Arşivden: Beyaz perdede sorunlu gençlik manzaraları

2011 yılında gerçekleştirilen 30. İstanbul Film Festivali’nin ardından sorunlu gençlerin hikâyelerini anlatan filmlerin etkisi üzerimizden uzunca kaybolmamıştı. Dünyanın farklı coğrafyalarına genişleyip meseleyi yerinde incelemeye çalıştığımız bu dosyanın fikri de böylece doğdu…

Bu yazı, Bant’ın Mayıs-Haziran 2011 tarihli 65. sayısında yayımlanmıştır.

Yazı: Melikşah Altuntaş

Yetişkinler de bir zaman çocuktular. Onlar da genç oldu. Yavaş yavaş daha büyük sorunlar edinip, arkalarından gelen genç kuşaklara farklı isimler koydular. Tarihler değişti, kuşaklar değişti, sorunlar değişti. X, Y oldu, Ahmet Mehmet oldu. Ama çocuklar, yetişkinliğe adım atmadan önce genç olmaya devam etti…

İçinde bulunduğumuz bu yeni on yılda da bugünün gençleri ve onların türlü sorunları, beyaz perdede kendine sıkça yer bulmayı sürdürdü. Büyük küçük dertleri, türlü sıkıntıları, aşılmaz görünen problemleri ve tüm halet-i ruhiyesiyle başka coğrafyalardan gençlerin başka başka sorunları, bize bu dosyanın ilhamını verdi. Her ülkeyi karış karış gezecek, tüm filmleri ve kahramanlarını masaya yatıracak yerimiz ve süremiz olmadığından aklımıza ilk elden gelen problemler ve filmler üzerinde durduk…

SİSTEMİN EZDİKLERİ

// İngiltere
// Örnek Genç: John McGill (Neds, 2010)

Beyaz perdede İngiltere’de yaşayan gençlerin sorunlarına sıklıkla ortak oluyoruz. Bulundukları on yıl değişse de sorunları, sahip oldukları ailelerin gelir düzeylerine göre değişiyor sıklıkla. Gerek Skins, Inbetweeners gibi güncel televizyon dizilerinden, gerekse de yakın dönemde izlediğimiz filmlerden gördüğümüz o ki, İngiltere’de alt-orta sınıfa mensupsan işin çok zor. Ülkedeki gençler üzerinde sıkıntı yaratan köken ve diğer manevî kimliklerin ağırlığı, onları toplumsal hayatın içinde daha hissedilebilir bir gerçekliğe kazandırıyor bir anlamda. İngiliz sinemacıların çoğunlukla dönem filmleri üzerinden örneklemeyi tercih ettiği gençlik hâlleri, Peter Mullan’ın son filmi Neds’te de net bir biçimde çeşitlendiriliyor.

Mullan, genç kız ve kadınları birer eşlikçi olarak resmettiği filminde, genç erkeklerin karşısına iki model çıkarıyor: ya gerçek bir itaatsiz gibi yaşayıp hayat boyu isyankâr olacaksın ya da ömür boyu bir ezik gibi yaşayıp, sana hükmedenlerin boyunduruğu altında kaybolup gideceksin. Neds’in kahramanı John McGill (Conor McCarron), ağbisi gibi bir serseri olmamak konusunda kararlı ama herhangi biri tarafından sıkıştırıldığında da soluğu ağbisinin yanında almakta bir beis görmeyen bir çocuk. Ortaöğretimini gerçekleştirmek adına girdiği okulda, başta ağbisinin kardeşi damgası yese de bu yaftayı çok kısa sürede örnek öğrenciye çevirmekte zorlanmıyor. Fakat John, yaşadığı mahalle ve geldiği yer nedeniyle en yakın arkadaşının evinde, arkadaşının annesi tarafından aşağılanmaya da mahkûm ediliyor bir noktada. Çünkü John her ne kadar görmezden gelse, karşılaştığında yolunu çevirse, dâhil olmayı reddetse de aslında ortada siyahı kara, beyazı ak bir sistem var. John’un, sisteme karşı kör olanlardan ayrılıp, sistemin kör ettiklerinin tarafına geçmesi de zor olmuyor bu yüzden. Gerçek bir serseriye dönüşüp, çetelere karıştıktan, örnek öğrenciden aymaz öğrenciye geçiş yaptıktan sonra da, eski hayatına dönmesi imkânsız hâle geliyor.

