Bağımsızda bir umut aramaya devam: Armağan Lale ve Ceylan Özgün Özçelik sohbeti

“Kadınlara ve kız çocuklarına yönelik şiddete dair, farklı türlerde ve biçimlerde, zamansız ve mekânsız şifa ayinleri” olarak tanımlanan Cadı Üçlemesi’nin ikinci filmi olan 15+, prömiyerini 41. İstanbul Film Festivali kapsamında gerçekleştirdi. Şiddetin zaman ve mekân tanımayan döngüsünde, kendilerine şiddet uygulayan kocalarını öldürmüş kadınların “suçlu” bulunmasını sorgulayan deneysel belgesel; yönetmen-senarist Ceylan Özgün Özçelik ve yapımcı Armağan Lale (Filmada) ortaklığının yeni ürünü. Kreatif iş birliklerini Kaygı’dan (2017) bu yana sürdüren iki ismin filmleri arasında Cadı Üçlemesi’nin ilk durağı 13+ (2019) ve kısa belgesel Ankebût (2020) de var.

Ceylan Özgün Özçelik ve Armağan Lale, Bant Mag. için bir araya geldi; ele alınan konunun sarsıcılığı nedeniyle 15+’nın yapım sürecindeki zorluklar, sektör şartlarına rağmen üretimi sürdürebilmek, Türkiye’deki dijital platformların sürdürülebilir olmayan proje seçim pratikleri, ufukta gözüken yeni belgeselleri Hiçbir Şey Normal Değil ve çok daha fazlasına temas ettikleri bir sohbete koyuldu.

Armağan Lale: Nasılsın?

Ceylan Özgün Özçelik: Nasıl olalım, iyiyiz diyelim. Sen nasılsın?

A.L.: Seni gördüm daha iyi oldum Ceylan.

C.Ö.Ö.: Ülkenin son yıllardaki rüzgârı bu değil mi? İyi diyelim belki iyi oluruz.

A.L.: Umutluyuz.

C.Ö.Ö.: Tabii ki. Armağan ben sana hemen şeyi sormak istiyorum.

A.L.: Rol kaptın, benim sana sorum vardı oysa ki.

C.Ö.Ö.: Hayır, hayır, mümkün değil. Biliyorsun eskiden televizyon programı yapıyordum. O yüzden önce ben soracağım.

A.L.: Peki, dinliyorum.

C.Ö.Ö.: Şimdi biz bağımsız sinemada yönetmen ve yapımcı rolleriyle varız. Varız, bu kesin ama mesleğimizi yapabiliyor muyuz? Gel bunu neşeli bir yerden, ironik bir yerden almaya çalışalım, ne kadar alabiliyoruz bakalım. (Alamadılar) Sen yapımcılığa ne zaman başladın? O gün bugündür “Ben gerçekten bu ülkede mesleğimi yapıyorum, tıkır tıkır yapıyorum.” gibi hissediyor musun?

A.L.: Hmm… İronik. Sızlanmadan. Aslında 2009’da üniversiteden mezun olmamla birlikte sektörde çalışmaya başladım. Hem yapım tarafında çalıştım hem bir dönem yardımcı yönetmenlik yaptım ama 2013 yılında kendi şirketimi kurunca içinde olmak istediğim filmlerde yapımcılığı üstlenmeye başladım. Yapabiliyor muyum? Hobi olarak evet! Seviyor muyum? Seviyorum. Maddi manevi ne kadar beslenebiliyorsun diye sorarsan, aslında tam bu noktadan sızlanmayalım ve ironik alalım dedin diye düşünüyorum. Hem kültürel anlamda yani hadi açıkça sansür diyelim hem de ekonomik anlamda, içinden geçtiğimiz yıllarda sinemayı arzu ettiğim şekilde yapabilmenin önü çok açık değil zaten. Dolayısıyla çok zorlanıyorum. Çalışmayı durduruyor muyum? Yani bu işsiz kalma gibi olmuyor bizim meslekte. İşsiz kalmayı aslında bir maddi kaynak yaratamama olarak görüyorsak, evet işsiz kalabiliyoruz ama 7/24 çalışıyor musun, çalışıyorum diyeceğim yine. Çünkü sürekli proje okumaya, geliştirmeye devam ediyorum.

