fingernails

Yazı: Utkan Çınar

Yunan sinemacı Christos Nikou’nun başrolleri Jessie Buckley, Riz Ahmed ve Jeremy Allen White gibi üç yıldıza teslim ettiği son işi Fingernails, prömiyerini geçtiğimiz yaz 50. Telluride Film Festival’da yapmıştı. 3 Kasım itibarıyla Apple TV+’ta yerini alan film, bir romantik bilim kurgu anlatısı.

Bu yazı, henüz Fingernails filmini izlememiş olanlar için bazı sürprizleri bozabilir.

Zaman dilimi ve mekân

Belli bir zamanımız yok. Jeremy Allen White’ın saç stili ve kıyafetlerinden 70’lerdeymişiz sansak da müzikler 80’leri, arabalar 90’ları ve 2000’leri hatırlatıyor. 

Konu nedir?

İnsanların tırnaklarını çekip test ederek birbirlerine âşık olup olmadıklarını soru işaretsiz tespit eden bir cihazın olduğu bir dünyadayız. Herkes evlenmeden, ilişkilerini daha ciddiye götürmeden bu testi yaparak zamanlarını boşa harcamamayı ummakta. Ama tabii ki aşk net sonuçların, kesin kararların güdümünde yaşanan bir şey değil.

İzlemeden önce bilmemiz gerekenler

Christos Nikou’nun ilk filmi Apples’ı pandemide izlemiştik. Çok akılda kalmasa (hafızayla ilgili konusundan dolayı olabilir) da çok bağırmayan, ilginç bir filmdi. Nikou ne kadar kendini buna dâhil hissetmese de son 10 yılın dikkat çekici Greek Weird Wave (Yunan Garip Akımı) içinde sayabiliriz kendisini. Kuşağının en yetenekli isimleri arasında sayabileceğimiz oyuncular Jessie Buckley, Riz Ahmed ve Jeremy Allen White’ı bir araya getirmesi zaten heyecanlanmak için yeterli. Bir de romantik bilim kurgu vurgusunu görünce ilgisiz kalmak zor.  

İlk intiba?

Fingernails başta belki sıradan donuk ve mizahi bir üst sınıf bilim kurgusu gibi başlasa da zamanla aslında özlediğimizi de fark edeceğimiz klasik bir aşk hikâyesine evriliyor. 

En çok neyi sevdin?

Sadelik… Oyunculukta, dekorda, kostümde, mekânda, diyalogda sadelik. Hiç biri öne çıkmıyor, bağırmıyor. Bu zaten bir Christos Nikou alametifarikası olmaya doğru ilerliyor. İbrahim Erkal’ın sözü “Ayrılır mı et tırnaktan”ı akla getiren vahşiliği, bağır yakan konusunu düşününce bu sadeliğin ve hatta sessizliğin yarattığı tezat filme özgünlüğü katan unsur. Ayrıca aynı Apples’da da olduğu gibi bu filmde de güzel bir yalnız dans eden erkek sahnemiz var. Bu da bir Nikou imzasına dönüşebilir. Takipte kalmalı.

En az neyi sevdin?

Jessie Buckley’nin yüz mimiklerine hakimiyeti hakikaten başka bir seviyede. Onun bu yer yer ”tuhaf” aurasının gücü de belki buradan geliyor. Bunu da daha önce I’m Thinking of Ending Things, Men gibi filmlerde de keyifle tecrübe etmiştik. Ancak burada ayakları çok daha yere basan performanslara sahip Riz Ahmed ve Jeremy Allen White ile kimyalarında bir uyumsuzluk seziliyor. 

En çok hangi sahneye yükseldin?

Filmde aslında çok vurucu sahneler yoktu. Ama bu monotonluk zaten bilinçli yapılmış ve çalışan bir vaziyet. Ancak paraşütle atlama egzersizi sırasında bunu yapmaktan vazgeçen çiftin kısa sekansı doğal, insani ritmi ve oyunculuklarıyla aklımda yer etti.

Modunu nasıl etkiledi?

İzlerken ister istemez kendi veya yakın tanıdıklarınızın romantik hayatını da düşünüyorsunuz. Filmin sakinliği ilginç bir şekilde sizi de bu çetrefilli konuları sakince ele almaya itebilir. Ki bu önemli bir kazanç da olabilir.

Karakterlere dair neler söyleyebilirsin? 

Jeremy Allen White’ın Ryan’ının rutini bu kadar kucaklaması çok tanıdık geliyor aslında. Jessie Buckley’nin Anna’sının “yüzde 100” uyumlarına rağmen kıvranması da öyle. Bir tek performansıyla ilgili bir sıkıntı olmasa da Riz Ahmed’in Amir’inin bu kadar bilge hâliyle Anna’ya bu kadar çabuk düşmesi, daha doğrusu Love Institute (Aşk Enstitüsü) diye bir yerde çalışmasına rağmen fazla duygusal görünmesi biraz sıkıntılıydı. Bunun bir aşırı-okuma ve filmin öznelinde gerçekçi olmayan bir gerçeklik beklentisi olabileceğini de itiraf etmeliyim.

Kimler sever?

Kimler sever bilmem ama ilişkisi fırtınalı olanlar dikkat etsin.

Bunu seven şunları da sever

Aklıma ilk olarak ikinci sezonunu da merakla beklediğim Severance geldi. Hem bilim kurgu göndermesi hem de bağırmayan hâlleriyle. Ayrıca tabii ki Yorgos Lanthimos’un Lobster’ından da bahsetmeden geçemeyiz. Korku türünde olması nedeniyle pek alakalı gözükmeyebilir ancak 2019’dan Jesse Eisenberg ve Imogen Poots’lu Vivarium da nedense ilk aklıma gelen filmlerden biri oldu. Romantik bilim kurgunun ansiklopedik karşılığı olan Eternal Sunshine of the Spotless Mind’ı söylemeye de gerek var mı?

Soru işaretleri / varsa açtığı tartışmalar 

İşin bilim kurgu yanı biraz da günümüz toplumunun robotlaşarak kesin yargılarla hayatlarına karar vermek istemesine eleştiri sanki. İnternette de sürekli gördüğümüz çiftlerin uyumu algoritmalarına da belki. Tabii bütün bu enformasyon bombasının, sosyal medya etkileşimli dünyada insanların vakit kaybetmeden, acı çekmeden mutluluğa ulaşma çabası da anlaşılır. Film belki de bunun beyhudeliğini anlatıyor bize. 

Yazara / yönetmene bir soru soracak olsan ne olurdu?

Luke Wilson’ın projede yer alma nedenini sorabiliriz. Başlarda sanki filme mizahi bir unsur katacakmış gibi dururken devamında filmin atmosferinin tamamen dışında, âdeta yabancılaştırıcı bir öğe gibi kalıyor. İlla bir “romantik komedi-tipi” arayışı olduysa, gönül rahatlığıyla Mark Duplass’ı önerebilirdik.