Neds’te altı net bir biçimde çizilen sokak çeteleri, Britanya sinemasında farklı isimlerde sıklıkla karşılaştığımız gruplar aslında. İçinde bulundukları durumdan yırtanların öykülerine de aşinayız, Eden Lake’te olduğu gibi vahşetin sınırında gezinenlerine de. Filmlerin çoğunlukla işaret ettikleri, sisteme kurban verilmiş gençler ve onların kırık öyküleri. Kendini öfke, kontrolsüz güç uygulama ve taşkınlıkla gösteren bu rahatsızlığın ilacı da anlayış ve hoşgörüden fazlası değil elbet.

Diğer Örnekler: This is England, Awaydays, Cemetary Junction

YOKSUNLUĞUN SINADIKLARI

// ABD’nin güneyi
// Örnek Genç: James (Ballast, 2008)

Haklarında en çok sayıda film çekilen gençlerin ABD’den çıktığını söylemek yanlış olmaz herhâlde. Ülkenin gözde eyaletlerinde gününü gün eden gençlerin cinsel maceralarından, fakir eyaletlerdeki hayatta kalma mücadeleleri de Amerikan gençliğine odaklanan filmlerin malzemelerinden biri olmakta sıkça. Özellikle yakın dönemde izlediğimiz ve ünü Oscarlara kadar uzanan Amerikan bağımsızı Winter’s Bone’un kahramanı Ree (Jennifer Lawrance) ve yaşadığı sıkıntılı günler, sınır kasabaları ve orta kesimlerdeki yoksul eyaletlerde yaşayan gençlerin hayatta kalma çabalarına ışık tutan cinstendi.

İki sezon önce izlediğimiz Ballast ise bu konuda Amerika’dan son yıllarda çıkan en net cümleleri kuruyordu. ABD’nin güneyinde yoksulluk ve sahipsizliğin merkezindeki James adlı ergenlik döneminin ortalarında siyah bir erkek çocuğu, vaktinden önce sırtına binen sorumlulukların altında nefes almaya çalışıyor Ballast’ta. Bir yandan Mississippi’nin belalı kasabalarından birinde kendine bulaşan serseriler, diğer yandan silah ve suçla henüz çocuk yaşta tanışmanın yarattığı sıkıntılar…

Winter’s Bone’da olduğu gibi Ballast’ta da oldukça küçük bir yaşta ailenin direği olmakla lanetlenmiş bir gencin öyküsüne tanık oluyoruz. Amerika’nın kırsal kesimindeki kasabaların gençleri, şehirli akranları gibi lise mezuniyetlerine ne giyecekleri ya da bekâretini kaybetmek için kimi seçeceklerine gelene kadar başka bir yığın dertle cebelleşmek zorunda. Ballast’ın özelinde işin içinde bir de etnik kökenden kaynaklı sorunlar devreye giriyor ve ortaya hepten nefes aldırmayacak bir tablo çıkıyor. Eğer bir Hilary Duff ya da Michael Pitt filminde değilseniz, Amerikan gençlik hikâyeleri koyu mavi ve grinin egemenliğinde puslu hikâyeler anlatmaya ve yoksunluktan dem vurmaya devam ediyor, sizin kulaklarınız onlara ne kadar açık bilinmez…

Diğer Örnekler: Winter’s Bone, Precious, Shotgun Stories

KALBİN HIRPALADIKLARI

//Fransa
//Örnek Genç: Francis ve Marie (Les amours imaginaires / Heartbeats, 2010)