C.Ö.Ö.: Şimdi sen Cannes’a gidiyorsun. Yapımcı festivallere gidiyor, marketlerde bulunuyor, ne yapıyor orada?

A.L.: Ne yapıyor? Elinde hangi projelerin olduğuyla, o projelerin hangi aşamalarda olduğuna göre değişebiliyor. Geliştirme aşamasındayken hem bir yandan ortak yapımcı arayışı üstünden bakıyor olabilir hem başka festivallerle, marketlerle ilgili görüşmeler yapabilir. Daha kurgu aşamasında, post-prodüksiyondaki bir proje için sales agent ya da festival programcılarıyla filmi izletmek üzerinden diyalog kurma çabasında olunabilir. Dediğim gibi her aşamada farklı bir network alanı var. O görüşmeleri yapmak, projelerini anlatmak. Festival bitip herkes evine döndükten sonra oradan kimlerle, kaç kişiyle bakalım devam edecek diyalog. Bunun peşinde olmak. Ve film izlemek.

C.Ö.Ö.: Evet, “yapımcılar film izlemez” diye bir geyik var değil mi?

A.L.: Var mı? Benim kulağıma hiç gelmedi. Ee, çünkü sürekli film izliyorum kimseyi duymuyorum! Daha çok kapalı kapılar ardında söylemeyi tercih ettiğim bir şeyi paylaşabilirim. Televizyonun zaten izleyicisi değilim ama platformlardaki yerli yapımları izlememe / izleyememe hâlim var. Bir tarafım bunun böyle olmaması gerektiğini biliyor ama henüz tam barışamadım diyebilirim. Aslında bu ilk sorduğun soruyla ve verdiğim yanıtla ilgili: Mesleğini yapabiliyor musun? Evet, çok çalışıyorum ama o çalışmak ve yapabilmek günün sonunda üretim esnasında da satış, dağıtım esnasında da bir ekip işi ve platform yöneticilerinin -TV dizileri üretenler hariç- sektörle kopuk olmalarının sonuçlarıyla yaşıyoruz. Bu heves kırıcı hâl beni biraz geri tutuyor izleyici olarak.

“Pandemi sonrası dijitaldeki üretim alanı; bağımsız yönetmenler, dizi yönetmenleri, reklam yönetmenleri gibi ayrımların şeffaf olmasını sağladı dünyada ama Türkiye’de bu bir türlü tam oturamıyor.” Ceylan Özgün Özçelik

C.Ö.Ö.: Bu 24 saat çalışma hâlini de aslında karşılayan bir cevap. Mesela biz birlikte bir kitap uyarlamasına çalıştık. Aslında ekranda görmeye alışık olmadığımız bir kadın baş karakter vardı. İnanılmaz iyi yazılmış bir anti kahramandı. Kitabı geliştirdik, müzikal sahneleri de olan komik bir polisiyeye dönüştü. Fakat günün sonunda bu proje duvarlara çarptı ve seyirciyle buluşamadı. Biz yıllarca ona emek vermiş olduk. Aslında iyi bir şeyin ekrana geçebilmesi için verilen bir mücadele var arkada. Fakat bu emek, doğal olarak, ekrana geçmediği sürece görünmüyor. Dolayısıyla gerçekleşenleri gördüğümüzde hem mesleğe dair duyduğumuz heyecan ve inanç zedelenmiş oluyor hem de bu ülkede coşkuyla ayrıksı bir şey yapabilmek; hani estetik, stilize, üstüne düşünülmüş diziler artacak mı, soru işareti olarak kalıyor. Seni aslında izlediğin dizinin üçüncü, dördüncü bölümüne götürmeyen şey biraz da o oluyor; kendi iç kırıklıkların.

A.L.: Evet ve hatta benimki öyle bir yerde ki Ceylan, bırak ikiye üçe geçmeyi, birinci bölüme dahi başlatmıyor beni. Platformlar geldi mutlu olduk, ”Yaşasın!” dedik hem izleyici hem de üreten olarak. Ama tosladığımız duvar şu oldu: Platformlara, televizyona yapılan dizilerin daha kısa sürelisi yapılıyor. Orası da risk almıyor.

