Beyazperdenin düşük bütçeli kıyametleri #bantmagarşivden

Yazı: Melikşah Altuntaş - İllüstrasyon: Ethem Onur Bilgiç

Kaçımız alternatif bir hayata ya da halihazırdakinin sonuna meraklı, kestirmek zor. Ama artık beyazperdede kıyamet göstermek için milyonlarca dolarınız veya dünyayı istila eden uzaylılarınız olması gerekmiyor. İçinde zekâ parıltıları barındıran düşük bütçeli kıyamet filmleri ardı sıra çekilip önümüze çıktıkça, Armageddonlar, 2012ler de etkisini yitirir olmaya başladı. Devir düşük bütçeyle de aynı tesiri gösterebilecek filmler çekmenin devri.

Dikkat: Bu yazı mevzubahis filmlerin sonunu açık edebilir.

Milyon dolarlık felaket filmleri geride kaldı: Beyazperdenin düşük bütçeli kıyametleri

90’lı yılların sonlarına geldiğimiz ve milenyum geyiklerinin ayyuka çıktığı zamanlarda, bir grup insan gerçekten de 31 Aralık 1999’un geceyarısından sonra dünyanın sonunun geleceğine inanıyordu. Benzer bir inanış 2012 yılı için de geçerli. Bu teori ve inanışlar da beyazperdeye çeşitli geniş kitle afyonları ve bir avuç örtük hazine armağan etti elbette.

Last Night

MİLENYUM ENDİŞESİNE AFACAN YAKLAŞIMLAR

Hal Hartley’nin 1998 yapımı The Book of Lifeı, İsa, Meryem ve şeytan karakterlerini kanlı canlı aramıza döndürüp, dillerine akla hayale sığmaz aforizmalar düşürerek, milenyum bilmecesiyle kafa buluyordu örneğin. Hartley’nin kullandığı kameraya dahi özenmeden çektiği bu bir saatlik felaket filmi, milyonlarca dolar bütçeli, onlarca parlak kıyamet günü filminden çok daha etkileyici ve eğlenceliydi.

The Book of Life’la aynı yıl çekilen, Don McKeller’ın Last Night‘ı ise bizi dünyanın son gününe götürüyor ve birbirinden bağımsız kahramanlarının son saatlerine odaklanıyordu. 90’lı yılların kendine has Amerikan bağımsızlarının ruhunu iliklerine kadar çekmiş olan Last Night, hiçbir patlama, atlama, zıplama sahnesi göstermeksizin, izleyicisine kapıdaki kıyamet konusunda endişe vermeyi başarıyordu. Endişeyi ve kıyamet olgusunu mizahî ve tamamen insanî bir düzleme indirgemekten geri kalmayışı ise filmin gücüne güç katan bir başka özelliğiydi.

Donnie Darko

DÜNYANIN SONUNA KARANLIK YOLCULUKLAR

Kişisel bir kıyametin öyküsünü, yine 90’lı yıllar gerçekliğine bulayarak resmeden Donnie Darko ise izleyicilerinin algı ve beklentileriyle oynarken, dünyanın sonuna doğru geri sayarak bizi ters köşeye yatırmaktan geri kalmıyordu. Richard Kelly denen genç ve hasta zihinli Amerikalı, 25 yaşında çektiği bu ergen başyapıtıyla, kahramanı Donnie üzerinden kıyamet kavramını şekillendiriyor ve seyircisini de özenli bir sarmalın içine hapsediyordu. Kelly’nin kıyamet ve yokoluş takıntısı, geniş kitlelerce pek anlaşılamamış ve bir türlü içine girilemeyen 2006 yapımı Southland Tales‘da da yineleniyor, fakat bu kez referanslarla dolu keskin mizahın ve alegorinin dozu yükseliyordu.

Kıyamet olgusu, 2000’li yıllarda değişik şekiller ve türler üzerinden denenmeye devam ederken, düşük bütçeli yapımlar, dijital teknolojinin de gelişmesiyle yeni alt tür keşfetmeye kadar götürdü işi. Her ne kadar farklı bir yazının konusu olsa da Danny Boyle’un 28 Days Laterı ile açılan kapıdan çok sayıda zombi, vampir ve virüs filmi gitti. Bunların bir kısmı, el kamerası hissini de koruyarak, seyircisinin sinirlerini de zıplatmayı, onları korkutup tedirgin etmeyi de huy edindi.

Diğer taraftaysa, kıyamet olgusu zamansal bir düzlemde ileri geri hareketlerle ele alınmaya devam etti. Jon Hillcout’un The Roadunda olduğu gibi, hâlihazırda sona ermiş bir dünyadan bildiren kıyamet filmleri de vardı. 2009 yapımı The Road, post-apokaliptik atmosferi ve özenli görüntü yönetimiyle, izleyiciyi bir şekilde sona ermiş dünyadan selamlıyordu. Hayatta kalmaya çalışan bir baba-oğul hikâyesi üzerinden, insanı açlık ve yoklukla sınayan bir kıyamet resmi çiziyor, ve vicdan, ahlak gibi meseleleri tartışmak üzere masanın üstüne koyuyordu.

Melancholia

KIYAMETE KARŞI DUYGUSAL SİLAHLAR

Geçtiğimiz yıl da odağına farklı duygular yerleştirmiş bir grup film, kıyamet atmosferini hikâyelerinde bir yan eleman olarak kullanarak, hayatî algıların sınırlarını zorlamayı denedi. David MacKenzie’nin Perfect Sense‘i, duyuları tek tek kaybettiren bir virüsü insanoğluna musallat ederek, tüm bu karanlık manzaranın ortasına, yeni filizlenen bir aşk hikâyesi yerleştirdi. Virüsün etkisiyle her duyu kaybı öncesine, insanî bir reaksiyonu histerik bir tonda hissettirme özelliği ekleyen Perfect Sense, en büyük felaketi insan

duyularının kaybı olarak tanımlıyor ve sevgiyi her türlü felakete karşı bir silah olarak kullanıyordu.

Avrupa’dan bir diğer düşük bütçeli felaket filmi Melancholiada ise öteden beri anlatılan bir hikâye vuku buluyor ve dünyaya bir cisim yaklaşıyordu. Melankoli adlı bu gezegen dünyaya yaklaştıkça, kahramanlarımızın ruhları çalkalanıyor, histeri filmin merkezine yerleşiyordu. Tıpkı Donnie Darko’da olduğu gibi “dünyanın sonu”nu kişiselleştirmeyi seçen Melancholia’da, yok olma isteğini baştan sona hissettiğimiz bir kız kardeşle, hayatla herkes kadar sıradan bağlar kurmuş ve bu yüzden derin bir çaresizliğin pençesine düşmüş ablasının hikâyesi, sessizce yaklaşan yok oluşa eşlik ediyordu.

Felaket ya da kıyamet olarak adlandırmanın kişiden kişiye değişeceği bir diğer 2011 bombası ise Amerikan bağımsızı Another Earth‘tü. Paralel bir dünyanın keşfedilmesi ve herkesin ve her şeyin bir eşinin bulunduğu Dünya 2 adlı bir gezegenin varlığının benimsenmesiyle süren filmde, korkunç bir kazayla tüm hayatı değişen kahramanının nedameti hepten keskinleşiyordu. Film, hemen herkesin en az bir kez aklından geçirdiği, ikinci bir hayat yaşama şansını somutlaştırıp, izleyicisini böyle bir gerçekliğin mevcudiyetine dair çaresiz bir umuda gark ederken, kıyamet atmosferini de esas hikâyesinin yan tarafına iliştiriyordu.

Bant Mag. No:4 (Şubat 2012)