İnsan ömrünün genç bedenine hapsolduğu yılların olmazsa olmaz ıstıraplarından Bir kulunu çok sevdim, O tamamen başka bir kafada sendromu, beyazperdenin genç odaklı filmlerinde kendine sıkça yer bulan bir hadise. İki kişinin karşılıklı sevgisini dağlara taşlara haykırdığı filmlerle münasebetimiz ne kadar fazlaysa, bu yan hikâyenin yakaladığı gençlerin, kendi içlerine doğru attıkları çaresiz çığlıkların kulağımıza çalındığı filmler de yabana atılmayacak kadar fazla. Fransız sinemasının genç kuşağına farklı bir soluk getiren Xavier Dolan ise bir süredir bu mini türde bayrağı ele alıp, bu sorunları dillendirme derdinde.

Dolan’in ilk filmi J’ai tue ma mere / I Killed My Mother ile anlatmaya başladığı gündelik problemlerin sayısı, henüz 19 yaşında çektiği bu ilk filminin ardından da artarak çoğaldı. Dolan, bir mânâda, günümüz orta sınıf Fransız gençliğinin günümüzde karşılaştığı sıkıntıları, kendine ait bir dilde anlatmayı seçip, saf gerçeklerin üstüne kimi zaman birkaç kat fondöten sürerek, kimi zaman da sıfır makyajla önümüze getirerek, bir neslin küçük kalp kırıklıklarını geniş kitlelere anlatmayı kendine görev bildi.

Dolan’in son filmi Les amours imaginaires / Heartbeats’te dillendirdiği üçlü gönül ilişkisi ise yakından bakıldığında, mesafeli ve soğuk tavrıyla, konuya ancak bir Fransız sinemacıya yakıştırılacak metanetle yaklaşmasının yanında, günümüz gençliğinin görmezden gelinen gönül yaralarını derinden eşeliyor. Uzaktan bakıp, günümüz hipster’larının dünyada 100 kişiye ilgilendiren dertleri deyip geçmenin mümkün olduğu hikâye, aynı çocuğa âşık iki yakın arkadaş, Francis ve Marie’nin yaşadıkları tutkunun esiri olarak kahroluşunu, mizahî bir süzgeçten geçirip kendini fazla ciddîye almadan resmetmeye çalışıyor.

Tutkuyla kavrulan genç bedenlerin cinsel ikilemleri, örtük potansiyelleri ve bundan önce dillendirilmekten imtina edinen diğer tensel bunalımlarına belli ölçüde ışık tutması bakımından ilgiye değer işler ortaya koyan Xavier Dolan’ı, Christophe Honore de, Fransız gençlerini deşifre etmek konusundaki işleriyle desteklemeye devam ediyor.

Diğer Örnekler: La belle personne (Beautiful Person), Unmade Beds

TOPLUMUN HAPSETTİKLERİ

// Almanya
// Örnek Genç: Kevin (Picco, 2010)

Alman sinemasında yüzünü gençliğe dönmüş filmlerin son dönemde izlediğimiz önemli bir kısmında gençliğin en önemli sorunlarından biri olarak, toplumun öteki kıldığı kimliklerin suçla ilişkisi ön plana çıkıyor. Dizginlenemez bir öfke hâli, kendinden farklı olan, kendini yabancı kabul eden herkese bitmez bilmez bir nefret ve bütün bu coşkulu duyguların sebebiyet verdiği taşkınlıklar, istismarlar, suçlar…

Özellikle zengin fakir ayrımının net bir biçimde yapılabildiği mahallelerinde gençliğin suça meylinin yarattığı korku atmosferi, Alman sinemasının genç merkezli filmlerine de sirayet etmiş durumda. Geçtiğimiz İstanbul Film Festivali’nde görücüye çıkan bir ilk film, yaşanmış da bir olaydan yola çıkarak bu atmosferin nasıl oluştuğuna değil, oluşumunun ardından cezalandırma ve ıslah etme sistemiyle ilgili problemleri deşifre ediyordu.

