Hayat unutsa, sanat unutmaz: Anselm

Yazı: Müge Turan

61. kez gerçekleşen Viyana Uluslararası Film Festivali tarihinde ilk kez, festivalin en büyük sinema salonu olan Gartenbaukino’da yüzlerce kişi 3D gözlüklerle Wim Wenders’in, Anselm Kiefer üzerine yaptığı portre filmi Anselm – Das Rauschen der Zeit’ı izledik. Film 3D ve 6K çözünürlük teknolojisi sayesinde bize Kiefer’in heykellerine, devasa karışık medya tablolarına gerçek duyularımızla ulaşamadığımız kadar yakından ve kişisel bir bakış şansı tanıyor. Ama Anselm gösterdikleri kadar tarihin derinliklerine inen fısıltılarla dolu bir hafıza filmi. 

Kiefer’in filmde gördüğümüz ilk heykeli etekleri sararmış yaprakların üstüne düşen alçıdan bir gelinlik, yeşil mistik bir ormanda bir uçurumun kenarında duruyor. Güneşin dokunduğu, dramatik bir müzik ve fısıltılar eşliğinde bu alçı bedenlerin arasında dolaşıyoruz. Filmin adında da geçen “fısıltılar” bu hayaletimsi heykellerinden mi yoksa sanatçının kafasındaki sesler mi, bilemiyoruz ama film boyunca bizi takip ediyor. Ardından sanatçıyı eski bir fabrikadan dönüştürülmüş devasa atölyesinde bisikletle gezerken izliyoruz. Aynı atölyede metrelerce uzunluktaki tuvaline ulaşmak için forkliftle çıkıyor, kundakçı gibi gaz brülörü ile tuvalini aleve verip aceleyle söndürüyor, kül veya saman kadar sevdiği başka bir malzeme olan erittiği kurşunları tuvallerine entegre ediyor. Bu malzemeler onun için sanki tarihin plazması. Onu yumuşatabilir, formunu değiştirip şekillendirebilir, çünkü tarih asla yok olmaz. 

Wenders ve Anselm: İkisi de 1945 doğumlu ve duygusal bir mirası paylaşıyorlar. Kelimenin tam anlamıyla çağdaşlar. Dolayısıyla bu belgeselden Kiefer’in sanatına dair tanınmış isimlerle yapılan röportajlar veya sıradan konuşmalar beklenmezdi, klasik bir anlatı olmayacağı belliydi. Aksine bir sanatçının ruhunu 3D aracılığıyla inceleme çalışması. Eserlerinden görüntüler ve arşiv malzemeleriyle zenginleştirilmiş film Kiefer’i işinin başında az konuşan, gizemli bir ev sahibi olarak takip ediyor. Sadece siyah giyinen ve elinde purosuyla Fransa’da 40 hektarlık bir arazide kurduğu devasa sanat sitesinde yorulmadan çalışan 78 yaşında bir sanatçı. Film bugünle başlasa da devamında bizi geçmişteki Kiefer ile de tanıştırıyor; öfkeli ve tutkulu bu sanatın ilham tohumunun 1945’in enkazlarında bulunabileceğini öneriyor. Kiefer savaş sonrası yıkımın yeniden yapılandırıldığı şehirlerin maketi içinde gezinirken yıkılmış bir mahallenin sokaklarında yürüyen bir çocukla karşılaşıyoruz. Çocuk Kiefer (Wenders’in büyük yeğeni Anton Wenders tarafından canlandırılıyor) çatı katındaki yatağında düş kuruyor, evinin etrafındaki harabe binaların tuğlaları ilk oyuncakları oluyor. Bu anlar, büyüyüp de delikanlı olan Kiefer’ın (sanatçının kendi oğlu oynuyor) sahneleri gibi, pek inandırıcı değil. Fakat amaç sanatçının çocuk veya yaşlı bir adam olarak portresi değil zaten. Geçmişteki tüm benlikler sanki üst üste binmiş. İnsanlığın birbirine bağlı olduğu ve dolayısıyla kolektif olarak sorumlu olduğu ağır bir duygu var. 