C.Ö.Ö.: Üretenler olarak Netflix’in farklı olacağını, sektör için bir düş diyarına adım atacağımızı sanıyorduk, derken “ne izleniyorsa onu yapıyoruz biz” dünyasıyla yüz yüze kaldık. Birbirinin kopyası olan, heyecansız bir dünya. Anlaşılır bir dünya bir yandan, çünkü sonuçta her şey maddi. Özellikle Türkiye gibi üçüncü dünya ülkelerinde… Çünkü diğer ülkelerdeki platformlarda başka türlü sanat yaklaşımları ve riskli projeler her zaman mümkün. Bir de özellikle pandemi sonrası dijitaldeki üretim alanı; bağımsız yönetmenler, dizi yönetmenleri, reklam yönetmenleri gibi ayrımların şeffaf olmasını sağladı dünyada ama Türkiye’de bu bir türlü tam oturamıyor.

İzleme heyecanımızı uyandıran ve canlı tutan yapımların sürekli yabancı dilde olmasını ve buna mecbur bırakılmayı sağlıklı bulmuyorum.” Armağan Lale

A.L.: Geçen hafta okudum; sanırım Netflix’in İtalya ofisinin açılışında, yanlış hatırlamıyorsam CEO’su, Netflix’in yeni yetenekleri bulmakla, onlarla iş birliği yapmakla ilgili gün birden beri yaklaşımlarını anlatıyor. Türkiye’de bunu deneyimleyebildik mi? Hayır.

C.Ö.Ö.: Bu aslında lafta var. Mesela yönetmene “Biz bu diziyi bir sinema filmi gibi görüyoruz” diyebiliyor büyük bir dijital platform ama bir hafta sonra “Bu yemek sahnesinde niye hamburgerin yakını yok” da diyebiliyor sana aynı kişi. Dolayısıyla şok içinde kalıyorsun. Çünkü senden istenen hep hamburgerin yakını olacak Türkiye’de! Ama tabii bunun dışında bırakılan ayrıcalıklı birkaç erkek var. Geri kalanların aynı olmasını isteyen bir sistem var dijitalde. Bağımsız yönetmeni alalım ve bu projede ona alan açalım, belki daha zengin bir dünya tasarlar değil de işte biz bu bağımsız yönetmeni alalım, biz ne diyorsak onu yapsın, onu operatör gibi konumlandıralım gibi bir dürtüyle hareket ediyorlar. Bu bir çıkmaz sokak ama sonuna kadar böyle gitmeyeceğine inanıyorum. Bir noktada bir şeyler kırılacak diye umuyorum. Senaryoları vasat olsun, herkes anlayabilsin, çekim dilleri de birbirine benzesin gibi bir tutumun sürdürülebilir olduğunu düşünmüyorum.

A.L.: Bir de şu an üreten taraftaki şapkalarımızla konuşuyor gibiyiz ama izleyiciyiz de aynı zamanda. İzleme heyecanımızı uyandıran ve canlı tutan yapımların sürekli yabancı dilde olmasını ve buna mecbur bırakılmayı sağlıklı bulmuyorum. Sıkıntılardan bahsediyoruz ama aslında piyasada para yok diye bir şey yok. Para var ama onun bu kadar dengesiz dağılıyor olmasıyla ilgili ne zaman, nasıl, ne çözümler gelecek üstüne kafa yoruyoruz.

C.Ö.Ö.: ABD’deki çok büyük anaakım şirketlerin, gişe filmi üreten yapım şirketlerinin aslında her yıl birkaç bağımsız filme destek olması, o filmleri yapıyor olması çok önemli. Buradaki büyük yapım şirketleri de çeşitlilik açısından yılda bir-iki bağımsız yapımı desteklese başka bir yere gidebiliriz. Keza dijital platformlar da öyle, sadece izlediğin anda unuttuğun filmler değil, tıpkı dışarıdaki muadilleri gibi biraz daha kalacak filmler yapmaları sektörümüzü daha sağlıklı bir yere götürecek. Yoksa günün sonunda hep burada kalacağız: “Mesleğimizi yapamıyoruz”. Derler ya; bu ülkede bağımsız film yapımcısı, bağımsız film yönetmeni olacaksan ailenin çok zengin olması lazım. Evet, ailen çok zengin değilse gerçekten bağımsız film yönetmeni, bağımsız film yapımcısı olamazsın. Çünkü kazanç yok.

A.L.: Olamazsın değil de olunmamasında fayda var.