Picco’nun ana karakteri Kevin, bir nedenden girdiği ıslahevinde üç koğuş arkadaşı tarafından itilip kakılıyor, tamamen savunmasız hissedip bunalıma giriyor, ciddî anlamda adaptasyon problemi çekiyor. Aradan zaman geçtikten ve Kevin, ıslahevinin yarın öbür gün çıkabileceği bir hayat arası değil hayatın en gerçek ve  soğuk yansıması olduğunu fark ettiğinde nihayet içinde bulunduğu koşulları idrak etmeye başlıyor. Dönüşümünü geçirmeye başladığı ve o ıslahevindeki mahkûmlardan birine dönüşmeye başladığındaysa esas sıkıntı kendini belli ediyor: “Sana benzemeyeni it, kak, tahrip et, sars, parçala ve mümkünse yok et.” Suç ve aşırılığa meyletmiş ve farklıya tahammülü kalmamış gençliğin problemlerini yansıtmaktaki başarısının yanısıra, Almanya’dan çıkan pek çok gençlik filminin de temelde dillendirmeye çalıştığı cümleyi en net ve dolaysız kuran filmlerden biri olan Picco, “Tehlikenin farkında mısınız?” diyor. Evet, çaresizce farkındayız.

ÖFKENİN SAVURDUKLARI

// Polonya
// Örnek Genç: Bogus (Made in Poland, 2008)

Polonya’da tohumlarının önemli bir kısmı öfkeyle atılmış bir neslin çocukları, şimdilerde genç oluyor. Savaşın yorgunluğunu, gerilimini, öfkesini üzerinden yeni yeni atmış, hâlâ üzerinde ufak izler taşıyan bir toplumun, bu hatıraları iki göbek ileriden taşıyan torunları, bir anlamda seçimsizlikten doğmuş öfke ve nefreti bir gün sebepsizce dışavurmaya başlayabiliyor şüphesiz. Tıpkı Made in Poland’ın papaz yardımcısı Bogus’un günün birinde alnının orta yerine “Fuck Off” yazan bir dövme yaptırıp, düzene karşı tek başına meydan okumaya girişmesi gibi. Sorun: dizginlenemez öfke, sonsuz bencillik, mantığından önce duygusuna kaptırılmış bir düzen karşıtlığı… Çözüm: biraz sevgi, şefkat, bir doz anlayış ve bol miktarda olduğu gibi kabul.

SIKINTININ HARCADIKLARI

// İsveç
// Örnek Genç: David (Farval Falkenberg, 2006)

Kuzey Avrupa’nın iç sıkıcı kasabalarında yalnızlık, tıpkılık ya da fazla rahatlıkla lanetlenmiş gençlerin ıstırap dolu çıkışsız hayatlarına, İzlandalı Dagur Kari (Noi Albinoi, Dark Horse), Ragnar Bragason (Börn, Foreldrar) ya da Norveçli Joachim Trier (Reprise) gibi sinemacılar sıkça işaret etmiş olsa da, İsveçli Jesper Ganslandt’ın Farval Falkenberg’indeki gibi nokta atışı yapabilen sinemacılar pek azdır. Meseleyi tam merkezinden yakalayıp, soruna “Ben olmasaydım, ne değişecekti?” kadar pesimist bir başka soruyla karşılık veren filmin, problemi kendi canıyla çözmeye çalışan kahramanı David’in “Şimdi bir trene atlayıp çok uzaklara gidebilirim ya da hayatımın sonuna kadar bu kasabada kalabilirim. Ve eee?” şeklinde dillendirilen seçeneksizliği, İsveçli gençliğin temel sıkıntısını da on ikiden vuran cümle olarak zihnimize kazınıyor.