Wenders, bu canlandırma sahnelerinden sonra eski televizyon programlarından röportaj kesitleriyle, tablolarından seçtiği görsellerle Kiefer’e karşı yapılan Neo-Nazi suçlamalarını aklamaya ayırdığı yeni bir bölüm açıyor. Kiefer’in sanatsal pratiği akıl hocası Joseph Beuys’un yanında geçirdiği 1960 sonlarından bu yana Almanya’nın yakın tarihine odaklandı, Yahudi-Hıristiyan geleneğindeki mitolojilerin etrafında biçimlendi. En çok da Nazi döneminin dehşetlerini ve sonrasındaki bastırılmış sessizliği, kolektif hafıza kaybını sorguladı. Erken dönem eylemleriyle toplumu hem şaşırtıp hem de onlara ayna tuttu. Babasının Wehrmacht üniformasıyla Avrupa’yı dolaşarak çeşitli mekânlarda “Sieg Heil” selamı verirken provokatif siyah-beyaz fotoğrafları gibi. Daha sonra, 1945’ten kalma savaş uçaklarını taşlaşmış, heykelsi sanat eserlerine dönüştürdü. ABD’de zaten zamanın en heyecan verici çağdaş sanatçılardan biri olarak kabul edilirken, 1980 Venedik Bienali’nde Alman pavyonundaki işleri büyük eleştirilere yol açtı. Kiefer’e “faşizmi aşmaya çalışırken ona esir düşen bir mitolog” dediler. Wenders filmiyle sanki bu şüpheyi silmek istiyor. Bunun için önce kendisini “dünyaya fırlatılmış biri” diye niteleyen şair, Paul Celan’ın kendi sesiyle okuduğu “Ölüm Fügü” şiiriyle bizi yüzleştiriyor. Bu kilit sahnede Kiefer’in tablolarına artık daha da dehşetin topografileri olarak bakıyor, engebeli manzaralarındaki zulmü ve suçluluk duygusunu tenimizde hissediyoruz. Çünkü yara hâlen açık. 

Cehennem resmedilecek bir şey değil. Belki de bu yüzden ahşabın dokusuyla, enkazı enkazın üstüne yığdığı işlerle Holokost’a sessiz bir göndermede bulunuyor Kiefer. Wenders de Kiefer’in yanında durarak dehşeti mitleştirmediğini, sadece dehşete karşı sessiz kalmamayı seçtiğini, Almanya’nın işlediği suçların Kiefer’in sanatını karartan şey olduğunu kanıtlamayı amaçlıyor. Bir çocuk elbisesi görüyoruz, gerisi toprak ve kum. Bir kadın gövdesinin boynundan teller çıkıyor. Venedik’teki Doge Sarayı’nda eski ustaları kendi resimleriyle kaplar, hiç boşluk bırakmaz Kiefer. Tizian ve Tintoretto’nun Venedik zaferlerini kutladığı yerde, o ölüm ve felaketi getirir. Kıyamet tellalı gibi yeryüzünde hiçbir şeyin değişmeyeceğine inanan biri için modernite de modern değil; mitolojik ve şiddet dolu. Onun için mitos aslında tarihi anlamanın bir yolu. Filmin son karesinde 78’lik Anselm küçük Anselm’i omzuna alıyor. Travmasını taşır gibi, hayatı boyunca onunla mücadele edecek ve takıntılı bir şekilde resmetmeye çalışacaktır.

Anselm, sinemanın var olma sebebini yerine getirmek için yaratılmış bir film gibi. Wim Wenders 2011’deki Pina belgeselinde dansçıların fiziksel varlığına üç boyutlu bir etki katmıştı. Burada ise vurgu daha çok mimaride, özellikle Kiefer’in stüdyo alanlarında ekranın içinden yükselen devasa formlar ve anıtsal yapılar çok yakın ve belirginleşiyor. 3D teknolojisi görme duyumuzun daha yakından analiz edilip geliştirilmesi düzeyinde bile etkileyiciyken Wenders’in yakaladığı bu görüntüler sanki eserin henüz gözle görülmeyen aurasını sinemada hissedilebilir kılmak istiyor. Bu keskin imgeler dekoratif değil; o kadar fotogerçekçi ki sıcak güneşi tenimde hissedip mobilya cilasının taze kokusunu alabildim. Kiefer’in eserlerinde tarihteki barbarlık açığa çıktığı gibi şekil ve renklerle acayip bir güzellik de doğuyor, şeytani bir güzellik. Ve o güzellik fısıldıyor, tıpkı Celan gibi: “Dünya çekti gitti. Ben seni taşımalıyım.”