C.Ö.Ö.: Olma. Konuştuğumuz şeyler birbirinden farklıymış gibi dursa da değil. Şunu demeye çalışıyoruz aslında, bağımsızda da bir umut arıyoruz ve kesinlikle olacağına da inanıyoruz ama bunların hepsi birbirini besliyor: Bağımsız ruh, dijital platformlar, anaakım şirketler… Mesleklerimizi yapabilmemiz adına hepsi birbiriyle paslaşmalı.

A.L.: Bu arada şunu söyleyeceğim Ceylan, hani az önceki büyük yapım şirketlerinin desteği konusunda, aslında desteğin altını biraz daha doldurmak istedim çünkü çok muğlak bir kelime gibi geliyor. Onun da çok düşük miktarlarda, ucundan bir yerinden dokunduk boyutunda olmaması gerekiyor. Gerçekten bir model oluşturarak, bir işbirliği yapılarak…Evet, ticari de çünkü sinema. Türkiye’de problem çok yani, sadece maddiyatla da geçmiyor. Sonra özgür düşünerek bir şeyler üretmek istiyorsun, onda da kapı duvar olduğu için tüm bunların gelişmesi adına daha agresif başka modeller, birliktelikler inşa edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Umarım biz de görürüz.

C.Ö.Ö.: Umuyorum.

“İstediğin kadar her kareyi hesaplamış ol, yine post sana diyor ki ‘Sen istediğin kadar önceden çalış, ben burada başka bir şey yapıyorum, film başka bir şeye dönüşüyor.’” Ceylan Özgün Özçelik

A.L.: Biz seninle dolu dolu yedi yıldır çalışıyoruz ve sana geyik için bile bunu hiç sormadım ama şimdi soruyorum. Neden sinema Ceylan?

C.Ö.Ö.: Dünyanın en korkunç sorusu!

A.L.: Bugüne sakladım.

C.Ö.Ö.: Ciddi ciddi yanıtlıyorum o zaman. İlkokuldan beri sorgusuz sualsiz yapmak istediğim tek şey sinema. Film yapmak, tüm sanatlarla oynamak… Sesle düşünmek, renkle düşünmek, tasarımla düşünmek, kostümle düşünmek… Sınırsız bir alan! Cadılık gibi, her şeyi koyuyoruz kazanın içine, karıştırıyoruz, acayip bir şey çıkıyor. Bütün sanat dallarından ayrı ayrı beslendiğin en kalabalık sanat sinema!

A.L.: Ve tabii her aşaması birbiriyle bağlantılı ama… Senaristlikten örnekleyerek sorabilirim; yönetmenlik ve senaristlik aynı şey değil sonuçta ve sadece yönetmek üstünden de bir hayal kurabilirdin ama yazıyorsun ve yönetiyorsun. Dolayısıyla tüm aşamaları göz önünde bulundurarak, en çok, en çok, en çok şuradan keyif alıyorum aslında diyebileceğin safhası var mı?

C.Ö.Ö.: Yazmak ne olursa olsun en yalnız kısmı, ama sen de çok iyi biliyorsun orada başlıyor yönetmenliğim. Yani, senaryo aşamasında her sahneyi yazarken neyi nasıl çekeceğimi bilmem gerekiyor. Karakterler ne giyiyorlar? Duvarın rengi ne? Arkada nasıl bir dünya var? Bunların hepsini en baştan yazıyorum. Çekim çok büyük bir heyecan, hep birlikte o sete çıkmak eşsiz! Ama benim için en özel kısım sanırım post-prodüksiyon. Daha baş başa olduğumuz, dingin bir aşama. Orada kurguda, seste, renkte yapabildiklerin filmi başta düşündüğünden öte bir yere götürüyor. İstediğin kadar her kareyi hesaplamış ol, yine post sana diyor ki “Sen istediğin kadar önceden çalış, ben burada başka bir şey yapıyorum, film başka bir şeye dönüşüyor.”

“Birlikte hayal kuruluyor, bir şey tasarlanıyor ve onu ilk ağızdan, en yakından dinleyip o yol arkadaşlığını yapmak benim en keyif aldığım kısım sanırım.” Armağan Lale

A.L.: Tabii bir hayal kurmaya başlıyorsun önce kendi kafanın içinde, sonra paylaştığın kişi sayısı artarak gerçekleştirmeye başlıyorlar o hayali ve post-prodüksiyon dediğimiz aşamada nihai hâlini görüyoruz. Heyecanını paylaşıyorum Ceylan!

