Şov güreşi ve lanetli hayatlar: The Iron Claw

Yazı: Utkan Çınar

1980’lerde popülerliğinin zirvesinde olan profesyonel güreş sporunun çetin sahnesinde tarih yazan Von Erich kardeşlerin yaşadıklarına dayanan biyografik spor draması The Iron Claw, 7 Mart’ta İKSV Galaları kapsamında gösterildi. 22 Mart’ta vizyona girecek filmin oyuncu kadrosunda Jeremy Allen White, Zac Efron, Harris Dickinson, Maura Tierney, Holt McCallany ve Lily James var.

Zaman dilimi ve mekân

70’ler Texas’ından 90’lara doğru uzanıyoruz. 

Konu nedir?

Gerçek bir hikâye. Şov güreşinin öncülerinden Von Erich ailesinin “lanetli”, talihsiz hayat öyküleri.  

İzlemeden önce bilmemiz gerekenler

Sean Durkin; Martha Marcy May Marlene ve The Nest adlı iki enteresan filme sahip, görece genç bir yönetmen. Genelgeçer sayılabilecek, gerçekçi hayat hikâyelerine tekinsiz ve özgün yaklaşımıyla dikkat çekmişti şu âna kadar. 2013’te, hakkının yendiğini düşündüğüm İngiliz yapımı Southcliffe’te de yönetmenliğini konuşturmuştu. The Iron Claw, şimdilik onun en yüksek profil işi oldu.

En çok neyi sevdin?

Öncelikle Arcade Fire’ın multienstrümentalist üyesi Richard Reed Parry’nin müziklerini bir alkışlamak isterim. Filmi taşıyan öğelerden biri. Filme özel bestelenmiş kapanış şarkısı “Live That Way Forever” da dönemin hitlerini aratmayacak kalitede. Durkin’in 70’lerin yayıncılık estetiğini aralara yedirme şeklini ve parlak, canlı renkleri dizginlemesini de sevdim. Ve tabi özellikle güreş sahnelerindeki çeşitlemeleri, el kamerası işçiliği ve gölge kullanımı da harika. Sinema tarihinin en başarılı ring sekanslarından bazılarına sahip olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Kameranın odaklanma ve geri çekilme tercihlerinin zamanlamaları da çok iyi. Genel olarak bakması keyif veren bir yapım. Bunda Durkin’le The Nest’te de beraber çalışan Macar görüntü yönetmeni Mátyás Erdély’nin payı büyük. Son olarak, Ruben Östlund’un ödüllü filmi Triangle of Sadnessta dikkatleri çeken Harris Dickinson ve bu filmde ilk kez tanıştığım Stanley Simons’ın da herkesten rol çaldığını da belirtelim. Her ikisinin de adını gelecekte daha çok duyacağız diye düşünüyorum.

En az neyi sevdin?

Müzikte soundtrack çalışıyor ama Tom Petty, Blue Oyster Cult, Rush gibi isimlerden şarkı seçimleri, güzel olmalarına rağmen modu bozan bir etki yapıyor kanımca. “Genç kızların sevgilisi” rollerinden gelen Zac Efron’un da Hulk-vari fiziksel çabasını da takdir etsem de pembe dizi tarzı oyunculuğunun zayıf kaldığını söylemeli. Bir yandan da garip ifadeleri filme uygun aslında. 

En çok hangi sahneye yükseldin?

Ric Flair karakteriyle ilk tanıştığımız röportaj ve ringe çıkış sahnesi ilk aklıma gelen. David Lynch-vari, gergin ve abartılı bir sunumla çok iyi kotarılmış. Daha çok dizilerde izlediğimiz Aaron Dean Eisenberg’i burada kutlamalı. Kısa rolüne rağmen kendini gösteriyor.

Modunu nasıl etkiledi?

Çok sevdiğim tarzda bir yapım olmasa da boşa giden bir iki saat olmadığını söyleyebilirim. Dediğim gibi görsel olarak yüksek kalite bir iş var ortada.  

Karakterlere dair neler söyleyebilirsin? 

Biraz karikatürleşme ya da tek boyutlu hâle düşmenin sınırında gezinen bir başrolümüz var. Anne karakterimiz çok standart. Bir yandan da yaptıkları “sporun” garip atmosferi, kuralları böyle bir tek boyutluluğu kaldırıyor diye düşünüyorum. Mindhunter’da iyi iş çıkarmış Holt McCallany’nin canlandırdığı baskıcı, agresif aile babası karakteri de çok derinlikli değil ama bunu soğuk ve ayrıksı bir performansla yaparak başarılı oluyor. Biraz Whiplash’teki J.K. Simmons’un canlandırdığı öğretmeni hatırlatıyor bizlere. İnsani yanları törpülü, bunun da derecesi artırılabilirmiş belki. Tabii bu önerilerle filmin izleyici kitlesini de iyice daraltıyor olabilirim! Karakterleri belirlemede önemli yere sahip diyaloglarla ilgili de biraz problem var. Konuları bu kadar açıklamak da gerekli miydi, emin değilim. “Hangi şampiyonluk, hangi sıklet” gibi konularla ilgileneceğini sanmıyorum izleyicinin büyük bir kısmının. Daha sade, daha sessiz bir film daha etkileyici olabilirmiş. 

Bunu seven şunları da sever 

Paul Thomas Anderson’ın filmlerini andıran bir havası var The Iron Claw’un. Ayrıca yine güreş konulu The Wrestler ve Foxcatcher gibi filmlerin karanlığına da sahip.  Bir de filmde de bahsi geçen ve ABD’nin Moskova 1980 Olimpiyatlarını boykot etmesi olayını, İthaki’den çıkan ve Selim Rumi Civralı’nın başarılı Moskova ’80: Soğuk Savaşın Doruk Noktası isimli kitabında ayrıntılarıyla okuyabilirsiniz.

Yazara / yönetmene bir soru soracak olsan ne olurdu?

Maura Tierney’nin seçilme nedenini sorardım. ER, The Affair gibi görece modern dizilerde, modern karakterler oynayan, çok yönlülüğü pek olmayan aktör; zaten kısıtlı ekran süresinde karakterini iyice auta atıyor. Filmin en zayıf yanı. Lily James elinden geleni yapsa da Efron’dan pek karşılık alamıyor.