ACIMASIZLIĞIN SOYUTLADIKLARI

// Rusya
// Örnek Gençler: Katya, Vika, Zhanna (Vse umrut, a ya ostanus / Everybody Dies, But Me, 2008)

Rusya’da yıllar önceki sarsıcı politik değişim, rüzgârını yeni kuşağa kadar estirmiş durumda. Bazıları eskisinden daha fakir, bazılarının hayatı eskisinden daha zor. O bazıları lisenin acımasız ve soğuk sosyal hayatı içerisinde kendisine yer edinmek, akranları gibi yaşamak, öyle görünmek ve öyle davranmak zorunda. Maddî imkânsızlıklar ve aileleri tarafından uzağa itilmenin acımasız birer canavara çevirdiği gençliğin rujlu, rimelli ama koca bir evrende tek başınaymışçasına yalnız genç kızları Katya, Vika, Zhanna’nın mezuniyet partisine gidecekleri günü anlatan Vse umrut, a ya ostanus / Everybody Dies, But Me, Rusya’da alt-orta sınıf gençliğin bugünkü örtük içseslerinden birine dair çok çarpıcı bir deşifreyi, yalnızca ismiyle bile çok açık bir biçimde gerçekleştiriyor: “Benden başka herkes ölsün!”

AİLENİN ÖTEKİLEŞTİRDİKLERİ

// Türkiye
// Örnek Genç: Mertkan (Çoğunluk, 2010)

Siz gençsinizdir, aklınız her şeye ermez ve bazıları bazı kararları sizden çok önce ve çok daha doğru şekilde verir. Siz de öyle boş boş bakmaya devam edersiniz. Seren Yüce’nin ilk filmiyle turnayı gözünden vurduğu Çoğunluk, bir evin mal oğlu üzerinden yaptığı saptamalarla, genç nüfusu fazla bir ülkenin çoğunluğunun derdini de tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor: Türksün, doğrusun, çalışkansın, varlığın Türk varlığına armağan olsun… Çoğunluğun sıkıntısını anlatmakta bu kadar marifetli bir sinema, başka türden gençlerin derdini anlatmakta epey sıkıntıya düşse ve doğru düzgün gençlik filmleri çekilmekte zorlanılsa da Türkiye’deki sorunlu gençliği saptama ve anlama işini bir süre daha beyazperdede arayacağa benziyoruz. Kimi zaman bulacağa da…

SUÇUN KAVUŞTURDUKLARI

// Güney Afrika
// Örnek Genç: David (Tsotsi, 2006)

Güney Afrika’dan içler acısı gençlik hâlleri izlemeye öteden beri pek alışığız. Bu neden Gavin Hood’un Tsotsi’ndeki sefaleti pek şaşkın gözlerle izlememiştik. Fakat film ilerledikçe ve Johannesburg’ün varoşlarındaki çetelerin birinde David’in özelindeki hikâyenin derinlikleri indikçe şunu görmek zor olmadı: umut, hâlâ var. David’in işlediği bir suç sonucu küçük bir bebekle yalnız kalmasından itibaren Tsotsi, Güney Afrikalı bir gencin örneği üzerinden dünyanın her yerindeki, zorda kalmış, sıkıntıya düşmüş, dert deryasında boğulmuş gençlere dair bir şey söylüyordu aslında: suça bulaşanı da, aşka düşeni de, vaktinden önce sorumluluk alanı da, hepsi, tüm gençler, aslında birkaç yıl evvelin çocukları… Onları yaftalarken, iterken, kendi dünyalarının içine hapsederken, bu gerçeği gözden kaçırmamak lazım. Onlar dün çocuktu, bazıları sizin çocuklarınız. Belki de umut etmek, düşündüğümüz kadar klişe bir eylem değildir, belki birilerini dipten çıkarmaya yardımcı olur. Belli mi olur…