C.Ö.Ö.: Evet, filmi yaptık diyebiliyorsun. Mesela seyirciyle yeni buluşan uzun metraj belgeselimiz, Cadı Üçlemesi’nin ikinci filmi 15+. Belgeselde durum çok daha ağır ve sarsıcı bir yerden oluyor, gerçeklerle fazlaca iç içe olduğu için, hele konu da zorsa… İkimiz adına da bunu söyleyebilirim, bir daha bu kadar ağır ve zorlayıcı bir şeyin içine kendimizi sokmayız diye umuyorum. Bir de pandemiyi de kapsayan bir süreç olduğu için beş katı çarptı bizi. Belgesel sinemanın var olması, yapımı, seyircisi her şeyi bambaşkaymış. Daha yaralayıcıymış. Herkes baş edemez, şahsen edemediğimi hissettim bu süreçte, konu özelinde. Acılı gerçekler her yanımızı sarmış olsa da demin yücelttiğim post sürecini epey uzun, dolu dolu yaşadık, efekt dünyasından ses dünyasına farklı şeyler denedik.

A.L.: Post sürecine taşıdın ya kendi en heyecanlı yerini… Başta konuştuğumuz her şeye rağmen, yani geliştirme aşamasının belirsizlikleri, ne nasıl olacak soru işaretleri olduğu hâlde o kadar keyif alıyorum ki geliştirme sürecinden. Birlikte hayal kuruluyor, bir şey tasarlanıyor ve onu ilk ağızdan, en yakından dinleyip o yol arkadaşlığını yapmak benim en keyif aldığım kısım sanırım. Çünkü o süreçte önce tik atabildiğin her şey hikâyeyle, tasarımla, yönetmenin ne yapacağıyla ilgili. Dediğim gibi yapım tarafında daha tik atamıyorsun zaten. Ama ona rağmen çok keyif aldığım bir süreç. Tabii olması gereken tadında bırakabilmek. Biz de aslında ülke şartları neden tadında bıraktırmıyoru tartışıyoruz. Üretimimize pas atmak istedim buradan. Peki şimdi ne üzerine çalışıyoruz Ceylan?.

C.Ö.Ö.: Hiçbir Şey Normal Değil adlı bir hibrid-belgesel üstünde çalışıyoruz. Bu, terk edilmiş bir mekânın tuhaf ve renkli öyküsü. Bir nevi harikalar diyarı ama aynı zamanda Overlook Oteli gibi bir yer. Gerilimden fantastiğe, danstan kara mizaha farklı türlerde dolaşacağız. Tam olarak neler gerçek, neler kurmaca anlayamayacağız. Bu belgeseli Apple iPhone 13 Pro Max’le çekmeye başladık. Özel bir deneyim! Çekim ve post-prodüksiyon sürecimiz eş zamanlı devam ediyor.

A.L.: Bir mekâna girdik ve bu tarif ettiğin şekilde çıkacağımız için çok heyecanlıyım ben de! Türkiye’de ilk defa bir uzun metraj filmin tamamen iPhone ile çekiliyor olmasından dolayı da mutluyum.

C.Ö.Ö.: Ekin Fil’in filme özel elektronik müzikleri! Kısalı uzunlu beş filmdir Ekin’le çalışıyoruz ve yine harika özgün müzikler yapıyor. Aynı zamanda sevgili Aylin Güngör’ün mekânda çektiği enteresan fotoğrafları da göreceğiz belgeselin içinde.

A.L.: Büyüleyici bir mekândaydık diye tanımlıyoruz ama ona hangi gözle bakmayı seçtiğin üstünden o büyüleyiciliğini kazandığını düşünüyorum. Çünkü sadece harabe olarak da görebilir bir göz orayı ve geçip gidebilirdi. Gerçekten merakla bekliyorum ve çalışıyorum. İşte tam bu dediğin yere geliyoruz post-prodüksiyondaki. Tamam biz bir girdik ama neyle çıktık, onu görmek güzel olacak.

C.Ö.Ö.: Sıra son sözlere geldiyse, son sözümüz kendimize iyi bakıyoruz, birbirimize iyi bakıyoruz!

A.L.: Evet, bunu yapmalıyız!

Görsel: Tuğçe Bildik